Bir NATO Müdahalesi Olarak Libya: Hukuki Analiz - M5 Dergi
Öne ÇıkanStrateji Analiz

Bir NATO Müdahalesi Olarak Libya: Hukuki Analiz

Abone Ol 

Libyalı protestocuların 17 Şubat 2011 tarihini “Öfke Günü” ilan etmesiyle birlikte o gün, protestolar rejim karşıtı bir harekete dönüştü.

Av. Eren GÜNDAY, LL.M. ve  Av. Ozan ÇAKIR tarafından M5 için kaleme alınmıştır.

Tunus’ta 17 Aralık 2010 tarihinde, Muhammed bin Buazizi kendini benzin dökerek öldürmesiyle başlayan halk hareketi, Zeynel Abidin bin Ali’nin eşiyle birlikte 14 Ocak 2011 de Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidarını kansız bir şekilde sonlandırdı. Bu halk hareketlerinin kısa bir sürede Ortadoğu’nun tamamında domino etkisi yaratarak, ilerleyeceği tahmin ediliyordu. Bu beklentiyi doğrulayan başka bir gelişmede Mısır’da 31 yıldır iktidarda bulunan Hüsnü Mübarek’in 11 Şubat 2011’deki istifası olmuştur. Mübarek’in istifasından yalnızca 4 gün sonra 15 Şubat 2011 tarihinde Fethi Tarbel isimli insan hakları aktivistinin tutuklanmasıyla birlikte Libya Bingazi’de protestolar başlamış ve hızlıca diğer şehirlere sıçramıştır.

Büyük uluslararası petrol şirketlerinin en çok faaliyet gösterdiği Sirenayka; boru hatlarına ev sahipliği yapmaktadır. Kaddafi halk ayaklanmalarını Bingazi’den patlak vermemesi için ciddi bir çaba sarf etmiştir. Bingazi’de önemli bir rol oynayan “Libya Ulusal Kurtuluş Cephesi”nin, CIA tarafından finanse edildiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Kaddafi şiddeti ve baskıyı arttırarak; hatta paralı askerlere başvurarak büyük medya şirketlerinin kendisi aleyhine yapılan propagandayı güçlendirmiştir ve isyanın organizatörlerini kahraman gibi göstermelerine sebep olmuştur. Libyalı protestocuların 17 Şubat 2011 tarihini “Öfke Günü” ilan etmesiyle birlikte o gün, protestolar rejim karşıtı bir harekete dönüşmüştür.

Libya lideri Kaddafi’nin bu protestoları bastırmak için; sert güvenlikçi tedbirler almasıyla sivil kayıplar yaşanmaya başladı. Ancak Batı, Libya’daki olaylara ilk aşamada tepki vermeyerek izlemekle yetindi; fakat muhalefetin Libya’daki petrol kaynaklarının bulunduğu şehirleri ele geçirmesiyle birlikte; Batı, Kaddafi’ye acil ateşkes çağrısında bulundu. Batılı devletlerin Kaddafi’ye ateşkes çağrısından kısa bir süre sonra 26 Şubat 2011 tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya ambargo uygulanması hakkında hazırlanan 1970 sayılı karar tasarısı 15 üye ülkenin oybirliğiyle uygulanmaya konuldu. Ancak Muammer Kaddafi’nin çıkan kararı dikkate almayarak,  mualifleri bastırma amacıyla yapmakta bulunduğu sert müdahalelere devam etmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Libya hakkında tekrar toplanarak 17 Mart 2011 tarihinde 1973 sayılı kararı ile birlikte “Libya’nın hiçbir yerinde, herhangi şekilde bir yabancı işgalci güç oluşturmadan gerekli tüm önlemlerin alınmasını; insani yardım amacı taşımayan ve yabancı devletlerin vatandaşlarını tahliye amacı gütmeden yapılan bütün uçuşların yasaklanması, Libya’ya yönelik silah ambargosu uygulanması ve Kaddafi ile birlikte yakın çevresinin malvarlığının dondurulması kararı alınmıştır. 

1973 sayılı kararın alınmasından sonra; Kaddafi acil ateşkes kararı talebini kabul ettiğini açıklamıştır lakin Bingazi’yi direniş merkezi haline getiren mualifleri Kaddafi tehdit etmeye devam etmiş ve radyo konuşmasında Batılı ülkelere, herhangi bir askeri müdahalenin açık bir saldırı olacağını vurgulamıştır.

El Cezire’nin Kaddafi güçlerinin Bingazi’ye saldırdı haberi ve Libyalı mualiflerin oluşturduğu Ulusal Libya Konseyi’nin sözcüsü Halit El Sayeh’in kentin batısından girildiğine dair basın açıklaması; uluslararası toplumun hareketlenmesine sebep oldu.

