Yüzyılın Hikayesi; TBMM’nin Açılmasına Giden Süreç Milli Egemenlik ve Cumhuriyet
Türk Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist ülkelerin beklentilerini boşa çıkartarak zaferle sonuçlanması üzerine Türk milleti neler yapmaya muktedir olduğunu tekrar hatırlamış ve bu özgüvenle Türk Devrimleri Atatürk’ün önderliğinde ve yol göstericiliğinde olmak üzere gerçekleştirilmiştir. Tarih açık bir şekilde göstermiştir ki, Türk milletinin bekasının ve milletler camiası içinde hak ettiği yeri almasının yegâne biçimi cumhuriyettir. Batan bir imparatorluğun külleri arasından, kanla irfanla kurduğumuz Cumhuriyet sayesindedir ki, bugün Türkiye’nin dört bir yanında meydanlar haklı bir gururla “biz bir milletiz” diye haykırmaktadır.
Her millet, tarihi süreçte geçirmiş olduğu olayları, gelecek nesillere aktararak, onların bu olaylardan ders almalarını ister. Bu durum, milletlerin geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle yakından ilgilidir. Çünkü böylelikle yeni nesiller, ileride benzer olaylarla karşılaştıkları zaman, bu olaylara bakarak yapmaları gereken işler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir. Bu düşüncenin eseri olarak, emperyalizme karşı verilmiş kutsal bir savaş olan var olma mücadelesini gerçekleştirerek, Türkiye Cumhuriyetini kuranlar da, Millî Mücadelenin hangi şartlarda kazanıldığı ve cumhuriyetin hangi şartlarda kurulduğunu bütün millet ve yetişecek yeni nesiller tarafından bilinmesini ve ona göre sahip çıkılmasını istiyorlardı.
Mustafa Kemal Atatürk 9 Mayıs 1935 tarihinde yapmış olduğu bir konuşmada Türk İnkılâbını ifade ederken: “Uçurum kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız, devrimler. İşte Türk Genel Devrimi’nin bir kısa ifadesi…” demiştir. Burada Türk İstiklalinin hangi şartlar altında elde edildiği anlatılmaktadır. Bu yıl TBMM’nin açılışının 100ncü yıldönümünü kutluyoruz. Milletimize kutlu olsun.
TBMM’NİN AÇILIŞINA GİDEN SÜREÇ VE ARDINDAKİ GERÇEKLER
Millet; insanlığın bugün ulaştığı uygarlık düzeyinde oluşturabildiği en yüksek toplumsal aşamayı ifade etmektedir. Şüphesizdir ki, bir millete mensup olmanın geçmişle ve gelecekle yoğun ilişkisi vardır. Birlikte yaşanan ve kuşaktan kuşağa devredilerek dünyaya bakışı şekillendiren ortak geçmiş, hem bireyin özgüvenini hem de toplumun birlikte yaşama ve daha iyi bir geleceği birlikte inşa etme ülküsünü güçlendirmektedir.
Söz konusu ettiğimiz ortak geçmiş, hep iyi ya da ideal değerler doğrultusunda gelişmiş bir dizge değildir. İyi-kötü, doğru-yanlış tıpkı hayatın kendi akışı gibi iç-içe geçmiş bulunmaktadır. Unutmamalıyız ki, tarih adını verdiğimiz geçmiş, bize sürekli doğrusal bir çizgi sunmaz. Yani her şey, bütün milletler için, her zaman iyiye doğru bir değişim çizgisi izlemez. Medeniyet adını verdiğimiz insanlığın toplam değerlerinin geliştiği merkezler her zaman sabit olmamıştır. Bu merkezler zaman içinde değişirler. Öncülük, farklı kültürler tarafından üstlenilebilir ve böyle olmuştur. Gelecekte de bunun farklı işleyeceğine ilişkin bir belirti henüz yoktur ama bütün yaratıcı kültürler, temsil ettikleri medeniyetin ölümsüz olduğuna ilişkin ilginç bir inancı sürdürürler. Toplumların karşı karşıya kaldığı asıl travma bu duygudan kaynaklanmaktadır denilebilir.
