Türkiye’nin Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi
TEHDİT ALGISI
Türkiye’nin füze tehdidi algısı, 1980’li yıllardan itibaren Orta Doğu’da yaşanan savaşlar ve bu savaşların başat aktörleri tarafından füze teknolojisi geliştirme ve tedarik yatırımları ile başlamıştır. Söz konusu devletler, füze teknolojisine bilgi ve para aktarmakla kalmamışlar; aynı zamanda bunları bilfiil kullanmışlardır.
Nitekim 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’nın yanı sıra 1990-1991 yılları arasında süren Birinci Körfez Savaşı’nda Saddam’ın Kuveyt’in haricinde İran ve İsrail hedeflerine yönelttiği saldırılar kapsamında, gerek balistik gerekse scud (seyir) füzelerinin kullanımına birçok kez şahitlik edilmiştir.
Bugün bakıldığında Türkiye’nin komşu ülkeleri zengin füze arsenaline haiz devletler olup; ayrıca Kitle İmha Silahları (KİS) teknolojisi edinme, geliştirme ve kullanma potansiyeline sahiplerdir. Örneğin, İran, “Orta Doğu’nun en zengin balistik füze envanterine” ev sahipliği yapmasıyla ve dahası kıtalararası balistik füze teknolojisi kabiliyetlerini geliştirmeye dönük çaba ve çalışmalarıyla sadece bölgesinde değil; ABD tarafından da tehdit olarak algılanmaktadır.
Keza birçok defa kimyasal silah saldırısı düzenlemekle itham edilen Suriye’nin envanterindeki tüm balistik füzelerin kimyasal harp başlığı taşıma kabiliyetine haiz olduğu dikkate alınmalıdır.
Hülasa 1980’li yıllara damga vuran İran-Irak Savaşı ile 1990’ların hemen başında ortaya çıkan Birinci Körfez Savaşı ve yine 2003 Mart’ına tekabül eden İkinci Körfez Savaşı, Türkiye’nin gerek bölgesel hava savunması gerekse füze savunması karşısında giderek büyüyen bir farkındalık geliştirmesine yol açmıştır. Kaldı ki 2011 senesinden bu yana Suriye’de süregiden iç savaş nedeniyle Ankara’nın tehdit ve risk yelpazesinin giderek genişlediği; örneğin, Kilis ve Reyhanlı’nın, Suriye tarafından fırlatılan roket saldırılarına birçok kez hedef olduğu, saldırılar sonucunda sivillerin yaşamını yitirdiği ve sakat kaldığı göz önünde bulundurulmalıdır.
Mevzubahis tarihsel süreç ve saldırılar nedeniyledir ki 2000 yılların başından itibaren Ankara’nın hava ve füze savunma sistemi ihtiyacına yönelik daha yüksek bir farkındalık sergilediği; bu ihtiyacını öncelikli tedarik listesinde baş sıralara yerleştirdiği gözlemlenmiştir.
Söz konusu ihtiyacı karşılamak maksadıyla Ankara, yurtdışı hazır alıma dayalı tedarik usulü ile ihaleye çıkma kararı almıştır. Böylece resmi adı “Türk- Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi” ihalesi olan; medyada ve literatürde Türkçe “UMBHFSS” veya İngilizce “T-LORAMIDS” akronimiyle kullanılan proje start almıştır.
İHALE DÖNEMİ
İhale sürecindeki aktörlere ve temel kırılma noktalarına bakıldığında; T-LORAMIDS projesine 2006 yılında karar verilmiş, 2008 yılı itibarıyla fizibilite ve ön çalışmaların tamamlanmasını müteakip ihaleye çıkılması öngörülmüştür.
2010 yılında ise “Teklife Çağrı Dosyası” yayımlanmış ve müteakiben ihaleye katılacak taraflar belli olmuştur. Bu bağlamda ihaleye teklif verenler ABD, Rusya, Çin ile Fransa ve İtalya ortaklığındaki Eurosam Konsorsiyumu olmuştur.
İhalede ABD’nin “Patriot”, Çin’in “FD-2000 (HQ-9)”, Rusya’nın “Antey 2500” ve Eurosam Konsorsiyumunun “SAMP-T” sistemi rakip olarak yarışmıştır. 2012’deki teknik puantajlamada Çin birinci sırada yer almış; bu sıralama 2013’teki SSİK toplantısında duyurulmuştur. Burada ek bir bilgi olarak, ilk teknik puantajlamada Rusya’nın birinci sırada geldiği lakin yüksek fiyat teklifi gibi bazı nedenlerden ötürü sıralamada geriye düştüğü not düşülmelidir.
Öte yandan 2006’dan 2014’e uzanan kısa süre zarfında TSK Vakıf Şirketleri’nin çok hızlı yol katetmeleri; edindikleri bilgi, tecrübe ve yetenekler sayesinde imkân ve kabiliyetlerini hızla güçlendirmeleri, Ankara’nın projedeki istekleri daha ısrarcı olmasına yol açmıştır. Bu anlamda Ankara’nın ihale masasına koyduğu beş temel kriter büyük önem arz etmiştir. Bunlar; “ortak üretim”, “teknoloji transferi”, “yerli katkı payı”, “teslim süresi” ve “fiyat avantajı”dır.