Bunun üzerine Libya Dışişleri Bakanlığı, “Ateşkes gerçek ve güvenilir, Libya Hava Kuvvetleri saldırmıyor.” ifadesi ve Libya resmi haber ajansının El-Kaide’nin Bingazi’deki saldırdığına dair yayını ve hükümet sözcüsü Musa İbrahim’in isyancıların köy ve şehirlere saldırılarını asker yapmış gibi göstermeye çalıştığı iddiası yankı bulmamıştır. Kaddafi’nin Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Birleşmiş Milletler nezdindeki büyükelçisi Susan Rice tarafından açıklanmıştır. Bu süre zarfında Amerika Birleşik Devletleri’ne ait olan 6.filo adındaki donanmaya ait bazı gemilerin, Libya açıklarına demir atmıştır. 19 Mart 2011 tarihinde; ABD, AB(Avrupa Birliği) ve Arap Birliği üyesi ülkeler Birleşmiş Milletler’in verdiği yetki çerçevesinde Libya’ya yapılacak askeri müdahaleyi görüşmek için Paris’te toplandılar. Aynı gün içerisinde, NATO’nun karar organı olan Kuzey Atlantik Konseyi, NATO’nun Paris’te aldığı karara göre bir yol çizeceğini belirtti.

Fransa ev sahipliğinde yapılan Paris’teki zirveye BM Genler Sekreteri Ban Ki Mun, Almanya Şansölyesi Angela Merkel, İspanya Başbakanı Jose Louis Rodrigues Zapatero, Katar Başbakanı Şeyh Hamad bin Cassim el Tani ile Irak,Ürdün ve BAE Dış İşleri Bakanları da dahil 22 lider katıldı. Zirve sonunda Sarkozy, sivil kayıpların önlenmesi için vakit kaybetmeksizin askeri müdahale kararı alındığını duyurdu. Ancak uygulanan silah ambargosunu denetlemek için, NATO görevlendirildi. Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton, Libya’ya yapılacak olan operasyona destek vereceklerini ancak kara kuvvetlerini kullanılmayacağını ifade etti. Ortak bildirinin açıklanmasının hemen ardından zirve devam ederken Libya üzerinde keşif uçuşu yapan 20’ye yakın Rafael cinsi Fransız savaş uçakları bombardımana başladı. Fransa’nın müdahalesinin ardından Libyalı muhalifler, NATO ve BM kuvvetleriyle işbirliği içerisinde olduklarını açıkladı. Kaddafi, Libya’ya yapılacak bütün askeri operasyonları Haçlı Seferi olarak nitelendireceğini ve bu “emperyalist” Haçlı Seferi’ne karşı Libya halkına 1 milyon silah dağıtacağını açıkladı ve Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı savaş alanı ilan etti.

ÇATIŞMANIN TARAFLARI

Kaddafi

1969 Hür subaylar darbesine kadar Libya’da iktidar Sinusi Tarikatı’nın lideri olan Kral İdris Libya’yı yönetmekteydi. Ancak özellikle Kral İdris’in 1967 yılında Araplarla İsrail arasında gerçekleşen 6 Gün Savaşları’ından sonra batı ile olan ilişkilerini aynı şekilde sürdürmesi milliyetçi gruplar tarafından eleştirilmekteydi. 6 Gün Savaşları’ndan sonra askeri birimler başta olmak üzere, elit kesim ve halk arasında Kral İdris rejimi ciddi bir erozyon uğramıştır. Bu koşullar altında 01 Eylül 1969 tarihinde otuz yaşın altında olan bir grup asker kansız bir darbe ile Batı taraftarı olan Kral İdris rejimine son vermişlerdir. “Filistin bizimdir” kod adlı darbenin ardından 12 subaydan biri olan Binbaşı Kaddafi hemen albaylık rütbesine terfi ettirilerek Devrim Komite Konseyi’nin başına getirilmiştir.

Kaddafi, Devrim Komite Konseyi’nin başına geçmesinden hemen sonra ilk etapta Amerikan ve İngiliz üslerini kapatmıştır. Albay Kaddafi daha sonra da ülkedeki petrol endüstrisini yabancı sermayeden kurtarma amacıyla etkili bir denetim sistemi kurmak için harekete geçmiştir.

1970 yılına gelindiğinde ise Kaddafi petrol şirketleri üzerinde üretimin kısıtlanması elde edilen karın paylaşılması ve afişe fiyatların yükseltilmesi yönündeki baskısını arttırmıştır. Temmuz ayına gelindiğinde ise ülke içerisindeki petrol şirketlerinin tamamı Kaddafi yönetimi tarafından millileştirilmiştir.1973 yılına gelindiğinde Kaddafi ülkede bulunan bütün petrol şirketlerinin %51’lik hissesini Libya hükümetinin denetimi altına almış bulunuyordu. Kaddafi’nin yapmış bulunduğu bu millileştirmelerden sonra liberal ve kapitalist ekonomiye sahip batılı ülkelerde Kaddafi’ye karşı ciddi tepkiler oluşmuştur. ABD yönetimi Kaddafi’yi Doktor Mussaddık’ın devrilmesi örneğini vererek tehdit etmiştir. Ancak bu tepkiler Kaddafi yönetiminde etkili bir yankı uyandırmamış ve yönetim 1973 savaşıyla birlikte petrol şirketlerinin tamamını millileştirmiştir. 