İkiye bölünmüş Roma’nın Batı’sı, M.S. 5. yüzyılın sonlarına doğru bozkırlardan gelen savaşçı toplulukların kuşatması altında olduğu bir dönemde, kendini “güneşi hiç batmayacak olan ihtişam”ın temsilcisi olarak tanımlıyordu. Romanın yıkılışı Avrupa’yı koyu bir karanlığa sürükledi ve insanlığın medenî merkezi Doğu’ya kaydı. Türk kültür ve medeniyeti bu tarz bir travmayı 18. yüzyılda yaşadı. Roma’nın çöküşünden sonra Batı’nın sürüklendiği “karanlık çağ” kendi yükseliş dinamiklerini oluşturmaya çabalarken, medeniyetin merkezi olan Doğu’daki öncülük 11. yüzyıldan başlayarak Araplar’dan Türklere geçti. Medeniyet merkezlerindeki kayma 17. yüzyılda tekrar Batı’ya yöneldi. Ancak bunun sarsıcı sonuçları Türkler tarafından ancak 18. yüzyılda hissedildi ve halen de hissediliyor. Türkler de tıpkı Romalılar gibi kendi temsil ettikleri medeniyetin ve mensup oldukları kültürün “evrensel ve ebedi üstünlük” imgelerine içtenlikle inanıyorlardı. Nitekim günümüzde de bu inancın izlerini sürmek mümkündür.
Ancak bu davranış ve sorun çözme kodlarının artık yetersiz kaldığını yaşayarak öğrendikçe sistemi, kendi medeniyetlerinin kodlarını ve nihayet özgün kültürel kodlarını sorgulamaya başladılar. Bu sorgulamanın günümüzde de sürdüğünü kabul etmek gerekmektedir.
Prof.Dr. Suna Kili’nin “Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli” başlıklı eserinde de vurguladığı üzere; “Türk milleti; ulusal kurtuluş, ulusal bağımsızlık savaşı vermiş bir millettir. Türk milleti tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamış ve sömürge durumuna düşmemiştir. Bu millet, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden başlayarak devletin zayıflaması ve güçsüzleşmesi oranında kapitülasyonlar yoluyla sömürülmüş fakat bir başka devletin egemenliği altına girmemiştir.”
Osmanlı İmparatorluğu ya da Osmanlı Devleti “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye – Büyük Osmanlı Devleti”, 1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş Türk devletidir. Dünya tarihinin en uzun süreli imparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu; Doğu Avrupa, Güneybatı Asya, Kuzey Afrika ve Atlas Okyanusu doğal sınırlarına ulaşana kadar topraklarını genişletmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nu Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup Osman Gazi Söğüt ve Domaniç civarında 1299 yılında kurmuştur. Devlet dördüncü padişah olan Yıldırım Bayezid’in Timur’a esir düşmesiyle Fetret Devri’ne girmiştir. 11 yıl süren taht kavgalarından sonra Mehmet Çelebi (I. Mehmet), Fetret Devri’ne son vermiştir. Fatih Sultan Mehmet, 1453’te Konstantiniyye’yi fethederek Doğu Roma İmparatorluğu’nu sonlandırmıştır. Bazı tarihçilere göre bu zaferle Orta Çağ’ın sona erip Yeni Çağ’ın başlamasını sağlamıştır. Bu fetihle beraber devlet, imparatorluğa yükselmiştir.
Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethetmiş, halifeliğin Osmanlı Padişahlarına geçmesini sağlamış, Kanuni Sultan Süleyman, Orta Avrupa’da büyük ilerleme kaydetmiş ve Macar Krallığı’na son vermiştir. Avrupa’ya karşı sağlanan üstünlük, I. Ahmet ile birlikte son bulmuştur. 11 Kasım 1606 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında imzalanan Zitvatorok Antlaşması Osmanlı Devleti’nin artık eski gücünde olmadığını gösteriyordu. Bu antlaşma ile 1533 tarihli İstanbul Antlaşması ile elde edilen protokol ve hukuksal alandaki üstünlük Osmanlı İmparatorluğu açısından sona ermiş, bu iki devlet ve yöneticileri hukuk ve protokol anlamında birbirlerine eşit sayılmışlardır.
