Osmanlı ve Türk Askeri Tarihi
1071’de Malazgirt’te Bizanslılara karşı galibiyet kazanmışlardır. Bu, bir imha muharebesi anlamına gelmiştir. Bu zafer Türkleri, kesin olarak dünya çapında savaşçılar olarak tesis etmiş ve Anadolu’yu fethetmesini sağlamıştır. Bizanslı muhaliflerinin birçok yönünü bünyesinde barındıran daimi bir ordu kurmuşlardır.
Osmanlı ve Türk tarihini incelemek ve 1300 yılından günümüze kadar olan gelişimine ilişkin düşüncelerimi kısaca sunmak için davet edilmiş olmaktan onur duyuyorum.
Sunduğum dönemler ve bunların anlamları ve etkileri hakkındaki değerlendirmelerim, kesin bir şekilde tanımlanmış tarihsel bir hikâyeden ziyade, Osmanlı ve Türk askeri tarihi hakkındaki düşüncelerimi bir “irtibat dizisi” olarak nasıl düzenlediğimi göstermektedir. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu olmadığını elbette biliyoruz, ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin selefinin geleneklerini ve arzularını sürdürdüğünü söylemek de hakkaniyete uygundur. Bu esnekliğin, yenilikçiliğin ve dinamik öncülüğün son bin yıl boyunca Osmanlı ve Türk askeri sistemlerinin izlerini devam ettirdiğini vurgulamak isterim.
1300-1451 MÜESSESLER
Orta Asya’nın Altay Tepelerinden akın eden Türkmen savaşçılar, muhtelif yaylarla donatılmış olan atlı-göçebe asker geleneğinin bir parçasıydı. Bunlar, 1071’de Malazgirt’te Bizanslılara karşı galibiyet kazanmışlardır. Bu, bir imha muharebesi anlamına gelmiştir. Bu zafer Türkleri, kesin olarak dünya çapında savaşçılar olarak tesis etmiş ve Anadolu’yu fethetmesini sağlamıştır. Bizanslı muhaliflerinin birçok yönünü bünyesinde barındıran daimi bir ordu kurmuşlardır. Daimi ordu, 1300’lerin başında Hafif Sipahi Birlikleri olarak tasarlanan hafif piyade birliklerinden oluşmuştur. Ancak Osmanlı askeriyesinin en bilindik yeniliği, daha sonra dünyaca ünlü ve korku salan Yeniçerilere dönüşen, köle esaslı Kapıkulu Ocaklarının oluşturulmasıdır. Yeniçeriler on sekizinci yüzyılın sonuna kadar Osmanlı askeri sisteminin omurgasını oluşturmuşlardır ve bir savaş seçkinleri olarak nitelendirilebilirler. Avrupa’ya geçen Osmanlılar birbiri ardına zaferler kazanmış olsalar da bunların, 1389 Kosova Savaşı gibi bazıları oldukça maliyetli olmuştur. Ordu, on dördüncü yüzyıla girerken ağır silahlar edinmiş ve geleceği düşünen sultanlar, Barut Çağı ordularını benimsemişlerdir. 1848’deki İkinci Kosova Savaşı, güncel savaş taktiklerinin kullanılması ve aynı zamanda ateşli silahların piyadelerle ve süvarilele entegre edilmesiyle Osmanlı ordusu için bir dönüm noktası olmuştur.
1451-1683 SÜPER AVCILAR
Sultan II. Mehmet’in 1451 yılında tahta çıkışı, Profesör Mesut Uyar’ın Osmanlı Harbiyesi’nde Klasik Dönem olarak adlandırdığı dönemin başlangıcı olmuştur. Genç Sultan, 1453’te, gemileri Haliç’e taşımak için yenilikçi yöntemleri ve aynı zamanda kentin aşılması zor surlarını yok etmek için ilk modern ağır silah kuşatma zincirini kullanarak İstanbul’u fethetmiştir. Daha da önemlisi, Osmanlılar bu dönemde, imparatorluğun sınırlarına uzun süre boyunca büyük güçleri yerleştirmelerini sağlayan bir yenilik ve gelişmiş bir lojistik sistem oluşturmuşlardır. Ayrıca daha gelişkin bir yardımcı kuvvetler sistemi geliştirmiş ve modern bir hisar sistemi kurmuşlardır. 1606 yılında Klasik Dönem sona ererken, Osmanlı ordusu, 1683’te Viyana kapılarında azami yükselme noktasına erişene ve yenilgiye uğrayana kadar dünyanın baskın askeri mekanizması olarak kalmıştır. Açık konuşmak gerekirse, ordu zaten gerileme belirtileri göstermekteydi fakat gerileme birçok yönden göreceliydi, zira Avrupa orduları savaş için örgütsel ve teknolojik yaklaşımlar konusunda Osmanlılara yetişmekteydi. Ancak Osmanlı ordusu bu dönemde de muharebede dayanıklı ve rakipsiz olduğunu kanıtlamıştır ve açıkça söylemek gerekirse, türünün en iyisi olmuştur.
