ABD’nin Dünya Hegemonyasında ‘Monroe Doktrini’: ‘Yalnızlık’ Politikasından Çok Fazlası - M5 Dergi
Makaleler

ABD’nin Dünya Hegemonyasında ‘Monroe Doktrini’: ‘Yalnızlık’ Politikasından Çok Fazlası

Abone Ol 

ABD’nin dünya hegemonyasındaki gayrimeşru siyaseti için ‘Monroe Doktrini’ bir nevi kılıf oldu ve olmaya devam ediyor. Zira ABD Başkanlarının iç kamuoyunda destek almak ve koltuklarını pekiştirmek adına açıkladıkları ‘Doktrinler’ zinciri zaten bitmek bilmiyor. Ve Trump gibi çılgın ve dünyaya bela biri de ‘Orta Doğu’da benim doktrinim budur’ diyerek ‘Yüzyılın Antlaşması’nı dayatabiliyor.

Doktrin denince zihinlerimizdeki algı Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya hegemonyasında uygulana gelen çıkarları doğrultusundaki ilkeler ve kurallar bütününün tezahürüdür. ABD özelinde uluslararası siyasette şöyle bir gerçek vardır; doktrin ile özdeşleşen ABD Başkanlarının dış politikalarının paralelliği. Monroe Doktrini, Truman Doktrini, Eisenhower Doktrini, Carter Doktrini, Reagan Doktrini, Bush Doktrini vb. gibi sıralanacak doktrinler zinciri. Her ne kadar ABD Başkanlarının kendi isimleriyle benimsemiş oldukları doktrinler uluslararası siyasette vuku bulsa bile özünde tartışılmalıdır. Ne var ki ABD’nin küresel politikaları açıkladığı doktrinler, ilke ve kuralları ile çelişmektedir. ABD, ‘arka bahçemize kimseler karışamaz ve dokunamaz’ diyebilmeyi açıkladıkları doktrin (Monroe) ile vurgulayabiliyor. Hakeza ABD açıkladığı doktrinler çerçevesinde ‘benim Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, Yakın Doğu, Afrika ve Asya-Pasifikte ne işim var?’ demiyor bile. Diyememesinin nedeni kendi doktrinleri ile çelişmeleri bir yana yüzleşmek dahi istememesidir. Ayrıca, başkalarının arka bahçelerine karışabilme hakkını hatta orayı işgal ederek yağmalayabilme hakkını kendinde ve doktrinlerinde bulduğu içindir!

ABD’NİN KÜRESEL ROLÜ İÇİN ESİN KAYNAĞI NEDİR?

ABD’yi, iki faktör dünya işlerine itmiştir. Hızla büyüyen gücü ve Avrupa’nın merkez olduğu uluslararası sistemin zamanla çöküşü. Keza ABD’nin küresel rolü bir çeşit göreve dayanıyordu. ABD dış politika çabaları, dünyanın temel uyumunun kendisini ortaya koyacağı bir son nokta olduğu gibi, aynı zamanda ütopik görüşlerden esin almıştır. ABD’nin güç dengesi için bir yükümlülüğü yoktu. Ancak kendi açıkladıkları doktrinler çerçevesinde ilkelerini ve kurallarını bütün dünyaya yayma görevi vardı. Bu ilkelere göre barış, demokrasinin yaygınlaşmasına bağlıdır; devletler de bireylerle aynı ahlaki kriterlere göre değerlendirilmelidir; ulusal çıkar ise, evrensel hukuk sistemine uymaktan ibarettir. Ne yazık ki ABD için bu vurgulamalar tezatlıktan öte bir şey ifade etmedi ve etmeyecek de hele ki evrensel hukuk. Platonun: ‘’Kendini yönet, dünyayı yönetecek gücü bulursun’’ sözlerindeki gibi ABD gerek kendini gerekse arka bahçesini iyi yönetme kabiliyetine sahip, her ne kadar haydut devlet özelliği olsa bile.

Yeni doğmakta olan dünya düzenine egemen olabilmek için gereksinim duyulan inançlar daha soyuttur: Gelecek hakkındaki görüşler ileri sürülebilir fakat gelecek gösterilemez; bunun gibi, olanaklarla ümit arasındaki ilişki de özünde tahminidir. İspanyol atasözünde denildiği gibi: ‘’Hey yolcu, yollar yapılmaz. Yollar, yürüyerek oluşturulur.’’ ABD’nin dış politikasına tarihten bugüne bir bütün olarak baktığımızda çeşitli kırılma noktaları yaşanmakla beraber genelde belirli bir çizgide seyrettiğini görmekteyiz. Kurulduğu dönemde Avrupalı devletlerin sömürgeci politikalarını bertaraf etme çabası göze çarpmaktadır ve bunun sonucu olarak 1823’te ‘Monroe Doktrini’ ilan edilmiştir. Bu doktrin ile Avrupalı güçlerin kıtayı terk etmesi sağlanmış ve kendisi kıtanın kuzey ve güneyinde gücünü artırmaya çalışmıştır. Avrupalı güçlerin aralarındaki sömürgecilik rekabetinin bir sonucu olarak yaşanan Birinci Dünya Savaşı’na ABD’nin dâhil olmasıyla ‘Monroe Doktrini’nden ilk büyük taviz verilmiştir. Dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson savaş sonrasında kurulan sistemin fikir mimarı olmasına rağmen, kongre üyeleri Monroe çizgisinin dışına çıkılmasını kabul etmemişlerdir ve ABD, kendisi tarafından kurulan örgüte, Milletler Cemiyeti’ne (MC) üye olamamıştır. MC’ye üye olmamasının tabii ki haklı gerekçeleri bulunmaktaydı. Tabiidir ki ABD Hegemonyasını dünyaya dayatmak ilkelerinin amacı olduğundan.