I. Mustafa ve Genç Osman ile birlikte tahttan indirilmeler başlamış, devlet yönetimi Bağdat’ın fethedilmesini sağlayan IV. Murad’a kadar zayıflamıştır. II. Mustafa zamanında ise Osmanlı ilk defa büyük ölçüde toprak kaybetmiş, bu zaman diliminden itibaren reformist, yenilikçi akımlar başlamıştır. II. Mahmud isyanların baş gösterdiği Yeniçeri Ocağı’nı kapattırmıştır. Abdülmecid 1839’da Tanzimat Fermanını ve 1856’da Islahat Fermanı’nı ilan etmiş, II. Abdülhamit 1876’da Birinci Meşrutiyeti ilan etmiştir.
Anadolu isyanları; Celalî (1519), Baba Zünnun (1525), Kalender Çelebi (1528), Karayazıcı (1598), kısaca Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş, ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırmış ve böylece Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozulmuştur. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler olmuş. Tarımsal üretim gerilemiş ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açmıştır. On binlerce insan yaşamını yitirmiş ve pek çok yerleşim yeri de yıkıma uğramıştır. Avrupa’daki gelişmelerin (Reform, Rönesans) takip edilmemesi, akılcılık ve bilimden uzaklaşmak a Osmanlı’nın gerilemesine ve devamında yıkılmasına yol açmıştır.
Değişen ticaret yolları ve gelişen Avrupa teknolojisi, Osmanlıların Avrupalılar karşısında güç kaybetmesine neden olmuştur. 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması’yla beraber, Kutsal İttifak Savaşları başlamış. 26 Ocak 1699 tarihinde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı-Kutsal ittifak Savaşları’nı bitirmiştir. 1699 Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi başlamıştır.
Osmanlı tarihinde Karlofça Antlaşması’ndan (1699) başlayarak, Yaş Antlaşması’na kadar (1792) geçen süreye de Gerileme Dönemi denir. Bu dönemin sonlarına doğru, Osmanlı Devleti’ne Avrupalılar tarafından “Hasta Adam” denmeye başlanmıştır. Çünkü bu dönemde Osmanlı Devleti, büyük oranda toprak kayıpları yaşamıştır. Bu dönemde Karlofça ve İstanbul Antlaşmaları’yla kaybedilen yerleri geri almak ve mevcut toprakları korumak amacıyla batıda Avusturya ve Venedik, kuzeyde Rusya ve doğuda İran ile savaşlar yapılmıştır.
Toplumumuzun var olma mücadelesinde Türk İnkılabının önemini ve Cumhuriyete giden süreci anlamak bakımından Osmanlı Devleti’ni gerileme ve sonrasında da çöküşe götüren bu olaylara değinmek gerekmektedir. Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren yaşanan gelişmeler ve bunların ortaya çıkarttığı sonuçlar, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerilemeye götüren temel dış etkenleri oluşturmaktadır.
15. ve 16. yüzyıllardaki Coğrafi Keşifler, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu ticaret yollarının değişmesine neden olmuştur. Bu değişimin en önemli sonucu Avrupa’da sömürgeciliğe dayalı yeni güçlerin ortaya çıkmasıdır. İspanya, Portekiz ve 17. yüzyıldan başlayarak İngiltere ve Fransa nüfus ihracı yoluyla yeni topraklar ve gelir kaynakları yaratmayı başarmışlar ve bu Osmanlı maliyesi üzerinde ciddi bir baskı yaratmıştır.
Öte yandan 17. yüzyılın Aydınlanma düşüncesinde, kilisenin etkinliğinin kırılması, toplumun geniş kesimlerinin yönetime katılması ve düşünce özgürlüğü gibi söylemler yer almıştır. Aydınlanma düşüncesi, kilisenin “bilgi” üzerindeki tekelini kırmış ve bilimin öne çıkmasını sağlamıştır.
Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile insanın dünyaya bakış açısı da büyük ölçüde farklılaşmıştır. Bu gelişme, Sanayi Devrimine yol açmış ve geleneksel üretim tarzı değişmiştir. İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi sayesinde fabrikalaşma ile ucuz ve seri üretim gelişmiş, ticaret canlanmış, insan gücünün yerini makineler almıştır. Endüstri Devrimi, pazar ve hammadde arayışını başlatmış bu nedenle sömürgecilik politikaları ortaya çıkmıştır. Avrupa’dan nüfus ihracı yoluyla kurulan koloniler, önemli hammadde üretim merkezlerine dönüşmenin yanı sıra büyük gelir kaynakları haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu toprakların, stratejik bakımdan, Avrupa’nın sömürgelerine giden yolda önemli bir bağlantı durumunda olması Türkiye’nin sömürgecilik rekabetinin temel hedeflerinden biri haline gelmesine neden olmuştur.
18. yüzyılda toplumlar arasındaki ilişkileri Fransız İhtilali ile ortaya çıkan demokrasi, özgürlük ve milliyetçilik düşüncesi etkilemiştir. Özellikle milliyetçilik düşüncesi, bağımsızlık duygularının güçlenmesine neden olmuştur. Her millet kendi devletini kurmalıdır düşüncesi imparatorlukların yıkılmasına neden olmuş, “Anayasa”lı rejimler peş peşe kurulmaya ve Avrupa’da ulus-devletler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Osmanlı Devleti, Avrupa’daki bu gelişmeleri zamanında fark edememiş ve fark ettiğinde ise bu gelişmeleri sadece siyasi boyutta ele alarak orduda yapılacak yeniliklerin durumu düzelteceği yanılgısına düşmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Dönemi (1792-1918) arasındaki dönemdir. Avrupa’nın ulusal devlet süreci 13. Yüzyılda başlamış sonraki dönemde hızlanarak gelişmiştir. Ulusal devlet olma sürecinin en önemli örnekleri Fransa ve İngiltere’dir. Bu feodal beyliklerden oluşan parçalı, geleneksel siyasal yapıdan güçlü merkezîleşmeyi olanaklı kılan ulusal devlete geçiş sürecidir. Sürecin itici gücü krallar ve onların kurduğu ulusal bürokrasi ile ulusal ordulardır. Osmanlı bu süreçte ulus devlet olmayı başaramamış ve bunun acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açan siyasal, ekonomik, budunsal (etnik), dinsel nedenler de vardır. Fakat tüm bu etkenler içinde en önemlisi geleneksel Osmanlı Devleti’nin ulusal devlete yönelip, onun gereklerine göre toplumu, yönetimi, ekonomiyi, devlet ve toplum yaşamıyla ilgili tüm kuruluşları modern bir çerçeve içerisinde yeniden düzenleyememesi olarak gösterilmektedir.
Osmanlı maliyesinin bozulması beraberinde iç sorunları da artırmıştır. Osmanlı vergileri artırma zorunda kalmış bu da halk arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır. Kapitülasyonlar ve yabancılara sağlanan ticari ayrıcalıklar Osmanlı ekonomisini tamamen dışa bağımlı hale getirmiş, devlet gelirlerinin giderleri karşılayamaması dış borçlanmayı zorunlu kılmıştır.
I. Abdulhamid Avrupa’dan askeri uzmanlar getirterek orduyu ıslah etmek istemiş, III. Selim yeniçerinin yanında yeni ordu birlikleri yetiştirmek istemiştir. Ancak bu çabalar kısa sürede bağnazların tepkisini çekmiş Kabakçı Mustafa ayaklanmasıyla girişim sona erdirilmiştir.
II. Mahmud, III. Selim’in yapmak istediğini 1826 yılında yapmış ve Yeniçeri Ocağını kaldırmıştır. Bu olaya “Vaka-i Hayriye” denir. Vaka-i Hayriye ile Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra Asakir-i Mansure-i Muhammediye (Muhammed’in zafer kazanmış orduları) adıyla yeni bir ordu kurulur.