1683-1876 KIŞ ASLANI
Bu durumda “Osmanlı ordusu dünyanın en iyisi olarak üstün konumunu nasıl yitirdi” diye sorabiliriz. Bence iki temel neden vardır. Birincisi, Osmanlılar teknolojik olarak Avrupa’nın gerisinde kalmışlar ve silah sistemleri zaman içinde eskimiştir. Fakat daha da önemlisi, Avrupa’da ortaya çıkan modern Askeri Devrimlerin etkileri (tarihçiler bugün beş askeri devrimin var olduğu konusunda mutabıktır) Osmanlıların çabalarının kaçınılmaz sonu olmuştur. Birinci Askeri Devrimde, modern ulus-devletler, bir ulusun daimi profesyonel askeri kuvvetlerinin oluşturulması için gerekli olan yüksek maliyetleri karşılayan bir finans sistemi yaratmışlardır. Bu, Büyük Frederick döneminin küçük ama oldukça etkili ordularının profesyonelleşmesine ve standardizasyonuna yol açmıştır. İkinci Askeri Devrim, Fransız Devrimi’nin bir sonucu olmuştur ve ulusal zorunlu askerliği ve ulusal seferberliği kapsamıştır. Bunun sonucu, Napolyon Çağı’nın dev orduları olmuştur. Son olarak üçüncüsü, Askeri Devrim ulus devletlerin kitlesel silah üretmesini sağlayan sanayileşmenin sonucudur. Bazı sultanlar, özellikle de III. Selim, askeri reformlar yapmaya teşebbüs ederken, Osmanlı Devleti, Avrupa’daki iktidar dengesini sürekli olarak değiştiren Askeri Devrimleri kabul edememiş ve benimseyememiştir. Bu askeri rekabet yeteneği kaybını nasıl açıklarız? Birçok açıklama mevcuttur ancak ben, en basit olanının, Osmanlı Devleti’nin geleneklere sıkı sıkıya bağlı olması ve değişime karşı kurumsal bir mukavemete bağlı olması olduğuna inanıyorum. Başarılı kurumların (ve milletlerin) onlar için her zaman işe yarayan şeyleri değiştirmeleri zordur. Ancak özellikle, hem hükümet ve hem de halk, toplumun ve ekonominin sanayileşmesi de dahil olmak üzere, Avrupa fikirlerini de reddetmiştir. Bu da kaçınılmaz olarak imparatorluğun on yedinci yüzyılın teknolojilerinin içinde kilitlenmesine yol açmıştır. İmparatorluk, zamanla, bir dizi maliyetli savaşta mağlup olduktan sonra Kırım, Yunanistan, Macaristan ve Kafkaslar ile Balkanların büyük bölümlerini kaybetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1876 yılında, nedenine bakılmaksızın, “Avrupa’nın Hasta Adamı” ilan edilmiştir.
1876-1922 RÖNESANS
Rönesans’ın bir kısmı Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla başlamıştır. Genç Sultan, yeni teknolojilere çok ilgi duyuyordu ve Batıya yetişmeye kararlıydı. Japon İmparatoru Meijis çoktan böyle bir süreci başlatmıştı ve birçok Osmanlı, özellikle de askeri subaylar, Abdülhamid’in vizyonunu paylaşıyorlardı. Sultan, modern silahların ithalatına başlamıştır ama en önemlisi, Osmanlı ordusuna modernleşme çabaları hususunda tavsiyelerde bulunmak üzere bir Alman askeri misyonunu davet etmiştir. İmparatorluk hâlâ askeri yenilgilere maruz kalsa da Alman askeri eğitim yöntemlerinin ve müfredatlarının benimsenmesi, kendini modernleşmeye adamış genç bir profesyonel subay kadrosunun büyümesine yol açmıştır. Bunun haricinde, Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere, birçoğunun 1920’li yıllarda hayatta kalma mücadelesinde ulusa liderlik edeceği Jön Türkler ortaya çıkmıştır. Osmanlı ordusunun reform çabaları, savaşın zorluklarına dayanabilecek ve Avrupalı muhaliflere karşı galip gelebilecek askeri kurumları oluşturmada oldukça başarılı olmuştur. Ordu, Birinci Dünya Savaşı’nda yeni savaşa hazır piyade tümenleri oluşturmak için en etkili sistemi geliştirmenin yanı sıra dikkate şayan bir şekilde yenilenmiş ve modern Üçgen Piyade Tümenini oluşturmuştur. Osmanlılar, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş olsalar da ordularının dağılmamış veya isyan etmemiş olduğunu ve ateşkes zamanında hâlâ zorluklarla mücadele ettiğini hatırlatmakta fayda vardır.
Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci Yunanlara karşı ulusal ordulara liderlik etmek için afetin küllerinden yeniden doğan tecrübeli, deneyimli ve parlak liderlerden oluşan bir kadro ortaya çıkmıştır. Bu generaller sadece muharebe becerileri konusunda taktik ve teknik olarak yetkin olmakla kalmayıp aynı zamanda ulusal ordunun eğitimi ve yeniden oluşturulması konusunda da yetkin olduklarını açık bir şekilde kanıtlamışlardır. Mustafa Kemal’in Ağustos 1922’deki Büyük Taarruzu dünyaya, imha savaşı kuşatmasının hâlâ mümkün olduğu konusunda modern taktik dersi vermiştir. Bunun arkasından Yunan ordusunun kovalanması ve neredeyse tamamen yok edilmesi bu türün bir modeliydi ve 1923’te Lozan Antlaşması’nda başarılı müzakerelerin yolunu açmıştır. Ayrıca on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında, değişimi kabul eden ve buna başarılı bir şekilde tepki veren öngörülü ve münevver liderler olmasaydı, modern Türkiye’nin bugün sadece Sevr Antlaşması’nın öngördüğü küçücük bir devlet olarak var olacağı da ortadadır.
1923-1991 ATATÜRK DÖNEMİ
Mustafa Kemal Atatürk’ün modern Türkiye’nin yaratılmasındaki önemi kuşkusuzdur. Onun ekonominin sanayileşmesine ve Türk toplumunu birleştirmeye yönelik çabaları, yeni ulusu küresel sistemin ana akımına taşıyacak güçlü bir platform sağlamıştır. Hepsinden önemlisi, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesi, iki dünya savaşı arasındaki ateşli dönem boyunca Türkiye için dış politika istikrarını sağlamış ve halefi olan İsmet İnönü (aynı zamanda zeki ve yetenekli bir generaldir) Türkiye’yi başarılı bir şekilde (son günlerine kadar) İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmuştur. Bu çok önemliydi çünkü savaş sonrasında Türkiye’nin, Avrupalı güçlerin savaştan zarar gören ekonomileriyle yansız bir şekilde rekabet etmesini sağlamıştır.
Türkiye, 1952 yılında NATO’ya katılmış ve böylelikle Soğuk Savaş’ta Birleşik Devletler’in ayrılmaz ve önemli bir müttefiki haline gelmiştir. Bu dönemde ulusun Kara ve Deniz Kuvvetleri giderek daha da yetkin hale gelmiştir. Türk Hava Kuvvetleri’nin, Kara ve Deniz Kuvvetleri’nin, 1974’te Kuzey Kıbrıs’ı güvenceye almak için en zorlu tipte müşterek birlik harekâtlarını yürütme yeteneğini gösteren, hem karada ve hem de denizde mükemmel bir savaş yürütmesi dikkate şayandır. 1974’te Amerika’nın silah ambargosundan sonra Türk Genelkurmayı, bir iç silahlanma sanayii oluşturmak adına Türk firmalarının teşvik edilmesi ve bunların desteklenmesi için sistematik ve temkinli bir program başlatmıştır. Bu, silah ve mühimmat konusunda, ülkenin yerli üretiminde kendi kendine yetmesini sağlayarak stratejik özerkliğe ulaşması için tasarlanmıştır. Bu çaba, Amerikan müttefiklerinin ve askeri yardım paketleri alıcılarının küresel listesi içinde yenilikçilik açısından benzersiz bir durum olmuştur. Soğuk Savaş geliştikçe, Türk Silahlı Kuvvetleri, savaş durumunda Sovyetlerin Türk Boğazlarından Akdeniz’e geçmelerinin engellenmesini planlayan NATO savunmasında giderek önemli hale gelmiştir. Türk ordusunun, 1980’lerde, geleceğin bir habercisi olan insansız uçağı kullanan üç NATO ülkesinden biri olması dikkate değerdir. Türkiye aynı zamanda NATO taktik nükleer silahlarının konuşlandırılması ve istihdam planlaması için tam bir ortak haline gelmiştir. Ayrıca Türk ordusunun, 1970’lerin sonlarından itibaren, PKK’ya karşı, başarılı bir mücadele yürüttüğünü, yüzyılın sonunda bu mücadeleyi büyük ölçüde kazandığını da belirtmek gerekir.
