Osmanlı’dan Günümüze Savunma Sanayii
2000’li yıllara kadar Türkiye, savunma ve güvenlik politikasını NATO üzerinden inşa ederken caydırıcılık imkân ve kabiliyetlerini de NATO müttefiklerinden sağladığı konvansiyonel silah sistemlerine bağlamıştı. Ancak 2000’li yıllarda Türkiye, savunma sanayiinde “yerlilik”, “millilik”, “kendi kendine yeterlilik”, “yetkinlik” kriterlerini esas almıştır.
Türkiye, savunma sanayiinde “yerlilik”, “millilik”, “kendine yeterlilik”, “yetkinlik” kriterlerine bugün niçin bu kadar önem veriyor? Savunma sanayiinde “ortak üretim”, “işbirliği/payı” ve “teknoloji transferi” neden yaşamsal önem taşıyor? Ankara, “yurtdışından hazır alma yaklaşımının getirdiği tek kaynak bağımlılığından” nasıl kurtulmayı planlıyor? Savunma politikalarında “stratejik özerklik” mücadelesi nasıl veriliyor?
Bu ve benzeri soruların kaynağında, esasında Osmanlı’dan günümüze kadar gelen savunma zihniyetinin tarihsel kodları yatmaktadır.
Dolayısıyla Türk savunma sanayiinin global ölçekteki mevcut konumlanışını daha iyi anlayabilmek için önce tarihsel gelişim seyrine bakmak gerekir. Böyle yapıldığında tarihsel gelişim içinde Türk savunma sanayiinin dalgalanmalarını (iniş ve çıkışlarını) simgeleyen belli kırılma noktaları olduğu görülür.
Söz konusu kırılma noktalarını izleyen farklı dönemlerin her biri konjonktüre göre farklı karakteristik özellikler barındırır. Bunlar, Türkiye’nin mevcut dış, güvenlik ve savunma politikalarının değişim ve dönüşümüne ışık tutar.
1. OSMANLI DÖNEMİ:
1299-1922 yılları arasında varlık gösteren Osmanlı Devleti, 600 küsur sene boyunca üç kıtada hüküm sürmüştür. Bu kadar uzun süre devam eden bir İmparatorluğun tüm tarihi boyunca savunma sanayii alanında yaşadığı gelişmeleri bir iki sayfaya sığdırmak kuşkusuz mümkün değildir.
Bu bağlamda ilk kırılma noktası olarak, Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te Bizans İmparatorluğu’nun bin küsur senelik başkenti İstanbul’u fethetmesini seçebiliriz. Bu fetihle Osmanlı Devleti, Yükselme Dönemi’ne girmiştir. Çağ açan tek Türk hükümdar olan Fatih, bilim ve teknolojiye verdiği önemle Türk savunma sanayiinin gelişmesinde öncü rol üstlenmiştir. Örneğin Fatih, İstanbul’un fethinde kullanılan Şahi (Vasiliki) adı verilen, uzun menzilli, iki parçalı, 8 ton kovan ağırlığında, en kısa namlu uzunluğu 91,5 cm olan ve dönemin en etkili topu kabul edilen topların krokisini bizatihi çizmiş; balistik, menzil, fırlatma, ağırlık ve tesir gücü gibi konuları Osmanlı mühendisleriyle birlikte çalışmıştır. Tarih sayfalarına “Fatih’in Şahi Topları” diye geçen bu top geliştirme başarısına ilaveten Fatih, tarihte ilk kez İstanbul kuşatması sırasında kullanılan “havan topunun” tasarım ve balistik hesaplamasını de kendisi yapmıştır.
