Türkiye’nin Yeni Savunma Konsepti
2002’den sonra uluslararası rekabet edebilirlik seviyesine çıkartma gayesiyle canlandırılan savunma sanayii, risk ve tehditlerin salt bertaraf edilmesine ve önlenmesine değil; aynı zamanda Türkiye’nin askeri, ekonomik ve teknolojik kapasitesiyle bölgesinde, sonrasında ise uluslararası sistemde etkin bir güç olma hedefine hizmet eden bir anlayışın ürünü olarak okunmalıdır. AK Parti’nin yerli ve milli kavramlarıyla özdeşleştirdiği savunma sanayii politikaları; özellikle 2007’deki genel seçimlerle birlikte perçinlenen siyasi ve ekonomik özgüvene binaen daha fazla ete kemiğe bürünen bir sürece dönüşmüştür.
Türkiye’nin son yıllarda savunma sanayii politikalarında yaşanan dönüşüm ve savunma teknolojilerinde şahit olunan yükseliş trendi birçok açıdan incelenmeyi hak etmektedir. Bu durum Türk savunma sektörünün tarihi düşünüldüğünde, tarihi bir başarıya karşılık gelmektedir. Gerek Türkiye’nin savunma politikalarında sahip olduğu yeni stratejik vizyonun gerekse de bu vizyona uygun milli ve yerli savunma teknolojileri hamlelerinin kesiştiği temel nokta, uzun vadede Türkiye’nin uluslararası sistemde sahip olduğu mevcut güç pozisyonunu değiştirerek, Türkiye’yi savunma alanında stratejik özerkliğine kavuşmuş bir konuma ulaştırmaktır. Savunma sanayiinde elde edilen stratejik özerklik, ülkenin ulusal güvenlik mimarisinin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi, bu mimarinin iç, bölgesel ve küresel güvenlik kompleksine adaptasyonu açısından da son derece önemlidir. Bu uyum, son yıllarda Türkiye’nin Arap Baharı’ndan kaynaklanan güvenlik tehditlerine gösterdiği adaptasyonu ve özellikle de terörle mücadelede kat ettiği aşamayı anlamak bakımından takdire şayan bir başarı örneği sergilemektedir.
Dikkatli bir tarihsel bakışla ele alındığında, bu yükselişin ve dönüşümün aslında gecikmiş olduğu hemen fark edilebilir. 1970’li yılların Soğuk Savaş koşullarında Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan krizlerin, özellikle de 1975 yılında Türkiye’nin, Kıbrıs’a yönelik müdahalesinin ardından Washington yönetiminin uyguladığı silah ambargosu kararı sonrasında Türk savunma sektörünün daha gerçekçi bir planlamasının yapılmasına olan ihtiyaç akut bir hal almış, sonrasında ise bu yönde atılan adımlarla birlikte savunma sanayiinin ulusal güvenlik mimarisinin en önemli sütunlarından biri olduğunun farkına varılmıştır. Bu farkındalık, 1980’lerle birlikte daha kapsamlı bir stratejik planlama bağlamında ele alınsa da savunma sektöründeki külli dönüşüm ancak 2000’ler sonrası hayata geçirilebilmiştir. Geride bıraktığımız tarihsel seyir içerisinde söz konusu evreleri, somut ve yekpare bir çizelgede kronolojik olarak resmetmek mümkün olmasa da; son 16 yılın savunma ve güvenlik politikalarına dair yaşanan sürecin pratikteki çıktıları incelendiğinde Türk savunma sanayiinin bir bütün olarak hatırı sayılır bir yükseliş trendine girdiğini söylemek mümkündür.