1978 yılında ülkenin adı Libya Sosyalist Arap Halk Cemahiriyesi olarak değiştirilmiştir. Cemahiriye kelimesi Kaddafi tarafından cumhuriyet ve halk kelimelerinin birleştirilmeleri sonucunda türetilmiştir. Ülkenin ismine 1986 yılında büyük kelimesi eklenerek Libya Arap Halk Sosyalist Büyük Cemahiriyesi halini alımıştır. Uluslararası camiada kendisini “Devrim Lideri” olarak nitelendiren Kaddafi, 1987 Çad ile giriştiği savaşta yenilmesi ve ekonomik kriz sebebiyle, ülkenin ekonomik yapısında birtakım ekonomik reformlara gitmiştir. 1999 yılında ABD ile görüşmelerin başlaması ardından Libya’nın Avrupa ve ABD ile ilişkilerinin normalleşme evresinde girdiği görülmektedir. 11 Eylül saldırısı ardından değişen dünya sistemine ayak uyduran Kaddafi ve Libya yönetimi Batılı petrol şirketlerinin Libya’da faaliyet göstermelerine izin vermiştir. 2008 yılında Libya ile Batılı devletlerin arasını düzeltmek için Condolezza Rice, Fransa ve Rusya’nın da içinde bulunduğu birçok Avrupa ülkesine ziyaretlerde bulunmuş ve ilişkilerin gelişmesinde olumlu katkıda bulunmuştur.

 Gelirinin %95’ini petrolden temin eden Libya, 2008 yılından bu zamana petrol fiyatlarının en yüksek seviyeye ulaştığı gözlemlenmektedir. Kaddafi döneminde bilinmektedir ki, Libya’dan en çok petrol ihracatı yapan ülkelerin başında İngiliz, Fransız ve İspanyol şirketleri gelmektedir. AB’nin enerji güvenliği politikaları Libya’ya önemli ölçüde bel bağlamaktadır. Bu sebepten ötürü Kaddafi ile olan ilişkilerin sıcak tutma çabası içerisindedirler.

Libya ve Kabile Sistemi

“ Libya’nın bu temel üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kabileli bir yapı arz etmektedir. Kabileciliğin avantajlı ve dezavantajlı yanları vardır. Tuzakları olduğu gibi…”Libya’yı tarihsel açıdan incelendiğimiz zaman kabilelerin, hem ordu içerisindeki hem de ülkenin genelinde güç dengelerini elinde tuttuğu görülmektedir. Ülkedeki hükümetlerin kurulmasında ve hükümetlere karşı darbelerin oluşmasında, kabileler arası denge sisteminin ve kabileler arası çekişmelerin etkin rol oynamakta olduğunu, Kaddafi’nin de bu yapının farkında olduğunu ve  ülkedeki güç dengelerini oluştururken kabileler arası dengeyi her zaman koruyup gözettiğini görmekteyiz.

Kaddafi, ülke yönetimi ve idaresini oluştururken bu sistemin ilk halkasına kendisinin de mensup bulunduğu Kaddafi kabilesinden kişileri seçmekte olduğunu görmekteyiz. Özellikle, askeri ve istihbari pozisyonların neredeyse tamamını kendi kabilesinden olanlara vermiştir.

Bu halkanın içerisinde; Libya’nın en büyük kabilelerinde biri olan Megariha kabilesi ve az da olsa El-Avakir kabilesi de Kaddafi’nin yarattığı güvenlik sisteminde kendine yer bulabilmiştir. Kaddafi-Muhalefet çatışmasında en son ana kadar Kaddafi’nin yanında olan Abdüsselam Calud ve Abdullah Es-Senusi bu konumlarda bulunmuştur.  Libya’nın genel görünümüne baktığımız zaman, ülke halkının bağlılıklarının devletten çok kabilelere olduğunu  görmekteyiz. Bu  nedenledir ki, isyanın başladığı dönemde Pekin büyükelçisi görevinden istifa ederek  isyancıların arasına katılmıştır. Yine Kaddafi döneminde Adalet Bakanlığı yapmış olan El-Avakir kabilesinden Mustafa Abdülcelil isyancı saflara katılmış ve isyanın ileriki sürelerinde muhalif hareketin başını çekmiştir.

Derne ve Tobruk’ta yayılan isyanlar, El-Beyda merkezli olup kabilelerin düzen içindeki önemini bir kez daha vurgulamıştır. Özellikle Ebu Lehl, Ubeyde , El-Avakir, Misrata ve 1 milyon üyeye sahip  Verfela kabilesi de dahil olmak üzere  Kaddafi’nin yanında mücadele eden kabileler kadar etkin bir rol oynamıştır.

Libya’da Ordu

Kaddafi’nin kendisi de bir asker olmasına karşın, iktidarı boyunca bilinçli ve sistematik olarak Libya ordusunun gücünü kısıtlı tuttuğunu ve gelişimine izin vermediğini görmekteyiz. Kaddafi, ordunun güçlenmesini engelleyerek kendisine karşı açık bir tehdit haline dönmesine engel olmuştur. Kaddafi’nin ordudaki bu kadar önlemine rağmen, ordu içerisindeki kabile yapılanmasının önüne geçememiştir ve kabile bağlılıkları ordu içerisinde güç odakları doğmasına sebep olmuştur. Buna karşı olarak Kaddafi,  oğlu Hamis’in komutanlığını yaptığı 32.Tugay’ı kurmuş ve gerek teçhizat gerek eğitim bakımından ordudaki en iyi birlik olmasına özen göstermiştir. Sayıları 3000’i bulan Devrim Muhafızları ve 1000 civarındaki İslami Pan-Afrika Lejyonu’na karşı da dengeleyici bir rol oynamaktadır.