“KURUMSALLAŞMA”, “SERİ İMALAT”
VE “YERLİ ÜRETİM”
Ancak bu dönemde savunma sanayii, salt Fatih’in silah geliştirme zekâ ve hünerine değil, “kurumsallaşma”, “seri imalat” ve “yerli üretim” doğrultusunda atılan adımlara da dayanmıştır. Top döküm teknolojisinde gerçekleşen kritik gelişmelerin zirve yaptığı bu dönemde Tophane-i Amire’nin kurulmasıyla Osmanlı topçuluğunun kurumsallaşmasında önemli bir adım atılmıştır. Bir defada 1060 top dökülebilen ve ayda 360 kg barut üretilebilen Tophane, Osmanlı İmparatorluğu’nda silah sanayiinin temelini oluşturmuştur.1 Osmanlılar ilk büyük toplarını bu dönemde dökmüşlerdir. Bunun da ötesinde dünya topçuluk tarihinde dikkate değer bulunan seyyar top dökümhanelerini geliştirmiş ve iki parçalı büyük muhasara toplarını dökmeye başlamışlardır. Ayrıca tarihi belgeler Osmanlıların döküm ve kalıp teknolojisi ile soğutma tekniklerini çok iyi bildiklerini ve bu bilgi ve becerilerini savunma ve muhasara topu üretiminde uyguladıklarını göstermektedir. Fatih’in toplarında yapılan analizler, Osmanlıların ideal bronz (tunç) karışımını Avrupa’dan tam bir asır önce uyguladığını kanıtlamıştır. Aynı şekilde ısınan top ve diğer ateşli silahları yağ ile soğutma uygulamasının da ilk defa o dönemde başarıldığının altı çizilmelidir.2
Osmanlı’nın Yükselme Dönemi’nde sadece Fatih Sultan Mehmet Devri’nin (1451-1481) topları değil, savaş gemileri gibi çağın en önemli harp araç ve gereçleri de yerli imkânlarla üretilmiştir. Örneğin, bu dönemde savaş gemisi üretim kapasitesi ve teknoloji düzeyi, Avrupa ülkelerinin çok ilerisindeydi. Osmanlı’nın deniz seferleri ve tersanelere verdiği önem 1300’lü yıllar kadar eski bir tarihe dayanmaktadır. Osmanlı’nın ilk tersaneleri Orhan Bey (1324-1362) zamanına kadar gider. Orhan Bey 1331’de İznik ve Gemlik’le birlikte Gemlik’te bulunan tersaneyi de almış, bunu Güney Marmara sahilleri ile Karamürsel ve daha batıda, Kemer’deki tersaneler izlemiştir. Daha sonra Yıldırım Beyazıt Han Dönemi’nde, 1390’da Gelibolu Tersanesi’nin temelleri atılmış, Fatih Sultan Mehmet Dönemi’nde ise ikinci büyük tersane olan Haliç Tersanesi’nin inşasına başlanmıştır. Fatih’in ardından II. Beyazıt Dönemi’nde (1481-1512, Haliç Tersanesi genişletilirken Ceneviz Raguza’dan mühendisler getirtilmiştir. Burada Beyazıt o zamana kadar Akdeniz’in gördüğü en büyük iki gemiyi inşa ettirmiştir. II. Beyazıt Dönemi’nde Osmanlılar, Akdeniz hâkimiyetinin İmparatorluk için hayati önem taşıdığını görmüşlerdir. Bu yaklaşımla sonraki padişah Yavuz Sultan Selim (1512-1520) İstanbul Kadırga Tersanesi’ni yaptırmıştır.3 Bu dönemde yapılan İstanbul Taşkızak Tersanesi’nin kapasitesi Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde (1520-1566) artırılmıştır. İnebahtı (Lepanto) Deniz Muharebesi’nde tamamen yok olan donanmanın, beş ay gibi kısa bir süre zarfında 200 gemi olarak yeniden inşa edilmesi, Osmanlı tersanelerinin üretim kapasitesinin ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir.4 Ayrıca Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ni Portekiz saldırılarından korumak maksadıyla Süveyş Tersanesi tesis edilmiştir. Böylece 17’nci yüzyılda Osmanlı, savaş gemisi üretiminde Avrupa ülkelerinin oldukça ilerisine geçmiş ve İstanbul Tersanesi bir seferde 137 gemiyi denize indirebilecek düzeye ulaşmıştır.5
SAVUNMADA DURAKLAMA VE GERİLEME DÖNEMİ