SİYASİ VE EKONOMİK ÖZGÜVEN
Bu anlamda AK Parti hükümetlerinin 2002’den sonra uluslararası rekabet edebilirlik seviyesine çıkartma gayesiyle canlandırdığı savunma sanayii, risk ve tehditlerin salt bertaraf edilmesine ve önlenmesine değil; aynı zamanda Türkiye’nin askeri, ekonomik, bilimsel ve teknolojik kapasitesiyle bölgesinde ve küresel sistem içinde caydırıcı bir güç olma iddiasına hizmet eden bir anlayışın ürünü olarak okunmalıdır. Nitekim bugün itibarıyla bakıldığında, Türkiye’nin savunma sektöründeki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) ihtiyaçlarını karşılama konusunda dışa bağımlılığı %80’lerden %40’lara indirdiği, yerli üretim oranını ise % 20’lerden % 60’lara çıkardığı görülmektedir. Türkiye bugün kendi İnsansız (Silahlı) Hava Araçlarını (SİHA) üretebilen 6 ülkenin arasında yer almayı başarabilmiştir. Öte yandan, 2002’den sonra uluslararası rekabet edebilirlik seviyesine çıkartma gayesiyle canlandırılan savunma sanayii, risk ve tehditlerin salt bertaraf edilmesine ve önlenmesine değil; aynı zamanda Türkiye’nin askeri, ekonomik ve teknolojik kapasitesiyle bölgesinde, sonrasında ise uluslararası sistemde etkin bir güç olma hedefine hizmet eden bir anlayışın ürünü olarak okunmalıdır. AK Parti’nin yerli ve milli kavramlarıyla özdeşleştirdiği savunma sanayii politikaları; özellikle 2007’deki genel seçimlerle birlikte perçinlenen siyasi ve ekonomik özgüvene binaen daha fazla ete kemiğe bürünen bir sürece dönüşmüştür. Böylelikle 2000’li yıllara kadar güvenlik ve savunma politikasını ağırlıklı olarak NATO ve Batılı müttefiklerine devreden, sahadaki ihtiyaçlarını ise ekseriyetini dış tedarik yoluyla müttefiklerinden karşılayan bir Türkiye’den; kendisini öz kaynaklarıyla yönetebilen bir savunma ve güvenlik politikalarına doğru dönüşüm yaşanmıştır. Bu durum sadece savunma politikalarıyla sınırlı değildir. Türkiye özellikle 2000’lerden itibaren yerel, bölgesel ve küresel güvenlik ortamında önceliklerini değiştirip dönüştürmesiyle birlikte ulusal güvenlik ve savunma politika ve stratejisini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Bu süre zarfında deneyimlenen olumsuz tecrübeler, Türkiye’nin savunma sanayiinde yerlileştirme ve millileştirme noktasında yaşanan gecikmenin risklerini daha fazla ortaya çıkarmıştır.
YERLİLİK, MİLLİLİK, STRATEJİK ÖZERKLİK
Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası düzeyde kendisine yeni bir rol ve güç tanımlamasında, orta büyüklükte güç statüsünden iddialı bir söylemle küresel güç pozisyonu arayışına girmesi; ilk kertede kendi kendine yeterlilik sorununun aşılmasını gerekli kılmıştır. Dolayısıyla bu durum öncelikli olarak, Türkiye’nin savunma alanında kendi özerkliğini ve kendi kendine yetebilen bir modele acil ihtiyaç duyduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan, Türkiye’nin terörle bölgesel ölçekte yürüttüğü mücadele ve Arap isyanlarının yol açtığı bölgesel güvensizlik ortamından kaynaklı tehditler nedeniyle TSK’nın ihtiyaç yelpazesindeki dağılım, çeşitlenme ve artış, Türk savunma sektöründe farklı bir yaklaşımın uygulanmasını bir zorunluluk meselesi haline getirmiştir.
