İsrail’in ‘Balfour’la Doğuşu ve Hedef Politikaları - M5 Dergi
Makaleler

İsrail’in ‘Balfour’la Doğuşu ve Hedef Politikaları

Abone Ol 

İsrail, kuruluşundan bu yana taraf olduğu çatışmaların tamamını kendi egemenliğinin muhafazasına yönelik atılmış ‘meşru müdafaa’ adımları olarak nitelendirmektedir. İsrail kurulmadan önce 1947 tarihli Birleşmiş Milletler Taksim Planı devreye sokularak İsrail’e karşı duran her kesim ve unsur için düşman tanımı yapılmıştır. Böylece silah zoruyla toprak elde etmenin önü açılmıştır. Tüm komşu devletlere karşı saldırgan bir tutum temel strateji olarak benimsenmiş, güvenlik perspektifinin çıkış noktasına çatışmaya açık bir bakış ve beka sorununun çözümlenmesi oturtulmuştur.

Günümüz dünyasında ve özellikle Orta Doğu jeopolitiğinde gerek İsrail’in güvenliği gerekse ‘Büyük İsrail’ için gerçekleştirilen plan/proje(ler) küresel ve bölgesel düzeyde siyasi, ekonomik, sosyolojik ve teo-politik yıkımlar getirmektedir. Zira İsrail’in arkasındaki gücü sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin destekleri ile açıklamak veya irdelemek ne kadar gerçekçi olur?

Aslında bu realite, ‘Büyük İsrail’ plan/projesini görünürde basitleştirmekten öteye gitmez. Velev ki ‘Büyük İsrail’i isteyenlerin Washington’dakiler (Pentagon), New York’takiler (Ekonomik Örgütler) ve Londra’dakiler (Finans) olduğu su götürmez gerçektir.

Tarihsel arka planda Yahudilerin ana vatanlarının Orta Doğu coğrafyası tezinde ısrar etmeleri muhakkak ki Tevrat’a dayanmaktadır. İsrail’in vücut bulması ‘Balfour’un doğuşuna bağlı olmakla birlikte arkasındaki küresel güçler tarafından da menfaatleri doğrultusunda hedef politikalar için cesaretlendirilmiştir.

ARZ-I MEV’UD

İsrailoğulları’nın tarihi Tevrat’a göre, M.Ö 1750’lerde başlar. Tevrat’ın yaratılışa ait olan ilk kitabı Genesis’e göre, Yahudi kavminin başlangıcı İbranilerdir ve Yahudi dininin kurucusu Hz. İbrahim’dir. Kuzey Sami kavimlerinin atası sayılan ve Hz. İbrahim’in soyundan geldiği kabul edilen İbraniler, kendilerini “Allah’ın seçilmiş kavmi” olarak görmüşlerdir.

Bu halkın inancına göre Allah (cc), Hz. İbrahim’in kişiliğinde İsrailoğulları ile gerçekleştirdiği anlaşmayla onları yalnızca kendisine tapınmakla görevlendirmiş, Hz. İbrahim’i, Allah’ın emir ve yasaklarını dünyanın bütün kavimleri arasında yayması için seçmiştir. Bu anlayış itibariyle Yahudilik, sadece bu topluluğa ait bir din olma ayrıcalığına inanılarak varlığını sürdürmüştür.

Siyonizm’in (Arz-ı Mev’ud) öncüsü olan Theodor Herzl tarafından ilk Siyonist kongre 1897 yılında toplanmıştır. Kongreye, 17 ülkeden 240 kadar delege katılmıştır. Herzl, kongrenin açılış konuşmasında; “Biz burada Yahudilerin yaşayacakları toprakların temelini atmak için toplandık” demiştir. Herzl, kongredeki tüm delegelerin aynı düşüncelere sahip olmadıklarının farkındaydı, bu nedenle yüksek sesle devlet kelimesini kullanmak yerine, yurt, vatan, toprak gibi daha kabul edilebilir ifadeleri kullanmayı tercih etmişti.

Uzun ve karmaşık tartışmaların sonucunda kongrede şu karara varılmıştır; Filistin’de Yahudiler için devlet hukuku güvencesi altında bir vatan oluşturulmalıdır. Bu vatanın oluşması için ise bir örgüt kurulması, Yahudi ulusu kavramının yaygınlaştırılması ve Filistin’de kolonileşme sağlanması gerekliydi.  Herzl’in zihninde Filistin, olmazsa olmaz değildi, Arjantin’de de olsa bir devlet kurulmasını istemiştir. Ne var ki ilk Siyonist kongresinden sonra Herzl’in bu düşüncesi değişmiştir. Herzl, kongre sonrasında şu ifadeleri kullanmıştır:

“Ben Basel’de (İsviçre) ‘Yahudi Devletini’ tesis ettim. Bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tufanı yükselir. Fakat bundan beş sene sonra, belki elli sene sonra muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.”

Aslında Herzl’in neleri ifade etmek istediğini 21. yüzyılda hem küresel hem de bölgesel ölçekte yansımalarını görerek anlamlandırılmalı.

BATI’NIN BİR ZAMANLAR MESAFELİ DURUŞU

Yahudiler, Hristiyan Avrupa’da yüzyıllar boyunca dışlanarak yaşadılar. Modern çağa kadar hemen hiçbir Avrupa ülkesine Hristiyanlarla eşit haklara ve doğrudan siyasi güce sahip olamadılar. Hristiyan Avrupa, “Hz. İsa’nın Katilleri” dediği Yahudilere mesafeli davranmayı seçmişti.

Yahudiler uğradıkları sürgünden dolayı dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Gittikleri ülkelerde çoğu zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir. Yüzyıllar süren bu süreçte Yahudiler önemli sorunlarla yüz yüze kalmış, inanç ve kültürlerini korumaya çalışmışlardır.

Devamı M5 Dergisi Kasım 2019 Sayısında…

Etiketler
Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close