Kaddafi’nin orduya güvensizliği altındaki somut nedenlere baktığımız zaman, ordu içerisinde önlenemeyen kabile yapılanmalarının birçok güç odağı noktası oluşturması ve bu güç odaklarının bağlılıklarını hükümet yerine kendi kabileleri ekseninde sürdürmeleridir. İkinci bir neden olarak da Kaddafi’nin iktidarda olduğu süre boyunca kendisine karşı düzenlenen suikast girişimleri ve darbe planlarıdır.

1969 yılında dönemin Savunma Bakanı Adem El-Havaz’ın 1975 yılında Devrim Komuta Konseyi’nden Beşir Havadi ve Ömer el-Muheyşi’nin ve Sirte bölgesi komutanı Hasan İshal’ın başarısız darbe girişimi Kaddafi’nin orduya karşı güvensiz bir bakış açısıyla yaklaşmasına sebep olmuştur.

 

Kaddafi dönemi boyunca Libya ordusuna baktığımız zaman; asker sayısı ve eğitim ile askeri teçhizat miktarı arasında büyük dengesizlikler olduğunu görmekteyiz. Askeri eğitimin vasatı aşmaması ve asker sayısının güçlü ordular nezdinde bakıldığında az sayıda olmasına rağmen Kaddafi iktidarda kaldığı sürece ciddi derecede askeri teçhizat aldığı görülmektedir.

Muhalifler

Libya’da Kaddafi rejimine karşı oluşan muhalefetin, Mısır ve Tunus’ta oluşan muhalefetten farkı; kabileler arası iktidar kavgasını da içermesidir. Muhalif hareketleri kabileler arası iktidar yarışı ile paralel bir şekilde izlediğimiz zaman oluşan muhalefetin bir rejim değişikliği öneren bir hareket olmadığını görebilmekteyiz. Kaldı ki; muhalefetin kurduğu örgütlerin başında da Kaddafi rejiminde de üst düzey yöneticilik yapan kişilerin; bu muhalif hareketin  başında olduğunu görüyoruz. Bu görüşümüzü ülkedeki isyan hareketlerinin artmasından sonra görevinden istifa eden eski Adelet Bakanı Mustafa Abdul Celil’in Ulusal Geçiş Konseyi’nin başkanı olmasıyla birlikte; Libya’da Kaddafi’ye karşı oluşan muhalefetin bir anlamda Kaddafi rejiminde üst düzey yöneticilik yapmış kişilerin sistem içinde daha etkin bir güç haline gelme amacıyla hareket ettiklerini söyleyebiliriz., yani Libya’daki Kaddafi muhalefetinin Mısır’daki ve Tunus’taki halk hareketlerinden farklı olarak bir kabileler arası iktidar yarışı olup, bir rejim değişikliği amacı taşımadığını açık bir şekilde görebiliriz. Konseyin askeri kanadının liderliğini 28 Temmuzda bir suikastle  öldürülene kadar yapmış bulunan eski İçişleri Bakanı General Abdulfettah Yunus gibi Ömer Hariri’de Kaddafi döneminde önemli askeri makamlarda bulunmuş kişilerdir. Muhaliflerin askeri kanadının liderliğini yapan bu iki isimde de gördüğümüz gibi, muhalif liderler aslında rekabet içerisinde olan ve birbirleriyle yarışan belirli kabilelere mensup bulunan kişiler ve aynı zamanda bu isimler Kaddafi döneminde İç İşleri Bakanlığı yapacak düzeyde bulunmuşlardır. Yani bir anlamda rejimin politikasını oluşturmada etkin isimlerdir. Bu örgütlerde de açıkça gördüğümüz gibi mesele bir demokrasi sorunu bir rejim değişikliği değildir. Yukarıda da daha önce belirttiğimiz gibi burada açık bir güç savaşı vardır. Ancak Libya’da oluşan muhalefeti de ikiye ayırmamız gerekmektedir. İlk kısımda gösterebileceğimiz kişiler, rejimde daha önce üst düzey makamlarda bulunmuş ve muhalefetin asıl gücünü oluşturan kesimdir. İkinci kesime baktığımız zaman ise; ülkedeki konut problemine, yolsuzluklara karşı örgütlenen Libya Gençlik Hareketi(ŞEBAB)’ın bulunduğunu söyleyebiliriz.

 

Libya’da ortaya çıkan muhalefet rejimin kendi içinde gelmektedir. Kaddafi’ye karşı ayaklanan yetkililer halkın önderleri değillerdir. Bu muhalif kişiler despotluğa ve rejime aykırı gelmemektedir. Onlar, sadece Kaddafi ve ailesinin yönetimine karşı duran kesimdir.

