Erdoğan-Putin Zirvesi ve İdlib Sorunu Ekseninde Türk-Rus İlişkileri - M5 Dergi
MakalelerSon sayı

Erdoğan-Putin Zirvesi ve İdlib Sorunu Ekseninde Türk-Rus İlişkileri

Abone Ol 

Moskova zirvesinde sağduyu ve reel politik hâkim olmuştur. Moskova ve Ankara şimdilik akan kanı durdurmuş, çözüm için de müşterek iradelerini ortaya koymuşlardır. Yol zorlu ve enge-belidir. Belki ileride tekrar iki ülke arasında sorunlar da olabilecektir. Ancak özellikle Erdoğan ve Putin’in kararlı tavırları, sorunların bir şekilde aşılmasına neden olacaktır. Anlaşılan o ki, yakın gelecekte Esad gitmeyecektir, ancak Türkiye’nin olmadığı bir Suriye planının da, ister Rusya, ister ABD tarafından uygulanabilirliği söz konusu değildir. Son gelişmeler bu realiteyi, dosta düşmana göstermiştir.

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 5 Mart 2020 tarihinde, Moskova’da yaptıkları ortak basın toplantısında, İdlib’de 6 Mart’tan itibaren tüm askeri faaliyetlerin durdurularak “ateşkes” ilan edilmesi konusunda anlaştıklarını bildirdiler. Bu mutabakat, sadece Türkiye ve bölge ülkelerini değil tüm Avrupa’yı rahatlatan bir gelişme olmuştur. Ancak bu mutabakat, ABD ve İsrail açısından ise tahmin ediyoruz ki pek de arzulanan bir sonuç olmamıştır.

Dergimizin Şubat sayısında, savaşın tüm hızıyla devam ettiği bir dönemde, Türk-Rus ilişkileri ve İdlib konusu üzerine yapmış olduğumuz analizde, Türkiye’nin elinde aşağıdaki dört kozun olduğunu, bu kozları oynayarak akan kanı durdurabileceğini ve kanlı sürecin bir anlaşma ile sonuçlanabileceğini belirtmiştik. Bu saydığımız dört koz; “askeri güç, göç meselesi, Moskova ve Tahran” idi. Ayrıca bu dört koza dayalı olarak şu öngörüyü yapmıştık: “… Yukarıdaki kartlar açıldığında, Türkiye, Rusya ve İran’ı, Esad üzerinde etkinliklerini kullanmaya zorlayabilir ve güvenli bölge tesisi ile Astana ve Cenevre süreçlerinin işlevsel hale getirilmesini sürdürülebilir bir politikaya dönüştürebilir”.

Başkan Erdoğan ile Rusya Başkanı Putin arasında yaklaşık 6 saat süren görüşmeler, Türkiye ve Suriye ordularını karşı karşıya getiren gerginliğin azaltılması açısından önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Taraflar, 2018 Soçi Mutabakatı üzerine ek protokol olarak sundukları üç maddelik bir metin üzerinde mutabakat sağladılar ve beklenen ateşkesi ilan ettiler. Aşağıda sunduğumuz, mutabık kalınan üç madde zirve sonrasında kamuoyuna açıklandı:

1- İdlib gerginliği azaltma bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler 6 Mart 2020 tarihinde saat 00:01’den itibaren durdurulacak.

2- M4 karayolunun kuzeyinde 6 kilometre ve güneyinde 6 kilometre derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecek. Güvenli koridorun işleyişine dair ayrıntılı esas ve usuller, Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu Savunma Bakanlıkları arasında yedi (7) gün içinde kararlaştırılacak.

3- Türk-Rus ortak devriyeleri, 15 Mart 2020 tarihinde, M4 karayolunun Trumba’dan (Serakib’in 2 kilometre batısı) Ain-Al Havr mevkiine kadar olan bölümü boyunca başlatılacak.

Bu ateşkes ve mutabakat ileriye dönük ne tür sonuçlar doğurabilir?

Herkes bu sorunun cevabı üzerine yoğunlaşmış durumda. Şüphesiz ki, uluslararası ilişkilerde soru veya sorunların cevabı kolay verilemiyor. Bundan dolayı yazımızda, önce Türk-Rus ilişkilerinin tarihsel arka planını sizlere kısaca hatırlatıp, daha sonra Suriye ve İdlib sorunu üzerinden yarına yönelik bir analiz yapmak gayretinde olacağız.

TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ: TARİHSEL SÜREÇ

Moskova zirvesinde Vladimir Putin, şehit olan askerlerimizin kaybından dolayı üzüntü duyduğunu belirtirken, Başkan Erdoğan Türk-Rus ilişkilerinin tarihsel sürecine özellikle vurgu yapmıştı. Başkan Erdoğan’ın bu vurgusunun Rus kamuoyunda büyük bir memnuniyetle karşılandığı belirtiliyor.

Gerçekten de Türk-Rus ilişkileri yüz yıllar öncesine dayanan bir geçmişe sahip. Ancak, tarihe baktığımızda, özellikle Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde, genellikle barış ve iş birliğinden ziyade, iki devlet arasında “amansız mücadele” olarak isimlendirilebilecek inişli çıkışlı bir ilişkinin varlığı öne çıkıyor.

Osmanlı-Rus Savaşları 16 tanedir ve 16. yüzyıl – 20. yüzyıl arasında yapılmışlardır. Bunlardan, 11 tanesi Rusya’nın askeri üstünlüğüyle sonuçlanmıştır. Rusya özellikle, 18. Yüzyıldan itibaren denizlere açılmak için iki siyasal güçle; güneyde, Osmanlı Devleti, kuzeyde ise İsveç Krallığı ile savaşmış ve mücadele etmiştir. Rusların “Panslavizm” ideolojisi de (Slav ırkından olan milletleri kendi hâkimiyeti içine alma ideali), Osmanlı ile savaşmasının diğer önemli nedenidir.

Özellikle sonuçları bakımından, 93 Harbi (1877-78), Osmanlı için bir kırılma noktasıdır. Rus ordusu İstanbul yakınlarına kadar ilerlemişti. Bunun sonucunda Rusya ile Ayestefanos Antlaşması imzalandı. Bu Osmanlı için çok ağır bir antlaşmaydı. Daha sonra, Avrupa ülkelerinin müdahalesi ile nispeten daha iyi şartlara haiz, Berlin Antlaşması imzalandı.

Bu antlaşmanın sonucu olarak Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet olarak kuruldu. Romanya ve Sırbistan bağımsız oldular. Bazı bölgeler Sırbistan’a bırakıldı. Batum, Kars, Ardahan Rus idaresine geçtiler. Bununla beraber Kıbrıs da Birleşik Krallık’a ödünç verilmişti ( Londra, bu adayı asla iade etmedi).

Moskova zirvesinden edindiğimiz ilk izlenime göre Putin, Türkiye-Suriye barışının halen tesis edilebileceğini ve bu şekilde Suriye’nin yeniden inşa sürecine geçilebileceği hesabını yapıyor. Suriye’de şehirler ve ekonomi yıkılmış durumda. Suriye rejimi son 9 yıldır, Rusya ve İran tarafından sürekli desteklendi. Ancak ABD yaptırımları nedeniyle Tahran’daki para neredeyse tamamen sona erdi. İran’ın petrol ihracatı düştü. Moskova, tek başına Suriye’nin yeniden imar ve ihyası için gerekli ekonomik güce sahip değil. Türkiye’ye bu nedenle ihtiyacı var.

Savaşın tablosu ise oldukça vahimdir. Suriye’nin nüfusu iç savaş patlak vermeden 23 milyondu. Bu güne kadar ki geçen süreçte, 150 binden fazla can kaybı söz konusu, yaklaşık 6 milyon insan canlarını kurtarmak için Türkiye, Lübnan ve Ürdün olmak üzere komşu ülkelere akın ettiler. Göç eğilimi halen devam etmektedir. Bölgenin barış ve istikrarı için mücadele eden Türkiye de 122 askerini Suriye’de şehit vermiştir.

Lenin liderliğindeki Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetlerde Rus İç Savaşı (1918-1922) sürerken aynı yıllarda Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Kurtuluş Savaşı (1919-1922) devam etmekteydi. Bu dönemde yeni kurulan Sovyetler, Batılı devletler ile savaşan Türkiye heyeti ile diplomatik ilişkiler geliştirdi ve Türkiye’ye para, silah ve mühimmat yardımı gönderdi.