2002 sonrası Türkiye’nin savunma ve güvenlik stratejisinin merkezinde konumlanan ilke, hedef ve stratejiyi aynı anda bünyesinde barındıran üç husus karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; yerlilik, millilik ve özerkliktir. Türkiye’nin güvenlik ve savunma anlayışı doğrultusunda belirlediği ulusal strateji planlamasının ilk safhasını, yerlilik anlayışı oluşturmaktadır. En yalın ifadeyle yerlilik; bir ülkenin savunma ihtiyaçlarını, kendi imkân ve kabiliyetleri doğrultusunda, yerli kaynaklarla karşılamak suretiyle dışa bağımlılığını minimum seviyeye indirilmesi olarak tanımlanabilir. Silah sistemlerindeki, bilhassa da savunma ve saldırı özelliği taşıyan füze teknolojilerinin haiz olduğu yüksek özellikler dikkate alınırsa, bu mecranın uzun vadeli bir yatırıma ihtiyaç duyduğu açıktır. Dolayısıyla bu kabiliyeti kazanmak sadece ekonomik güçle alakalı olmayıp; aynı zamanda ülkenin insan sermayesi, alt yapısı, bilimsel çalışmaları, Ar-Ge yatırımları ve teknolojik seviyesiyle yakından ilintilidir. Yerlilik anlayışı bu anlamda, Türkiye’nin ulusal güvenlikte sahip olması gereken savunma mimarisinin adeta kalbi niteliğindedir. Kendi savunma tedarik ve üretim zincirini oluşturamayan bir Türkiye’nin, bölgesel ve küresel güvenlik kompleksine adaptasyonu mümkün olmadığı gibi, yakın coğrafi havzasındaki güvenlik tehditlerini caydırması da pek mümkün olmayabilir. Bugün gelinen nokta itibarıyla Türkiye’nin, kendi ulusal güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit etme riski taşıyan dış güvenlik risklerine karşı konvansiyonel savunma mimarisini önemli ölçüde yerli imkânlarla idame etme kabiliyeti gelişmekle birlikte bu konuda henüz birinci ligde olduğu pek söylenemez. Türkiye, kara ve deniz sistemlerinde önemli ölçü de bu imkân ve kabiliyeti kazanmış olsa da hava sistemlerinde bu istenilen seviyeye ulaşması için zamana ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, günümüz savaşlarının giderek karakter değiştirdiği bir ortamda, asimetrik tehditleri caydırma noktasında başarılı bir performans sergileyen Türkiye, konvansiyonel ve stratejik düzeydeki hava savunma sistemleri konusunda istenilen noktaya henüz ulaşamamıştır. Ancak mevcut projelerin ihtiva ettiği özellikler düşünüldüğünde bu yolda önümüzdeki on yılda bu seviyeye ulaşabileceği rahatlıkla söylenebilir.
Yerlilik ilkesinin tamamlayıcı en önemli unsuru millilik boyutudur. Son yıllarda, yerli ve yabancı üreticilerden temin edilmek suretiyle, sistem ve alt sistemleri entegre eden başarılı tasarımlar sayesinde, milli ürün yelpazesi çeşitlenip artmaktadır. Buradaki söz konusu olan hassas nokta, uluslararası savunma pazarlarında da rekabet edebilecek kritik teknolojileri bir araya getiren entegre modellerin tamamen milli tasarımlara dayanacak şekilde geliştirilmesine yönelik kabiliyetin geliştirebilmesidir. Bu alandaki beceri ve yetkinliğin kazanılması, üretim safhasında herhangi bir sorunun yaşanmasının önüne geçeceği gibi, konjonktürel siyasal gerilimler sırasında savunma ve güvenlik sektöründe her hangi bir zafiyetin de ortaya çıkmasını da engelleyecektir. Netice itibarıyla hâlihazırda bölgesel ölçekte giderek derinleşen stratejik ve siyasi belirsizlikler, Türkiye’nin ulusal güvenliğe yönelik riskleri arttırmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin savunma politikası, ülkenin uzun vadeli ve makro stratejik hedeflerine uygun bir biçimde dizayn edilmiş, bu anlamda yerlilik ve millilik ilkeleri üzerinden şekillenen bir savunma sektörünü mecbur kılmaktadır.
Yerlilik ve millilik anlayışının, uzun vadede üçüncü tamamlayıcı unsuru ise stratejik özerklik aşamasıdır. Bu boyut, savunma sanayiinin stratejik safhada sahip olması gereken toplam imkân, kapasite ve caydırıcılık etkisine işaret etmektedir. Böylesi bir durum, ülkenin savunma ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasında hem dışa bağımlık sorununu ortadan kaldıracak hem de uzun vadede Türkiye’nin askeri caydırıcılığını daha etkin bir biçimde kullanmasına imkân tanıyacak ve küresel güvenlik ve savunma kompleksinin önemli bir aktörü haline gelmesini sağlayacaktır.