Kaddafi karşıtı olan Aref Şerif ve El-Yunus da bizzat rejimin içinden gelen parçalardandır.  Öte yandan muhalif kesim medya gücünü de kullanarak sansanyonel haberlere imza atıyordu ve bunun sonucunda birçok olay vuku bulmaya başlamıştı. Örnek olarak Libya’nın Hindistan elçisi Ali el-Essawi BBC’ye  hükümetin göstericilere şiddet kullandığı saldırıları protesto etmek için istifa ettiğini söylüyordu. El-Honi’de göstericilere karşı kullanılan baskı ve gösterilen şiddetti kınamak için istifasını verdiğini söylemiştir. İkinci başkan Sadık el Musrati de bulunduğu Çin’den istifasını vererek ayaklanma müdahalesi için El-Cezire üzerinden orduya çağrı yaptı. Başlarda hükümet kurmaya sıcak bakmaya konsey; Mahmut Cibril’e geçici hükümet kurma görevi vermiştir. Bu yetkinin verilme amacı Kaddafi sonrası kaosu engellemektir. Cibril geçici hükümetin başkanı sıfatıyla Fransa ve İngiltere’yle yürütülen ve bu iki ülkenin UGK’yı Libya’nın meşru temsilcisi olarak kabul etmeleriyle sonuçlanmıştır. Ayrıca Cibril; Başbakan sıfatına ek olarak Dışişleri Bakanı gibi de hareket etmiştir. Uluslararası camiada Libya adına görüş bildirmiş ve Libya’nın yeni yönetiminin yüzü olmuştur.

Ulusal Geçiş Konseyi’nin kurulmasından sonra muhalifler her ne kadar daha organize bir yapıya kavuşsalar da halk nezdinde oluşan muhalefeti tam anlamıyla temsil ettiğini söyleyemeyiz. UGK ‘nın muhalefeti tam anlamıyla temsil etmemesi sebebiyle Kaddafi karşısında önemli bir askeri zafer kazanamamıştır. Ancak, diplomatik yollarla sürdürdüğü ilişkileri hızlandırarak Batının ve BM’nin desteğini yanına çekmiş ve Libya’ya yapılacak olan uluslararası operasyonun oluşumunu hızlandırmıştır. Kaddafi’nin Batı ile olan ilişkilerinde  diyalog ve uzlaşı kapılarını tamamen kapamasıyla birlikte, Batı tarafından tek meşru temsilci olarak kabul edilen UGK Kaddafi karşısında direnebilmesi ve zafer kazanabilmesi için NATO’nun askeri unsurları rejime karşı askeri operasyonlara girişmişlerdir. Ancak Kaddafi’ye karşı yapılan bu operasyonların ilk aşamasında mualifler Kaddafi’ye karşı herhangi bir üstünlük kuramamıştır.  Bu durumdaki asıl sebep NATO’nun Kaddafi’nin temel askeri üslerini bombalamamasıdır. 

Libya’da Dış Müdahiller

Libya’da Kaddafi’nin gitmesi ve reform talebiyle Bingazi’de başlayıp Libya’nın tamamına yayılan gösterilere Libya ordusunun sert müdahaleleri sonucunda çıkan çatışmalar, ülkede iç savaşın çıkmasına sebep oldu.

Muhaliflerin Kaddafi’nin gitmesi üzerine ısrarcı olmaları ve Kaddafi’nin bu muhalif gösterilere karşı herhangi bir taviz vermeden aşırı şiddet kullanmış olması ve bu muhalif hareketleri bastırmak için; savaş uçaklarını ve paralı askerleri kullanması üzerine Batı’nın ilgisi Mısır ve Tunus’tan Libya’ya kaymıştır.

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 26 Şubat 2011 tarihinde Libya’ya ambargo uygulanmasına, Kaddafi ve ailesinin malvarlığının dondurulması ve uluslararası seyahat yasağına dair 15 ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararla birlikte Libya’lı sivil halkın muhalif gösterilerini aşırı şiddet kullanarak engellemeye kalkan Kaddafi’ye karşı ilk adımını atmıştır. Ancak alınan 1970 sayılı karar Kaddafi cephesinde herhangi bir yankı uyandırmamış ve Libya’da sivil kayıpların oluşumu engellenememiş aksine artarak devam etmiştir. BM’nin Kaddafi’yle kurmaya çalıştığı diplomatik girişimlerinde, bir netice vermemesi sonucunda 17 Mart 2011 tarihinde BM Güvenlik Konseyi tekrar toplanmıştır. Yapılan toplantıda Lübnan, Fransa ve İngiltere’nin verdiği teklif ile Libya’da uçuşa yasak bölge ve işgale varmayacak askeri müdahaleler yapılmasına izin veren 1973 sayılı karar tasarısı, Almanya’nın Rusya’nın Çin’in Brezilya’nın ve Hindistan’ın çekimser oyuna karşılık 10 kabul oyuyla kabul edilmiştir. Böylelikle NATO operasyonuna giden yol açılmıştır. Ancak BM tarafında öngörülen tek çözüm yolu askeri müdahale değildir. Aksine askeri müdahale uygulanması gereken son çözüm yoludur. Bunu dikkate alarak 17 Şubat’tan 17 Mart’a kadar geçen 1 aylık süreye baktığımız zaman, yapılması gereken diplomatik temasların yeterince yapılıp yapılmadığı ciddi bir tartışma konusu oluşturmaktadır.