MONROE DOKTRİNİ’NİN TEMEL FELSEFESİ…

‘Monroe Doktrini’ temelde, Avrupalı devletlerin Amerika kıtasından elini ayağını çekmesini öngörmektedir. Bu doktrinin temel felsefesine göre, eski dünyayı ve çalkantıyı temsil eden Avrupa’nın yeni küresel sistemi temsil eden/edecek ABD’den uzak tutulması gerekmektedir. Dönemin ABD Başkanı James Monroe, kongreye sunduğu mesajında şu iki nokta üzerinde özellikle durmuştur:

‘Monroe Doktrini’ ilk ortaya çıkışından beri farklı şekillerde ve farklı tarihi dönemlerde ABD’nin politikalarının öncüsü oldu. ABD, kurulduğu tarihten günümüze kadar, kendine rakip veya düşman gördüğü ülkeleri farklı şekillerde tanımlayarak onlara karşı müdahaleci bir politika izlemektedir. Kimi ülkeleri terörist, diktatör, siyasi rejim, uyuşturucu ve göçmenler gibi farklı konuları bahane ederek, o ülkelerde; devrim yapmak, işgal etmek veya ekonomik ambargolar uygulamak gibi farklı politikalar uygulayarak devletleri himayesi altına alarak kendi çıkarlarına uygun devletler kurmaktır. Bunları gerçekleştirirken de argüman olarak doktrinlerini öne sürmektedir.

• ABD’nin Avrupa ile hiçbir politik ilgisi yoktur ve Avrupa işlerine karışmayacaktır. Buna karşılık Avrupa devletleri de Amerika kıtasının iç işlerine karışmamalıdır ve Amerika kıtasından uzak durmalıdır.

• ABD’nin bu isteğine rağmen eğer herhangi bir Avrupa devleti Amerika kıtasına ayak basar ve bu kıtada sömürgecilik girişiminde bulunursa, ABD bu hareketi düşmanca bir hareket sayacak ve Avrupa devletleri ABD’yi karşılarında bulacaklardır.

‘Monroe Doktrini’, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na kadar neredeyse anayasası gibi görüldü. Bu doktrin ile ortaya atılan izolasyon politikası, siyasi anlamda Avrupa sömürgeciliğinden korunmayı hedeflemiştir. ‘Monroe Doktrini’, uluslararası sorunlara aktif olarak katılmamayı ve diğer devletlerle diplomatik hatta ticari ilişkileri en alt düzeyde tutmayı öngören bir dış politika stratejisidir. Bu doktrin ile ABD dünya siyaset sahnesinden deyim yerindeyse elini eteğini çekmiştir. Bununla beraber Avrupa devletlerin kendisine karşı sömürgeci uygulamalarını da bertaraf etmiştir. Bu sayede içe dönük bir politika izleyerek kendi ekonomisini güçlendirme, aynı zamanda Orta ve Güney Amerika üzerinde etkinlik sağlama imkânı kazanmıştır. Ve böylelikle bir cankurtaran misali, ‘Monroe Doktrini’ ilk ortaya çıkışından beri farklı şekillerde ve farklı tarihi dönemlerde ABD’nin politikalarının öncüsü oldu. ABD, kurulduğu tarihten günümüze kadar, kendine potansiyel rakip veya düşman gördüğü ülkeleri farklı şekillerde tanımlayarak onlara karşı müdahaleci bir politika izlemektedir. Kimi ülkeleri terörist, diktatör, siyasi rejim, uyuşturucu ve göçmenler gibi farklı konuları bahane ederek, o ülkelerde; devrim yapmak, işgal etmek veya ekonomik ambargolar uygulamak gibi farklı politikalar uygulayarak devletleri himayesi altına alarak kendi çıkarlarına uygun devletler kurmaktır. Bunları gerçekleştirirken de argüman olarak doktrinlerini öne sürmektedir.

‘Yalnızlık’ politikasını savunanlara göre; ABD, uluslararası güvenliği dünyanın her yerine yaydığı ve çürümekte olan bir ordu yerine, içeride güçlü bir para, daha iyi bir eğitim sistemi, yozlaşmış hukuk sistemini temizleyerek, sağlık sistemini iyileştirerek ve ulusal çıkar kavramına yeni bir anlam yükleyerek sağlayabilir.

Devamı M5 Dergisi Şubat 2020 Sayısında…

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close