Çin’in Jeopolitik Düzleminde Ortadoğu
Çin, kuruluşundan bugüne kadar olan süreçte daima Ortadoğu’da bir şekilde var olmayı başarmış, bugün ise Ortadoğu ülkelerinin önemli bir ortağı olmuştur. Ancak unutmamak gerekir ki; tarihte hiçbir büyük güç yok ki Ortadoğu’ya hâkim olmadan dünyaya hâkim olsun. Anlaşılan Çin, bu gerçeği hiçbir zaman unutmamışa benziyor.
1978’de Çinli lider Deng Xiaoping’in başlatmış olduğu dışa açılım ve ekonomik reform politikasıyla birlikte hızlı bir kalkınma sürecine giren Çin’in özellikle ekonomik yükselişini devam ettirilebilmesi için hammadde ve enerji açısından dış dünyaya bağımlı hale gelmiştir. 1997’de yaşanan Asya finansal krizinde devletçi ekonomisi nedeniyle tek zarar görmeyen ülke olarak öne çıkan Çin, bu tarihten itibaren doğrudan yabancı yatırımların yeni adresi olmuştur. Artan yabancı yatırımlar, beraberinde Çin’de sanayileşmeyi daha da güçlendirmiştir. Bu gelişmeler, 2000’li yılların başında Çin’i bölgesel bir ekonomik güç statüsünden küresel ekonomik güç statüsüne terfi ettirmiştir; ancak bir takım yapısal sorunlar ve Çin’in geleneksel dış dünyayı ideolojik perspektiften algılamasının beraberinde getirdiği kimi çelişmeler, küresel güç statüsündeki Çin’in bölgesel ekonomik güç dinamiklerinden kendisini kurtaramamasına neden olmuştur. Bu bir yapısal bozukluk olduğu kadar aynı zamanda bir strateji olarak da yorumlanabilir. Dönemin başbakanı Wen Jiabao Batılı bir haber kanalına vermiş olduğu bir röportajda bu bağlamda Çin’i kalkınmakta olan bölgesel bir güç olarak adlandırmıştır.
Aslında bu durumun Çin için temel dezavantajı, kendisi gibi küresel bir gücün dünya politikasında ve olaylarında yeterince etkin bir aktör olarak yer alamamasıdır. Çin, kendisini bir nevi yeni bir tür yalnızlaştırma politikasına hapsetmişti. Bu politikanın temel mantığı aslında ekonomik kalkınmanın hızla tamamlanıp sosyalist refah devleti ve toplumun kurulması idi. Bu haliyle, Mao’nun 1950’lilerin başında Çin diplomasisine yön veren o meşhur “evi temizleyip misafirleri davet etme” (dasao ganjing wuzi zai qingke) stratejisine çok benziyordu.
ÇİN DIŞ POLİTİKASINDA DÖNÜŞÜM
2000’li yılların başında dört önemli gelişme aslında Çin dış politikasının da doğasını değiştirmişti. Bunlardan birincisi 1990’ların ortalarında kurulmuş olan Şanghay Beşlisi forumunun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dönüşmesidir.
İkinci gelişme ise 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan terör saldırılarıydı. Bu saldırılar, Çin’in hemen yanı başında Afganistan ve Pakistan’da etkin olan Taliban ve El Kaide örgütleri tarafında yapılmıştı. O dönemde Çin’in Taliban ile resmi ilişkileri bulunmaktaydı. ABD ve NATO’nun Afganistan’a El Kaide ve Taliban’la mücadele adına gelip yerleşmesi, kendi terörle mücadele sürecini uluslararası terörizmle mücadelenin bir parçası haline getiren Çin için oldukça büyük bir fırsat sundu. NATO’nun Avrasya coğrafyasının hele de Hazar ve Orta Asya enerji havzalarının tam kalbinde yer alması ve buradaki askeri üsleri kullanması, Pekin yönetimi için daha büyük bir risk oluşturuyordu.
Üçüncü gelişme ise Çin’in Kasım 2001 tarihinde Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak kabul edilmesiydi. Böylece, Çin ekonomisi dünya ekonomisine entegre edilmişti. Artık Çin’in dünyanın geri kalanına sırtını dönme imkânı ortadan kalkmıştı. Dünyanın her hangi bir yerindeki her hangi bir siyasi veya ekonomik gelişme Çin’i de doğrudan etkileyecekti. Çin, bu sürece kendi vizyonuyla yaklaştı ve bu yeni dönemdeki konumunu sorumlu güç olarak adlandırdı.
Dördüncü gelişme ise ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesi oldu. Her ne kadar Çin, BM’deki oylamada çekimser kalarak bu işgali dolaylı olarak desteklemiş olsa da Saddam Hüseyin döneminde imzalamış olduğu kârlı enerji anlaşmalarını kaybetti.
Devamı M5 Dergisi Şubat 2019 Sayısında…