Yeni ordunun kurulmasından doğan zafiyet dolayısıyla imparatorluk içinde peş peşe isyanlar patlak vermiştir. Bunlardan bizce daha önemli olduğunu düşündüklerimizin Sırp İsyanları ve Yunan İsyanı olmasıyla birlikte 1800-1918 tarihleri arasında gerçekleşen diğer isyanlarda aşağıda görüldüğü gibidir; “Pazvantoğlu Ayaklanması (1801-04), Birinci Sırp Ayaklanması (1804-13), Kabakçı Mustafa İsyanı (1807), Jančić İsyanı (1809), Hadži Prodan İsyanı (1814), İkinci Sırp Ayaklanması (1815-17), Eflak Ayaklanması (1821), Yunan İsyanı (1821-29), Atçalı Kel Mehmet Efe İsyanı (1830), Bosna Ayaklanması (1831-33), Birinci Arnavut İsyanları (1833-39), Girit İsyanı (1841), İkinci Arnavut İsyanı (1843-44), 3. Arnavut İsyanı (1847), Hersek İsyanı (1852-62), Epir İsyanı (1854), Dolyani İsyanı (1858), Lübnan Dürzi-Maruni Çatışması (1860), Girit İsyanı (1866-69), Hersek İsyanı (1875-77), Bulgar İsyanları (1876), Razlovtsi Ayaklanması (1876), Kumanova Ayaklanması (1878), Çırağan Baskını (1878), Girit İsyanı (1878), Kresna-Razlog Ayaklanması (1878-79), Epir İsyanı (1878), Girit İsyanı (1896-97), Ilinden-Preobrazeni Ayaklanması (1903), Harran Dürzi İsyanı (1909), 31 Mart İsyanı (1909), Halâskâr Zâbitân (1912-13), Bâb-ı Âlî Olayları(1913), Birinci Dersim Ayaklanması (1914), Arap Ayaklanması (1916-18)”.
Osmanlı Devleti yaşanan tüm bu süreçlerde bir yandan ayaklanma ve sorunlarla uğraşırken diğer yandan modernleşme girişimlerinde bulunmuştur. Bunlardan biri Tanzimat Fermanı’dır. 3 Kasım 1839’da okunan Tanzimat Fermanı, Osmanlı-Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımını oluşturmuştur.
1854’te Rusya ile yaşanan Kırım Savaşı sırasında Osmanlı Devleti dış borçlanmaya gitmek zorunda kalmış ki bu dış borç sarmalı sonuçta Osmanlı maliyesini batı denetimi altına sokacak olan Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasına kadar gitmiştir. Avrupa devletler ailesi içinde yer almak isteyen Osmanlı Devleti, 1856 yılında Islahat Fermanı’nı ilân etmiş, bu fermanla birlikte Batılı büyük güçler tarafından denetlenmesinin kapısı açılmıştır. Berlin Antlaşması’yla uluslararası anlaşmalarda yer alan ve uluslararası denetimi kabul etmeyi bir taahhüt haline dönüştüren bu gelişme imparatorluğun dağılmasını hızlandıran unsurlardan biri olmuştur.
Öte yandan Tanzimat ve Islahat Fermanlarının yarattığı gelişme, Osmanlı siyasal ve toplumsal düzeninde özgürlük taleplerinin yükselmesine yol açmıştır. Devamında Türk Siyasi Tarihinde önemli bir yer tutan Meşrutiyet dönemini başlatmıştır.
BİRİNCİ VE İKİNCİ MEŞRUTİYET (ANAYASAL SALTANAT) (1876-1908)
Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde batı tarzında eğitim veren kurumlardan yetişen Osmanlı aydınları, Batı fikirlerinden ve özellikle Fransız İhtilali’nin yaydığı “hürriyet, adalet, eşitlik, toplumsal dayanışma, parlamento” gibi kavramlardan önemli ölçüde etkilenmişlerdir.
23 Aralık 1876’da Kanun-ı Esasi’nin ilân edilmesi ile1877 yılının ilk aylarında ilk Türk parlamentosu toplanmıştır. Ancak I. Meşrutiyet dönemi uzun sürmemiş, 1877 yılında Rusya ile patlak veren savaş, Osmanlı ordusunun ağır mağlubiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile sona erince, Padişah II. Abdülhamid, savaş kışkırtıcılığıyla suçladığı Meclisi 13 Şubat 1878’de askıya alarak 1878’den 1908’e kadar devam edecek olan kendi kişisel egemenliğine dayalı bir yönetim oluşturmuştur. Osmanlı tarihinde istibdat dönemi olarak adlandırılan bu dönemde her türlü cemiyet kurmak yasaklanmış, basına sansür uygulanmıştır.