Esas sorun ikili her türlü gelişme seçeneğinin bir kenara itilerek, yalnızca yaptırım yoluna gidilerek böyle bir diplomatik krizin kısa sürede çözülmesini beklemektir. Libya örneği önceki uygulamalarda yaptırım mekanizmasının bu tarz sorunları çözmede tek başına işlev görmediği açıkça görülmüştür. 2011 yılına kadar uygulanan uluslararası yaptırımların yalnızca %34’ü istenilen sonucun elde edilmesini sağlamıştır. Libya’dan daha uzun süre yaptırımların uygulandığı Kuzey Kore, Irak ve İran gibi örneklerde BM’nin yaptırım zorlamasını kullanarak çözüm denemesi herhangi bir başarıyla sonuçlanmamıştır ve bu yaptırımlar çoğu zaman sadece sivil halkın yaşamını daha zor sürdürmesine sebep olmuştur.

Paris’te Fransa’nın ev sahipliğini yaptığı toplantıda , BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun ve 27 liderin katıldığı zirvede  Sarkozy sivil kayıpların önlenmesi için vakit geçirilmeksizin askeri müdahale kararının alındığını duyurdu. Ancak müdahale Sarkozy’nin aksine BM’nin görevlendireceği birkaç ülke yerine NATO güçlerine devredildi. 19 Mart tarihine kadar yapılan operasyona kadar operasyonların başında ABD güçleri tarafından görevlendirilmiş koalisyon güçleri bulunuyordu ve 19 Mart’ta operasyonu NATO devralmış bulunuyordu. Ancak operasyonu NATO’nun devralması belirli sıkıntıları da içinde bulunduruyordu. Bunun sebebi 10 Mart’ta toplanan NATO toplantısında NATO üyeleri operasyonu yürütme sorumluluğunu tartışmış ancak Fransa ve Türkiye’nin farklı politikalar izlemeleri nedeniyle NATO toplantısında istenilen sonuç elde edilememiştir

Çatışma Sürecinde Tarafların İzlediği Siyaset

17 Mart tarihinde alınan 1973 sayılı karar ile operasyonun başına ABD ve koalisyon ortakları geçmiştir. Ancak 19 Mart tarihinde operasyon Fransa öncülüğünde başlamış ve üzerinden 48 saat geçmeden ABD tarafından koalisyon liderliği NATO’ya devredilmiştir. 

19 Aralık tarihinde operasyonun evre değiştirmesinden sonra koalisyon güçleri kendi aralarında bir iç rekabet yaşamaya başlamışlardır. Fransa’nın müdahale üzerindeki egemenliğini kaybetmemek için operasyonun NATO’ya devredilmesine gösterdiği muhalefete karşı İtalya’nın operasyonun NATO’ya devredilmemesi halinde harekata verdiği desteği çekeceğini ifade etmesi, Almanya’nın Güvenlik Konseyinde çekimser kalarak askeri harekata dahil olmaması Fransa’nın muhalifleri Libya’nın resmi temsilcisi kabul etmesine karşın İsveç’in muhaliflere karşı temkinli bir tavır takınması, İngiltere’nin isyancıları silahlandırma tezine Belçika’nın şiddetle karşı çıkması Avrupa’nın Libya konusunda ortak bir politika izlemesinde sıkıntılar yaratmıştır. Ancak bu bölünmenin arka planında çok farklı siyasi amaçlar olduğu görülmektedir.

ABD, Fransa etkisindeki Cezayir, Nijerya, Tunus ve Çad’ın yanına Libya’nın eklenmesine istemezken, Libya’yı Afrika’da olan etkinlik alanına açılan bir kapı olarak gören Fransa, zayıflayan hakimiyetini güçlendirme çabasındadır. Ancak, Çin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi Afrika piyasasına girmeye çalışan ülkelerin ve de ABD’nin Fransa’nın Afrika politikasına karşı AFRICOM ile yaptığı çıkışla Fransa’ya askere müdahale ile bu rekabette avantaj elde etme seçeneğine yönlendirmiştir ve bu şekilde uluslararası sistemin hala göz önünde bulundurulması gereken aktörlerden biri olduğunu göstermiştir.