ULUSAL SAVUNMA STRATEJİSİ BELGESİ BİR AN ÖNCE İLAN EDİLMELİ
Türkiye’nin bölgesel ve küresel güvenlik ve savunma kompleksinin asli bir oyuncusu haline dönüşmesi uzun soluklu bir süreçtir. Bu sürecin tamamlayıcı sütunu ise Türkiye’nin küresel savunma pazarında rekabet edebilir bir aktöre dönüşmesidir. Bir ülkenin günümüz küresel savunma kompleksi içinde böylesi bir kabiliyete ulaşabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır: Birincisi, sahip olunan savunma teknolojileri kabiliyetinin kendi ordusu tarafından etkin bir şekilde kullanmasıdır. Türkiye bu bakımdan önemli bir örnek sunmaktadır. Özellikle SİHA, ATAK, MİLGEM ve Zırhlı Kara Araçları kategorileri başta olmak üzere birçok müstakil platformun TSK envanterine girmiş olması, söz konusu şartın yerine getirildiğini ispatlamaktadır. İkinci husus ise sahip olunan savunma teknoloji yeteneklerinin gerçek harp tecrübesine kavuşmasıdır.
Türkiye’nin başta SİHA gurubu platformlar olmak üzere ATAK helikopterleri ve Fırtına obüsleri gibi ateş gücü yüksek platformlara ilişkin sahip olduğu gerçek harp tecrübesi, söz konusu koşulun uluslararası pazarlara çıkma imkânı tanıması bakımından önemli bir avantaj sağlamaktadır. Üçüncü önemli husus ise sahip olunan savunma teknolojileri platformlarının kendi sınıfındaki rakipleri ile rekabet edebilme kapasitesidir. Diğer bir ifade ile ikincil ülkelere satışı söz konusu olan savunma teknoloji ürünlerini küresel pazarda kendine has yeteneklerinin olması, bu pazarda var olmanın en önemli şartlarından biridir. Dördüncü husus ise fiyat ve diplomasidir. Dünya savunma pazarı son derece rekabetçi bir yapıya sahiptir ve güçlü bir diplomasi ile daima tamamlanması gerekir. Bu konuda son zamanlarda yaşanan süreçlerin dikkatle incelenmesi gerekir. Özellikle Pakistan’a satılması planlanan ATAK helikopterlerinin üçüncül taraflar tarafından nasıl bloke edilmeye çalışıldığı herkes tarafından bilinmektedir. Bu nedenle yukarıda ifade edilen yerlilik ve millilik ilkeleri Türkiye’nin bu pazarda daha esnek bir şekilde yerini almasına imkân tanıyacaktır. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı orta ve uzun dönemli güvenlik eksenli meydan okumalar, kendine özgü bir savunma sanayii sektörünün ve politikalarının inşa edilmesini ve sağlamlaştırılmasını hayati derecede önemli hale getirmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin önümüzdeki dönemde savunma, güvenlik ve dış politikalarını birbiriyle entegre bir biçimde hayata geçirmesi bir zorunluluktur. Türkiye bu yükseliş trendini istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü takdirde arzu ettiği güç kapasitesine ulaşabilir ve karşı karşıya kaldığı meydan okumaların üstesinden gelebilir. Bunun için Türkiye’nin, Ulusal Savunma Strateji (USS) belgesini bir an önce ilan ederek bu konuda takip edilecek yolun açık bir biçimde sektörün bütün aktörleri tarafından bilinmesi ve içselleştirilmesi gerekmektedir.
Türkiyenin dış politakada özellikle Suriyede yaptığı hatalar savunma sanayimizdeki gelişmelerin getirdiği avantajları etkisiz kılmıyormu?
“Stratejide yapılan hatalar taktikle başarılarla düzelmez”
T625 i yeli motorla uçurmamızın Suriyede gelinen noktada bize ne kadar faydalı olacağı tartışılır.
II.Dünya savaşında Hitlerin orduları dünyanın en güçlüsü değilmiydi? Ama yenilen Almanya oldu çünkü stratejide hata yaptı.
Abd Vietnamda ordusu güçsüz olduğu yada silahları yerli ve milli olmadığı için mi yenildi?
Tabiki yerli ve milli savunma sanayimizin olması paha biçilemez değerdedir ancak bu bizi tek başına güçlü kılmaz. Eğer iç ve dış politika iyi yönetilmez ve ideolojik körlükten kurtarılamazsa ülkemizin sonu hiçte iyi olmayacaktır.