1908’de Rus Çarı ile İngiltere Kralının Reval’de buluşarak Boğazlar meselesini görüşmeleri ve Makedonya’da ıslahat yapılmasını istemeleri İttihatçıları harekete geçirmiştir. İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik görüşlerini engellemek için tek çarenin Meşrutiyeti yeniden ilan etmek olduğuna inanan Cemiyete bağlı subaylardan Enver Bey Selanik’te, Ahmet Niyazi Bey Manastır’da kendilerine bağlı birliklerle ayaklanmışlardır. II. Abdülhamid’ten Meşrutiyeti ilan etmesini istemişler, olayların genişlemesinden çekinen II. Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de meşrutiyeti yeniden ilan ederek Kanun-ı Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymuştur.
1909 yılının başlarından itibaren II. Meşrutiyet rejimine dolayısıyla İttihat ve Terakki Fırkasına karşı Ahrar Fırkası, büyük bir muhalefet başlatmış ve bu fırkanın çıkarttığı Serbesti Gazetesi’nde yayımlanan sert yazı ve eleştiriler halkı iktidara karşı harekete geçirmiştir. Yazdığı yazılar nedeniyle başyazar Hasan Fehmi, Galata Köprüsü’nde kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürülünce, bu olayı bahane edenler çeşitli gösterilere başlamışlardır. Bu olayların artması sonucunda Rumi takvime göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) İstanbul’da yönetime karşı bir ayaklanma çıkmış ve Osmanlı tarihinde bu olaya 31 Mart Vakası denilmiştir.
Ayaklanmayı bastırmak için İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri harekete geçmiş, komutanlığını Mahmut Şevket Paşa’nın yaptığı Harekât Ordusu Selanik’ten İstanbul’a gelerek bu ayaklanmayı kısa sürede bastırmıştır. Bu olay neticesinde II. Abdulhamid tahttan indirilerek yerine V. Mehmet (Reşat) Padişah olmuştur.
Yukarıdaki satırlarda da görüldüğü üzere dağılmayı önlemek için Osmanlı devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış ise de, Avrupa’da çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmıştı.
Tüm bunların üstüne İtalyanlarla Trablusgarp Savaşı (19111912), Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı (19141918) ve bu savaşın içinde oldukça önemli bir yer tutan Çanakkale Savaşı (1915-1916). Bu cihan savaşı Osmanlıyı sona götürmüştür. Devamında Osmanlının yıkılma süreci, Türk Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması (1918-1923) yaşanmıştır. Burada Cumhuriyete giden süreçte Türk siyasi hayatının daha iyi anlaşılması açısından Osmanlı son dönem fikir akımlarına da bakmak gerekir.
OSMANLI SON DÖNEM FİKİR AKIMLARI
Osmanlıcılık
Bu görüş Sultan Abdülaziz zamanında ortaya çıkmıştır. Akımın öncüleri Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni kuranlardır. Bu görüşü savunanlar için, millî birlik, millî şuur ve millî ülkü ancak Osmanlı birliği ile ve bunun gereklerini yerine getirmekle gerçekleşecek ve devlet bu sayede yıkılmaktan kurtulacaktır.
Bu akımın savunucularına göre; Osmanlı Devleti bünyesinde yaşamakta olan Türk, Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Arnavut, Bulgar her soydan topluluk aynı kabul edilecek, herkes “Osmanlı” olacaktır. Böylece milliyetçiliğin yarattığı ayrılıkçı ve bağımsızlık yanlısı hareketler önlenecek, bütün teba’a Osmanlı Devleti’nin yücelmesi için mücadele edecektir. Bu akım doğrultusunda yaşanan en uygun gelişme Meclis-i Mebusan’ın açılmasıdır. Balkan savaşları sonrasında bu fikir akımı etkinliğini yitirmiştir.