Libya müdahalesinde bir diğer faktör Avrupa Orduları ile ilişkili bütçe ikilemleriydi. Durgunluk sonucu gelirin azalması yüzünden bazı Avrupa ülkeleri gelir açığı yaşadı ve kendi hükümetleri özellikle Büyük Britanya’da büyük ölçüde bütçe kesintileriyle karşılık verdi. Buna ek olarak Kraliyet Hava Kuvvetleri müdahaleden politik çıkarlar sağladı. Son olarak dünya devlerinin en büyük sorununun petrol olduğunu söyleyebiliriz. Tekrar belirtmekte fayda var ki Libya dünyanın en büyük 9. petrol rezervine sahiptir. İtalya’nın ENI’ı, Fransa’nın Total’i, ABD’nin Conoco-Phillips’i ve İngiltere’nin BP’si dahil büyük bir çok şirket ve ülke Libya’ya yatırım yapmaktaydı. İsyanların başlamasıyla bu şirketlerin yatırımları tehlikeye girmiştir. Örneğin Şubat 2011’de International Oil Daily’de şöyle yazmaktaydı: “Libya’yı içine çeken şiddetin şok dalgaları petrol endüstrisini sert vurdu. İsyan devam ederken kesintiler yaşanabileceğine dair işaretlerde belirdi.” Oil and Gas News’a göre “İtalya’nın ayaklanmayı destekleyen dış müdahale konusundaki tereddütleri nedeniyle, Libya petrol sektöründe ENI’nin baskın konumu, Fransız Total ve muhtemelen İngiltere petrol grupları için daha çok söz hakkı yaratacak biçimde zayıflatılabilirdi.” 

Libya’daki operasyonun ana mimarlarından biri olan İngiltere’nin politikası ise yine Libya’nın stratejik önemi üzerinden rekabet çerçevesinde değerlendirilmelidir. Afrika’da rekabetin kızıştığı günümüzde İngiltere’de oyun dışı kalmak istemeyerek Libya’ya askeri müdahaleyle kendisine bölgede yeni bir etki alanı ve bölgede saygınlık kazanma çabasındadır. Bu sayede İngiltere, Fransa’nın Kuzey Afrika’da kurmaya çalıştığı tahakkümü bozarak politik bir denge kurmak istemektedir.  Soğuk savaşın bitimiyle birlikte sistem içerisinde yeni güçlerin sivrilmeye başlaması ve bu güçlerin kendilerine yeni pazarlar aramalarının doğurduğu rekabetin genişlemesinin yanı sıra küreselleşme sonucu gelişen ekonomik ve siyasal ilişkiler, uluslararası krizlerde safların belirlemesini daha muğlak ve zor hale getirmiştir. Libya krizinde, BM Güvenlik Konseyi’nde oylamasında çekimser oy kullanarak Rusya, Almanya, Hindistan ve Çin askeri müdahaleye karşı çıkan ülkelerin pozisyonlarını bu çerçevede değerlendirmelidir. 

Libya krizinde Rusya’nın takındığı tavra baktığımız zamandaysa bu konu hakkında net bir politika izlemediğini görmekteyiz. Moskova olayların başından itibaren Libya’daki gelişmelerle ilgili karışık sinyaller göndermesiyle eleştirilmiştir. Rusya’nın elinde veto kozu olduğunu düşündüğümüzde, bu eleştirilerin haklı olduğunu söylenebilir.

Çünkü Moskova oylamada çekimser kalarak bir anlamda operasyona evet demiştir. Libya konusundaki çelişkili ifadelere baktığımız zaman Başbakan Putin’in basına yaptığı açıklamada operasyonu bir “Haçlı Seferi”ne benzetmiştir. Başbakan Putin’in bu açıklamasının hemen ardından Devlet Başkanı Medvedev, Putin’in yaptığı açıklama hakkında:  “Bu ifadeler kabul edilemez” diyerek Putin’i yalanlamıştır. Putin ve Medvedev arasındaki bu çekişme medyada iyi polis-kötü polis oyununa benzetilmiştir. Rusya operasyona çekimser oy kullanarak bir anlamda Batının günahlarına ortak olmama çabası taşımaktadır. Günahlarına ortak olmak istememektedir ve de Kaddafi’nin girişebilme olasılığı bulunan katliamlarına veto hakkını kullanarak ortak olmak istememesidir. Aynı zamanda silah ambargosu yüzünden Rusya 4 milyar dolarlık zarar etmesine rağmen Libya’ya olası bir operasyonda Rusya’nın ekonomik açıdan kazançlı çıkması çok yüksek bir ihtimaldi. Libya kendisine yapılan operasyon sebebi ile Kıta Avrupası’na yaptığı doğalgaz sevkiyatını durdurmak zorunda kalacaktı. Piyasada Libya yüzünden oluşan boşluğu da Rusya doldurmuş olacaktı. Böylece Gazprom’un Avrupa pazarında ekonomik kriz nedeniyle düşen Pazar payını Libya savaşı sayesinde yükseltmiş olacaktır. Libya savaşı sonrasında da Gazprom’un gaz sevkiyatında %19.1’lik bir artış olmuştur. 

Libya’ya yapılacak olan askeri operasyonu Çin’in veto etmemesinin ardındaki sebebe baktığımızda ise ülkede çalışmakta olan 30.000 Çinli’nin akıbeti üzerine duyulan endişedir. Bununla birlikte Kaddafi’nin saldırgan politikaları sonucunda oluşabilecek olan bir soykırıma bir anlamda ortak olunmak istenmemesidir. Çin’in son yıllarda Libya ile gelişen ekonomik işbirliğine karşı 2009 sonunda düzenlenen Çin-Afrika Zirvesi’nde Çin için en sert ifadeleri Libya Dışişleri Bakanı Musa Kusa’nın “Çin’in Afrika’daki varlığı yeni sömürgeciliktir ve amacı bütün kıtayı kontrol etmektir” sözleridir. Bu ifadeler Pekin’de ciddi bir rahatsızlık uyandırmıştır.