Özellikle 2014 Aralık’ındaki SSİK toplantısında Komite, firmalara hazır alımda mutlak suretle “iş payı” istediğini bildirmiştir. Zaten Çin’i ihaledeki diğer rakiplerinden ayrıcalıklı kılan da Ankara’nın defaatle olmazsa olmaz şeklinde vurguladığı ortak üretime ve teknoloji transferine yanaşması olmuştur.
Buna rağmen Çin’in, Ankara’nın kriterlerinde talep ettiği yüzdelik pay oranlarını yeterli düzeyde karşılamaması veya Türkiye’nin Çin’in sunduğu pay oranlarını tatminkâr seviyede bulmaması muhtemeldir. Yine de ihaleye katılan devletler ve sistemleri incelendiğinde en avantajlı bulunan Çin’in teklifi olmuştur.
Burada bir parantez açıp, Ankara’nın hiçbir zaman Çin’in ihaleyi kazandığına dair “resmi” bir deklarasyon yayımlamadığının altı çizilmelidir. Buradaki yanılgı, 2012 yılında yapılan teknik puantajlamada Çin’in ilk sırada yer almasından kaynaklıdır. Zira 26 Eylül 2013 tarihli toplantısında SSİK İcra Kurulu’nun Çin’in sıralamadaki yerini açıklayınca, doğrudan ihaleyi Çin kazanmış gibi bir algı oluşmuştur. Oysa o dönemde, ihaleyi Çin kazanmış ve bu da yetkili mercilerin imzasıyla tasdiklenmiş olsaydı; ihaleye katılan taraflara tekliflerini yenilemeleri için ek süre tanınmazdı.
Hâlbuki Türkiye, NATO’lu müttefikleriyle uzlaşma ve uyum arayışı içerisine girerek, T-LORAMIDS ihalesine katılan taraflara tekliflerini yenilemeleri çağrısında bulunmuştur. Bu maksatla Ankara, ihaleye giren ABD, Rusya ve Eurosam’a tekliflerini yenilemeleri için 31 Ocak 2014’a kadar süre tanımış; bahse konu süreçte firma yetkilileri ile görüşmelere devam edilmiş ve en son 2014 Aralık’ındaki SSİK toplantısında Komite, firmalara hazır alımda mutlak suretle iş payı istediğini bildirmiştir.
Ne var ki Ankara’nın bu arayışı gerekli yankıyı bulmamış, Çin’in teklif avantajına herhangi bir alternatif oluşmamıştır. Diğer taraftan Çin’in sırlamada birinci olarak açıklanması, ABD’nin büyük tepkisine neden olmuş; Washington, Ankara’nın yaptırım altında bulunan Çinli CPMIEC firmasıyla muhtemel işbirliğini çok sert bir dille eleştirmiştir.
Tüm bu süreç ve tepkiler devam ederken Ankara, 2015’teki G20 Zirvesi’nde T-LORAMIDS ihalesinin iptal edildiğini duyurmuştur. Ne var ki Türkiye, T-LORAMIDS projesini değil, yurtdışı hazır alım suretiyle çıkılan ihale kararını iptal etmiştir.
İhalenin iptali; bazı ulusal ve yabancı medya kanallarında, ABD’nin baskıları sonucunda ve Obama-Erdoğan görüşmesinden çıkan bir karar olarak lanse edilmiştir. Hâlbuki bu kararın, G-20 Zirvesi’nden yakın zaman önce ivedilikle ya da anlık alınmış bir karar olduğu varsayım ve iddiası doğru değildir. Zira en başta ulusal çıkarları ilgilendiren hayati bir meselede, iki taraflı bir görüşme neticesinde karar alındığını düşünmek son derece hatalıdır.
Kaldı ki bu iddia, hem devlet büyüklerinin karar alma geleneğine ve hem de ulusal çıkarlara ilişkin kritik kararların belirleyiciliğindeki rasyonaliteye terstir. Her halükârda Ankara’nın karar alma süreci tek bir aktöre göre değil; birçok aktör, faktör ve parametre bir arada değerlendirilerek, birbirilerine eklemlenmiş kriterler üzerinden şekillenmiştir.
Konuya salt bu perspektiften yaklaşıldığında bile; bu kararın siyasi, ekonomik ve teknik açıdan fazlasıyla komplike değerlendirmelerden sonra açığa çıkması gerektiği malumdur.
Ankara, T-LORAMIDS’in sonuçlandırılamayan bir milli proje olarak kalmaması gerektiği gerçeğinden hareketle emek, kaynak, itibar ve zaman kaybını hesaba katmıştır. Kuşkusuz stratejik hava savunmasını milli ve yerli kaynaklarla destekleyip geliştirebilmek için zengin bir entelektüel sermayeye, sağlam bir teknolojik altyapıya, istekli ve kararlı bir savunma bürokrasisine ve tabii ki sürdürülebilir finansman kaynağına sahip olunması gerektiği aşikârdır.
Devamı M5 Dergisi Temmuz 2019 Sayısında…