İslamcılık (Panislamizm)
Osmanlı Devleti’nin sosyal ve siyasal bütünlüğünü korumak için ortaya çıkmış, Tanzimat Dönemi’nde Müslüman olmayan ahaliye verilen haklar karşısında daha da güçlenmiş, I. ve II. Meşrutiyet Dönemi’nde çok sayıda taraftar bulmuş olan akımdır. Memlekette İslâmiyet’e büyük önem veren ve bütün Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını temel alan görüştür. Bu görüşü savunanlara göre devlet işlerinin kötüye gitmesinin tek nedeni din kurallarının bütünüyle uygulanmamasıdır. İslâmcılara göre, İslâmiyet gelip geçmiş devlet ve toplum düzenlerinin en gelişmişi, en iyisi ve en yararlısıdır. Bu sebeple İslâmiyet’in bütün kuralları hiç ödün verilmeden tam anlamıyla uygulanırsa bütün İslâm ülkeleri arasında birlik kurulabilirdi. Osmanlı Padişahı da “halife-i rûy-i zemîn” (yeryüzünün halifesi) olduğuna göre, kurulacak böylesi bir birlik Osmanlı Devleti’ni yeniden eski güçlü ve saygın günlerine kavuşturabilirdi. “Genç Osmanlılar”ın desteğini de alarak Meşrutiyet kurmak vaadiyle iktidara gelen II. Abdülhamid de, bu akıma destek verenlerin başında yer almıştır. Bu akımın savunucuları batı taklitçiliğine karşı çıkmışlardır. I. Dünya Savaşı’na Arapların İngilizlerin yanında savaşa girmesi, bu akımın önemini kaybettiğinin göstergesidir.
Türkçülük
Devletin kurtuluş ve yükselme çaresini, millî varlığını, millî duygu ve ülküsünü Türk milletinin tek vücut olmasında aramıştır. Böylece Osmanlı Devleti, birbirine sıkı sıkıya bağlı ve aynı soydan gelecek bir sosyal dayanak bulmuş olacaktı.
Osmanlı devletinin bayrağı altında şuursuz bir hayat yaşayan Türkler, millî duygunun uyanmasıyla yeniden eski güçlü günlerine dönecektir. Bu akımın savunucularına göre; Osmanlı Devleti’nin kurtarılması ancak, imparatorluk sınırları içinde yaşayan Türklere ait ülkü birliği, milli şuur aşılanarak sağlanabilir. Türkçülük düşüncesi, Osmanlıcılık ve İslâmcılık akımlarının tesirlerinin fazla olduğu dönemlerde etkili olamamış, II. Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp tarafından sosyolojik temellere oturtulmaya başlanmıştır. Bu dönemlerde ortaya çıkan tüm fikir akımlarını değerlendirdiğimizde en tutarlı, en ileriye dönük ve en çağdaş olanının Türkçülük akımı olduğunu söyleyebiliriz. Bu fikir, Millî Mücâdele’de Türk Milleti’nin birlik ve beraberliğinin sağlanmasında ve Türk Devleti’nin yeniden yapılanmasında Mustafa Kemal’in esin kaynağı olmuştur.
TÜM BU FİKİR AKIMLARI İÇİNDE OSMANLININ DA KURUCU UNSURU OLAN TÜRKÇÜLÜK SADECE HAYAT BULABİLMİŞTİR.
Çabaların Sağladığı Birikim
Osmanlı yapmak istediği tüm yenilik çabalarına Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve Meşrutiyet çabalarına, siyasi düşünce akımlarına, çabalara, arayışlara ve girişimlere karşın devleti nasıl kurtaramamıştır. Bu çabalar, bu düşünceler Osmanlı Devleti’nin batışını neden önleyememiştir? Bu çabalar, bu düşünceler Osmanlı Devleti’nin çöküşünü bir ölçüde yavaşlatmış mıdır yoksa büsbütün hızlandırmış mıdır? Osmanlı son dönem siyasi akımlarının Türk devlet ve toplum yaşamına katkısı olmuş mudur, varsa ne ölçüde yarar sağlamıştır?
Bu soruların yanıtını verebilmek için düşünce akımlarının toplu bir eleştirisini yapmak gerekir. Bu yaklaşımla ulusal bağımsızlık savaşı öncesi Türkiye’deki siyasi düşünce ortamının tutarlı, tutarsız yanları ortaya çıkacak ve Atatürkçü ideolojinin nasıl meydana geldiği anlaşılacaktır.
Devamı M5 Dergisi Nisan 2020 Sayısında…