TCG Kınalıada (F-514) ve Türkiye’nin Değişen Savunma Doktrini
21 Mart 1995 tarihinde Irak’ın kuzeyinde icra edilen Çelik Harekâtı, Türkiye’nin ulusal savunmasını sınırları dışından başlatma kararlılığının ilk adımı olarak görülebilir. Bu stratejik dönüşüm bugünlere kadar artarak devam eden bir konsept halini aldı. 90’lı yılların ortasıyla birlikte değişen jeopolitik öncelikler ve savunma doktrini, denizlerdeki kuşatmanın yarılmasını da zorunlu hale getirdi. Tıpkı karada olduğu gibi, Türkiye’ye yönelik tehditleri kıyılarından mümkün olduğunca uzakta karşılama kararlılığı belirleyici oldu.
İran’a müdahale tartışmaları ne zaman gündeme gelse İran’la birlikte düşünülen ilk güç Lübnan Hizbullahı’dır. Ardından Yemen’deki Husi gerillaları ile Irak, Suriye ve hatta Bahreyn’deki Şii milisler hesaba katılır. Çünkü bu gruplar füze sistemlerinden ağır silahlara, askeri eğitimden lojistiğe kadar geniş bir yelpazede İran Devrim Muhafızları tarafından örgütlenmiştir. Bütçeden milyonlarca dolar bu grupların ihtiyaçlarına ayrılır. Zira İran, ulusal savunmasını öncelikle sınırları dışından başlatmaktadır. Düşman unsurların Buşehr ya da Bender Abbas’a yönelik herhangi bir tehdidinden önce Hizbullah’ın İsrail’e, Husilerin Suudi Arabistan’a, Şii milislerin ABD üslerine/askerlerine tehdit oluşturması prensibiyle hareket edilir. İran topraklarına yapılacak doğrudan bir saldırı, düşman için bölgede farklı cephelerin açılması anlamı taşımaktadır.
TOROSLARA ÇEKİLMEK
Türkiye’nin ise Soğuk Savaş döneminde savunma ve güvenlik politikası neredeyse tamamen NATO’ya angaje bir strateji içerisindeydi. Hatta sınır güvenliği ve ordunun ihtiyaçları buna göre belirlendi. İttifakın en büyük ikinci ordusuna sahip Türkiye, özü itibarıyla bir kara ordusuydu ve anavatana yönelik tehditleri sınırlarından itibaren karşılama konseptine göre organize edilmişti. Zira Sovyet tehdidinin NATO’nun güney kanadında bertaraf edilmesi ittifak için hayati önemdeydi. Senaryoya göre, Kızılordu’nun Türkiye’yi işgal etmesi durumunda, savunma hattının Erzurum’dan Toroslara kadar çekilmesi planlanıyordu.
Bunun tek istisnası 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı oldu. Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından ilk kez jeopolitik risklerin dayattığı zorunluluklar nedeniyle milli savunma sistemlerine yönelmek durumunda kaldı. Çünkü Türkiye ihtiyaçlarının tamamına yakınını müttefiklerinden sağlıyordu ve NATO’nun en büyük müttefiki ABD’nin uyguladığı silah ambargosu, Türk ordusunu caydırıcılık noktasında zorlayabilirdi.
İÇE KAPANMAK
1980’li yılların ikinci yarısıyla birlikte ağırlaşan terörle mücadele ve artan iç güvenlik harekâtları Türkiye’nin savunma konseptini kendi sınırlarına hapsetme sonucunu doğurdu. Ordunun ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak, savunma bütçesinin kahır ekseriyeti buna göre şekillendi. 1990’lı yıllarla birlikte Sovyet tehdidi ortadan kalkmış, “Türkiye’nin NATO açısından jeopolitik önemi” Batılılar tarafından sorgulanmaya başlanmıştı. Hatta Türkiye’nin Batılı müttefiklerinden aldığı silah sistemlerini iç güvenlik harekâtlarında kullanmasına sınırlamalar getiriliyordu. Birinci Körfez Harekâtı ile birlikte terör örgütünün otorite boşluğu altındaki Irak’ın kuzeyinde yuvalanması Ankara’yı ulusal güvenlik konusunda bir karar almaya zorladı. Türkiye bu aşamada stratejik bir kararla terörle mücadelesini, bir tür önleyici vuruşla, sınır ötesine taşıdı. 21 Mart 1995 tarihinde Irak’ın kuzeyinde icra edilen Çelik Harekâtı, Türkiye’nin ulusal savunmasını sınırları dışından başlatma kararlılığının ilk adımı olarak görülebilir. Bu stratejik dönüşüm bugünlere kadar artarak devam eden bir konsept halini aldı.