Bu dönemde Türkiye’de İstanbul ve Ankara’da iki ayrı hükûmet bulunuyordu. Yeni kurulan Sovyetler Birliği, tavrını ve desteğini, emperyalist devletler ve onlarla saf tutanlar ile savaşan Ankara lehine ortaya koydu. Ayrıca Bolşeviklerin Mustafa Kemal ve silah arkadaşları ile işbirliği ve yardımlaşma politikası izlemesi, Ankara Hükümeti’nin dünyada yalnız olmadığını göstermesiyle, direnişe moral sağlamakta ve Metropol devletlere bir mesaj niteliği taşımaktaydı.

Bu arada bir parantez açalım, İstanbul Taksim Meydanı’ndaki Taksim Cumhuriyet Anıtının güney yüzünde sivil giysileri ile Atatürk, yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek Türkiye’nin kuruluşu canlandırılır. Anıtta, Atatürk’ün hemen ardında ise, Sovyet General Mihail Frunze ve S.S.C.B Askeri ve Deniz İşleri Halk Komiseri (Bakan muadili) Kliment Voroşilov’un heykelleri bulunur. Atatürk’ün özel talimatı ile anıtta yer alan bu heykeller, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Sovyet desteğine duyulan memnuniyeti simgeler. Kurtuluş Savaşı yıllarında geliştirilen iyi ilişkiler, savaşın Ankara Hükûmeti lehine sona ermesinden sonra da Sovyetler ile Türkiye’nin uzun yıllar stratejik olarak dost iki komşu devlet olmalarının başlıca temelini oluşturmuştur. İki devlet arasındaki işbirliği II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir.

II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Stalin’in Türkiye üzerindeki toprak iddiaları, yeni bir dönüm noktası olmuştur. Rusların yayılmacı talepler ile Ankara üzerinde tehdit oluşturmayı hedeflediği bu süreç, Milli Şef İnönü’nün olası Stalin saldırganlığı karşısında destek bulmak amacıyla ABD ve Batı ülkelerine yönelmesine yol açmış ve DP iktidarı döneminde ise, Türkiye’nin (1952) NATO üyesi olmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece, iki devlet soğuk savaş yıllarında, karşı kutuplar içinde yer almış oldular.

Stalin’in ölümünün ardından ise, SBKP Genel Sekteri olan Nikita Kruşçev, Türkiye üzerindeki tüm toprak taleplerinden vazgeçtiklerini açıkladı. Moskova’nın bu yeni politik açılımı sonrasında, Demokrat Parti ve Adalet Partisi iktidarları döneminde Ankara ve Moskova arasında ticaret ve sanayi sektörlerinde olumlu münasebetler yaşanmıştır.

Ancak Stalin tarafından Türk-Rus ilişkilerine vurulan hançer, halen etkilerini zihinlerde sürdürmekte ve Türk kamuoyunda Rusya’nın politikalarına yönelik bir soru işaretinin var olmasına neden olmaktadır.

SURİYE İÇ SAVAŞI

Bugün, Suriye İç Savaşı bölge için önemli bir istikrarsızlık unsuru olarak devam ederken, Türk-Rus ilişkilerini de olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Komşudaki iç savaşın nasıl ve hangi koşullarda çıktığını kısaca hatırlamakta fayda görüyoruz. 2011 yılında, Beşar Esad’ın “demokratik bir reform” yapacağı yönündeki umutlar son bulmaya yüz tutarken, Arap-Baas ideolojisi de İsrail karşısındaki yenilgiler ve ekonomik hayatta yaşanan sorunlarla artık itibarsızlaşmış, halkın kalbinde meşruiyetini kaybetmeye yüz tutmuştu. Aynı dönemde serbest piyasa ekonomisine geçiş için atılan ve özel mülkiyete izin veren bazı adımlar da halkın gözünde yepyeni bir gelir adaletsizliğinin nedeni olarak algılanmaya başlamıştı. Esad rejimine yakın olan insanlar zenginleşirken, Suriye sokaklarında insanlar fakirlik ve sefalet içerisinde yaşamak durumundaydılar.