Ancak Çin Batı’nın operasyona başladığı sırada Batı’ya karşı ciddi bir eleştirel tutum takınarak kendisini Batı’nın izlediği politikalardan soyutlamıştır. Bu sayede hem Kaddafi yönetiminin kazandığı bir senaryoda çıkarlarını korumak hem de bu söylem üzerinden Afrika ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutmayı amaçlamıştır.

Fakat muhaliflerin kazanacağı anlaşıldıktan itibaren söylemlerini yumuşatmış ve Libya halkının kendi kaderini tayin etme hakkının var olduğunu söylemiştir.

1973 sayılı karar tasarısı oylamaya sunulduğunda çekimser oy kullananlar arasında en fazla tartışma yaratan ülke Almanya’dır. Merkel’in bu kararı Almanya içinde ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Hatta Merkel’e karşı eleştiriler Almanya’nın ortak bir AB politikası hayallerini yok ettiği savı ile karşı karşıya kalmıştır. Almanya’nın Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmadığı düşünülürse çekimser oy kullanması hayır anlamına gelmektedir. Almanya’nın bu politikayı izlemesinin en temel nedeni Libya, Almanya’nın en büyük dördüncü petrol sağlayıcısı olarak yaklaşık toplam talebin %11’ini karşılamaktayken Almanya, Libya petrolünün alıcıları arasında İtalya’dan sonra 2.sırada yer almaktadır ve de Rus enerji kaynaklarına bağlılığını Kuzey Afrika petrol yolları ile kırmak istemektedir. Libya’ya müdahaleyi tercih eden İngiltere ve Fransa ile benzer ekonomik çıkarlara sahip olmasına karşın, Almanya’nın kendine rakip olarak gördüğü bu ülkelerin politikalarına geleneksel temkinli yaklaşımı da bu kararda etkili olmuştur. Almanya’nın bundan sonraki süreçte ulusal çıkarlarını birlik ve ittifak çıkarlarının önünde tutan bir politika izleyebileceğinin sinyallerini vermektedir.

Obama’ya gelince çok pahalıya mal olacak bir bataklık olarak gördüğü savunmak bakanı Gate ve genelkurmay başkanının karşı çıktığı müdahaleye pek hevesli değildir. ABD’de müdahaleye önayak olanlar liberal müdahaleciler olmuştur. Amerika’nın tutumunu inceleyecek olursak önceleri Dışişleri Bakanı Clinton şunları söylemiştir: “Başkan Kaddafi’yi devlet başkanlığına davet etmekten mutluluk duyuyorum. Libya ve ABD arasındaki ilişkiye çok önem vermekteyiz. İş birliğimizi derinleştirecek ve genişletecek çok fırsatlarımız vardır.” ABD ve Libya arasında uzlaşma başladığından beri iki ülkenin orduları da birbirlerine yaklaşmıştır ve Trablus ABD’den askeri teçhizata almaya sıcak bakmıştır. Bu ilişkiyi doğrulayan Pentagon Sözcüsü Albay Hibner “Ortak çıkarımız Libya’nın yeteneğini geliştirmek açısından Libya’nın isteklerini ABD değerlendirecektir” demiştir. 

23 Şubat tarihli Wall Street Journal başyazısında “ABD ve Avrupa Libya’lılara Kaddafi rejimini devirmek için yardım etmelidirler” başlığını atmıştır.

Washington’da Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn’in başındaki diktatörlere karşı herhangi bir makale yazılmamış ve konuşma yapılmamıştır. Tekrar hatırlatılmalıdır ki Libya Ulusal Kurtuluş Cephesi CIA tarafından finanse edilmektedir. Kaddafi ve rejimine  karşı yapılan ayaklanmayı inceleyecek olursak göz ardı etmememiz gereken gerçeklerden biri de ABD’nin 1969’da Kaddafi’nin hükümeti ele geçirmesi ile kaybettiği Libya petrolünü tekrar ele geçirmektir. Bu yaklaşımı Hillary Clinton’un şu sözleri desteklemektedir: “Geldik , gördük ve o öldü”. Ancak Manuel’in bu yaklaşımının yüzde yüz doğru diyemeyiz. Bunun sebebi Kaddafi’nin Kapitalist dünyaya kendisini 11 Eylül sonrası açmaya başlamasıdır. Ancak ABD’nin de Libya üzerinde politika üretirken ki tavrını Avrupalı ülkelerden farklı görmemek gerekmektedir.

Ayaklanma başladığında Libya’da bulunan 25.000 vatandaşını ve iş yatırımlarını düşünen Türkiye; sorunları öncelikle barışçıl diyaloglarla çözme taraftarıydı. Kaddafi ile bu tutumu devam ettirerek vatandaşlarının güvenli bir şekilde tahliyesini sağlamıştır. Öte yandan muhalif kesimle de diyalog içinde kalmaya çalışmıştır. Fransa’nın önünün kesilmesi amacıyla NATO’nun sorumluluk alması fikrini benimsemiştir. 

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close