ENTEGRASYON
Ulusal güvenlik tehditlerinin sınırlara ulaşmadan bertaraf edilebilmesi; kuvvet unsurlarının, silah sistemlerinin, diplomasi, ekonomi ve moral gücün eşgüdüm içerisinde ortak hedefe yöneltilmesiyle sağlanabilir. Bu kapsamda terör, asimetrik tehditler ve jeopolitik fay hatları nedeniyle Türkiye’nin savunmasını sınırları dışında başlatma gereksinimi, bütünlüklü bir yeniden yapılanma ve organizasyon ihtiyacını doğurdu.
Türkiye’nin Soğuk Savaş ve ardılı 10 yıl boyunca devam eden ara dönemde yaşadığı olumsuz tecrübeler ile değişen güvenlik konsepti, savunma sanayiinde millileşmeyi bir zorunluluk olarak dayattı. Zira küresel terör bölgesel güvensizliği körüklemiş, TSK’nın ihtiyaçları da bu duruma göre çeşitlenmişti. Bu ihtiyaçların milli imkânlarla karşılanması insan kaynağının yanı sıra uzun vadeli yatırımlar, teknoloji transferi, bilimsel çalışmalar ve kamu-özel sektör ortaklığı gerektiriyordu. Oysa Türkiye’nin 80’li yıllarla başlayan karma ekonomiden liberal ekonomik modele geçiş denemeleri 90’lı yılların ortasından 2000’lerin başına kadar sürecek krizleri beraberinde getirdi. Ekonomik kriz, ulusal güvenliği ilgilendiren büyük kamusal yatırımları kâr önceliğiyle örgütlenmiş şirketlerle birlikte yürütmenin zorluklarını ortaya çıkardı.
KARAYA HAPSOLMAK
Deniz aşırı bir imparatorluk olan Osmanlı, gemileri Haliç’e hapsedilmiş ve donanması olmayan bir devlet olarak 20. yüzyıla girdi. Bahriye’nin bu karanlık yıllarında Türk Devleti 1878’de Kıbrıs, Doğu Rumeli, Karadağ, Romanya ve Teselya’yı kaybetti.
Üç yıl sonra Tunus, 1882’de Mısır, 1897’de Girit, 1908’de Bulgaristan ve Bosna Hersek, Osmanlının elinden çıktı. 1911 Trablus Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşları sonunda ise Libya ve Yunanistan’ın tamamı ile Ege adaları kaybedildi. Türk Devleti batıdan Anadolu’ya hapsedildi.
Birinci Dünya Savaşı’nda itilaf donanması Çanakkale’ye denizde hiçbir mukavemetle karşılaşmadan geldi ve Osmanlı anakarasına asker çıkardı. Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa önderliğinde büyük bir zafer kazanan Türk ordusu, Ege kıyılarına kadar gidebildi ve donanması olmadığı için Ege adalarını geri alamadı. Sonuçta Ege sorunu, miras kaldı. Ancak bunun da ötesinde İstanbul ve Çanakkale gibi dünyanın en önemli iki suyolunu kontrol eden Türkiye, Ege’ye çıkışta her dönem sorunlar yaşadı. Batı kıyılarının dibindeki Yunan ada ve kayalıkları, Türkiye’nin güvenliğinin yanı sıra hak ve çıkarlarına engel oluşturdu.
YENİ DOKTRİN
90’lı yılların ortasıyla birlikte değişen jeopolitik öncelikler ve savunma doktrini, denizlerdeki bu kuşatmanın yarılmasını zorunlu hale getirdi. Tıpkı karada olduğu gibi, Türkiye’ye yönelik tehditleri kıyılarından mümkün olduğunca uzakta karşılama kararlılığı belirleyici oldu. Üstelik Ege’de Yunanistan’ın elinde bulundurduğu denizaltılar (özellikle Tip 214’ler) Türk Donanması için ciddi bir risk oluşturuyordu. 1996 yılı başında yaşanan Kardak krizi, alarm niteliği taşıyordu.
Devamı M5 Dergisi Ağustos 2019 Sayısında…