1991 İKİNCİ BİR RÖNESANS-GÜNÜMÜZ
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri, 1992’de, iki birlik ve bir komutan general sağlayarak Somali’deki BM operasyonlarına katılmıştır. Türkiye’nin, NATO liderliğindeki Bosna ve Kosova operasyonlarına ve AB liderliğindeki Arnavutluk operasyonlarına katılımı, silahlı kuvvetlerinin becerilerini daha da güçlendirmiştir. 1990’lı yıllarda, PKK’nın sığınaklarını yok etmek için Irak’a yapılan sınır ötesi ordu birlikleri operasyonları ve 1998 yılında PKK lideri terörist Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanması için yapılan mükemmel özel operasyonlar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “birinci sınıf” olarak adlandırılabileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamıştır.
Türk Genelkurmay Başkanlığı tarafından 2000 yılında yayımlamasıyla çığır açan “Bülten”i, Türk askeri politikasını savunmacı bir duruştan daha proaktif ve saldırgan bir duruşa dönüştürmüştür. Bülten, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, gerekli olduğunda, ileriye dönük bir savunmayı sürdürmek için sınır ötesi operasyonlar düzenleyebileceğini ve yürütebileceğini açıkça belirtmiştir. Genelkurmay akabinde, askeriyenin gerektiğinde, çevredeki bölgede Barış ve Güvenlik Bölgesi kuracağını öngören savunma hedeflerini açıklamıştır. Bültendeki, ulusal savunmaya ilişkin tutum hususundaki değişiklikler, Türkiye’nin NATO ortaklarında bir tedirginlik yaratmış, ancak Türk ordusunun yirmi birinci yüzyıla, jeo-stratejik değerlendirmelerde dikkate alınacak bir güç olarak girdiği konusunda da bir ihtarda bulunmuştur.
Türk Silahlı Kuvvetleri yeni yüzyılda, Afganistan’daki NATO operasyonlarına katılmış ve “Zorlu Doktrini” olarak adlandırılan durum, NATO sözlüğüne yenilikçi harekat olarak girmiştir. Türkiye aynı zamanda, Lübnan için barış gücü ve 2011 yılında NATO’nun Libya’daki hava operasyonları için komuta ve kontrol desteği sağlamıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri aynı zamanda gözlemciler ve ileriye dönük mevcudiyet yoluyla Kuzey Irak’ta da istikrar sağlamıştır. Türkiye bu süreçte NATO’ya bağlılığını sürdürmüş, ancak silahlı kuvvetlerini, ağır savunma kuvvetlerinden daha hafif seferi acil müdahale kuvvetlerine dönüştürmüştür. Türk ordusunun III. Kolordu Karargâhı, Afganistan’daki NATO operasyonlarının komutasını alarak tamamen konuşlandırılabilir olduğunu kanıtlamıştır. Türkiye, Arap Baharının ardından, askeri kuvvetleri Kuzey Suriye ve Irak’a konuşlandırarak, DAEŞ ve PYD/PKK ile ilişkili dış tehditlere karşı tepkisini göstermiştir. Bunlar, Kuzey Irak’ta DAEŞ hâkimiyetini sona erdirmek ve ayrıca güney sınırlarını PYD/PKK tehditlerinden korumak için etkili olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri eşzamanlı olarak, Güneydoğu’da yenilenen bir PKK terörizmi patlamasını da başarılı bir şekilde bastırmıştır. Çok az sayıdaki ordu mensubu 2016 Temmuzundaki kalkışmayı desteklemiş olsa da ordu mensuplarının büyük çoğunluğu anayasal olarak seçilmiş olan hükümete sadık kalmışlardır. Aynı şekilde, Osmanlı Silahlı Kuvvetleri’nin 1870’lerde, değişim ihtiyacının farkına vardığı ve bu zorunluğa tepki verdiği, modern Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de buna benzer şekilde, değişime başarılı bir biçimde tepki verdiği açıktır.
SONUÇ
Bu durumda, Osmanlı askeri tarihini, modern Türk askeri tarihiyle irtibatlandırma konusunda veya günümüzde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonları konusunda söylenecek ne var? Bu silsileyi birleştiren üç kalıcı özelliği vurgulamak isterim. Birincisi, kuruluş dönemlerinden bu yana, Osmanlı ve Türk silahlı kuvvetleri, hem zaferde hem de yenilgide son derece metanetli ve savaşmaya hazır olduklarını kanıtlamışlardır. İkincisi, değişimin tanınmasıyla ortaya çıkan askeri yenilik, tarih boyunca bu güçlerin ayırt edici bir özelliği olmuştur. Üçüncüsü, dinamik ve mükemmel bir liderlik neredeyse bin yıldır Osmanlı ve Türk silahlı kuvvetlerinin önemli bir özelliğidir. Herhangi bir ölçüme göre bu, yirmi birinci yüzyılda hiçbir yavaşlama belirtisi göstermeyen kayda değer bir tarihtir.