Çözümsüz kalan sorunlar nedeniyle, yönetilemez bir hale gelen Suriye’de ilk gösteriler 28 Ocak tarihinde başladı. Rejim karşıtı hareketler, 15 Mart’ta Şam ve Halep’te yaşanan kitlesel gösteriler ile büyüyerek Suriye’nin diğer şehirlerine yayıldı. 18 Mart’ta rejim, göstericilere karşı şiddet uyguladı. 20 Mart günü Dera’da göstericilerin Baas İl Başkanlığı’nı yakmasından sonra rejimin uyguladığı şiddet arttı. 25 Mart’a gelindiğinde 90 gösterici ve 7 polis hayatını kaybetmişti. 7 Nisan tarihine kadar demokratik reformların yapılmasını, siyasi tutukluların salıverilmesini, insan haklarının tanınmasını, olağanüstü halin kaldırılmasını ve yolsuzlukla mücadele edilmesini talep eden göstericiler bu tarihten sonra isteklerini değiştirdiler.

8 Nisan’da 10 şehirde yapılan gösterilerde Esad Rejiminin son bulması talep edildi. 22 Nisan’da gösteriler 20 şehre yayıldı. 25 Nisan tarihinde Suriye Ordusu ağır silahlarla kırsal alanlara yönelik bir askeri operasyon başlattı. 2011 yılı Mayıs ayının sonuna gelindiğinde 1000’den fazla sivil ve 150’den fazla rejim mensubu hayatını kaybetmişti.

Rejim’e karşı silahlı ayaklanma 2011 yılının sonunda Türkiye sınırındaki İdlib bölgesinde başladı. 2012 yılı Temmuz ayı sonra ererken 1600 sivil öldürülmüş, 500’den fazla rejim görevlisi hayatını kaybetmiş ve 13.000’den fazla insan gösteriler nedeniyle tutuklanmıştı. 12 Haziran tarihinde Birleşmiş Milletler Suriye’de yaşananları ilk kez “İç Savaş” olarak tanımladı.

Savaşın tablosu ise oldukça vahimdir. Suriye’nin nüfusu iç savaş patlak vermeden 23 milyondu. Bu güne kadar ki geçen süreçte, 150 binden fazla can kaybı söz konusu, yaklaşık 6 milyon insan canlarını kurtarmak için Türkiye, Lübnan ve Ürdün olmak üzere komşu ülkelere akın ettiler. Göç eğilimi halen devam etmektedir. Bölgenin barış ve istikrarı için mücadele eden Türkiye de 122 askerini Suriye’de şehit vermiştir.

Anadolu Ajansı’nın haberine göre, Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), 11 Mart tarihli raporunda, Esad rejiminin Mart 2011- Mart 2019’da alıkoyduğu kişilerden en az 127 bin 916’sını halen cezaevlerinde tuttuğunu açıkladı. Rapora göre, en az 13 bin 983 kişi rejimin işkencesi nedeniyle öldü. En az 216 kez kimyasal silah kullanan rejiminin kuşatmasında açlık ve ilaç yetersizliği sonucu 398’i çocuk, 187’si kadın en az 921 sivil yaşamını yitirdi. Terör örgütü YPG/PKK ise en az 2 bin 705 kişiyi halen alıkoyarken, DEAŞ’ın alıkoyduğu en az 8 bin 143 kişinin ise akıbeti bilinmiyor.

CIA’in internet sitesinde ise, Suriye ekonomisinin 2010-2017 arasında %70 oranında gerilediğine işaret ediyor. ABD raporlarına göre, 2017 için tahmini işsizlik oranı % 50 civarında. Dünya Bankası’nın verileri, ülkede kişi başına düşen mili gelirin 1037 dolar olduğunu gösteriyor.

TÜRK-RUS İLIŞKILERİ VE UÇAK KRİZİ

Esad rejimi giderek kan kaybetmeye başlamıştı. Mart 2015 tarihinde İdlib, muhaliflerin eline geçmiş, 21 Mayısta ise DEAŞ, Palmira kentini ele geçirerek Suriye’nin yaklaşık yarısında hâkimiyet sağlamıştı. Bu gelişmeler üzerine, 30 Eylül 2015 tarihinde Rusya, iç savaşa doğrudan müdahil oldu.

Rejime sağladığı hava desteği ile muhalifleri köşeye sıkıştırdı. Böylece bu tarihten itibaren Türkiye ve Rusya, Suriye’de giderek ağırlıkları artan birer aktör haline geldiler. Bir değer önemli aktör ise, İran İslam Cumhuriyetiydi.

Devamı M5 Dergisi Mart 2020 Sayısında…

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close