Ne var ki 16’ncı yüzyılda siyasi ve askeri alanda dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, 17’nci yüzyılın başlarından itibaren Duraklama Dönemi’ne girmiş, ardından 18’inci yüzyılda da Gerileme Dönemi’ni yaşamıştır. Bu çerçevede, kuruluş ve yükseliş döneminde savunma sanayiine büyük önem veren anlayışın Duraklama ve Gerileme dönemlerinde eski işlevselliğini kaybettiği görülmektedir. 17’nci yüzyıl Osmanlı’nın, askeri teknoloji ve ekonomi alanında gücünü yitirmeye başladığı, Avrupa ülkelerine karşı saldırıdan ziyade savunma pozisyonlarında yer aldığı ve savaşlarda çoğunlukla yenilgiye uğradığı bir dönem olmuştur. Karşılaşılan askeri başarısızlıklar ve mali açmazların çıktısı olarak 18’inci yüzyıl Osmanlı’nın, Avrupa’nın genel ve teknolojik üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldığı, Balkanlarda ağır toprak kayıplarına uğradığı ve sonunda başta Tuna Nehri olmak üzere Karadeniz’e akan diğer nehirler ve Karadeniz üzerinde kontrolünü kaybettiği bir dönem olarak tarihe geçmiştir.6
Ancak Osmanlı Devleti’nin Gerileme Dönemi’ni askeri perspektiften inceleyen Jonathan Grant, gerilemenin nedenini, Osmanlı’nın askeri teknolojisinin 17’nci yüzyıldan itibaren yetersiz ve kalitesiz olmasında gören tezlere karşı çıkar. Grant, Osmanlı’nın 1683’ten itibaren savaş ve toprak kaybetse de 1740 yılına kadar Rus Çarı I. Petro’yu yenmeyi, Venedik ve Avusturyalılardan topraklarını geri almayı ve İranlıları ikinci plana geri itmeyi başardığını hatırlatır. Kaldı ki 18’inci yüzyılda askeri ve teknolojik gelişmeler bakımından Batı Avrupa’nın gerisinde kalan Osmanlı, yüzyılın sonuna doğru bu alanda yenilikler dalgasını yakalamayı başarmış; kalyonlar, fırkateynler, top delme teknikleri, hafif sahra topları, yeni barut formülü ve çakmaklı tüfekler gibi birçok askeri ürünü yerli olarak üretmeye ve kullanmaya başlamıştır.7
Grant’ın savını doğrular şekilde, III. Ahmet Devri’nde (1703-1730) bilhassa askeri alana yönelik ıslahatlar yapılmış ve bu ıslahatları desteklemek maksadıyla hudutların tahkimi, idari, mali ve içtimai hususlarda birçok düzenleme getirilmiştir. İzleyen II. Mahmut Devri’nde (1730-1754) top dökümhanesi, baruthane ve tüfek fabrikası kurulmuştur. Medreseler ıslah edilmiş, Avrupa’dan yeni bilgilerin öğrenilmesi dönemi başlatılmış ve bu kapsamda Batı tarzı ilk teknik okul olan Hendesehane (Kara Mühendishanesi) açılmıştır. III. Mustafa Devri’nde (1754-1774), sürat topçuları ocağı kurulmuş, modern top dökümhanesi, tersane ve istihkâm mühendishaneleri açılmış; donanma ile ilgili yapılan değişikliklerin “kurumlaştırılması” için kanunlar çıkarılmıştır. Diğer taraftan ilmi alanda yapılan çalışmalara ağırlık verilerek Avrupa’dan matematik, tıp ve astronomi alanlarına ait eserler getirtilmiş ve bunlar tercüme ettirilmiştir. Avrupa’nın denizcilikteki hızlı teknik ilerlemesini takip etmeye ve bunu Osmanlı sistemine entegre etmeye çalışan III. Mustafa, ilk kez Batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek, donanma gemileri inşaatı ve deniz haritaları alanında uzman nitelikli subaylar yetiştirmek amacıyla bir teknik okul açılması talimatını vermiştir.8 Böylece günümüzdeki Deniz Harp Okulu, 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından Tersane Hendesehanesi adı ile Kasımpaşa Tersanesi’nde kurulmuştur.
Halefi I. Abdülhamit Dönemi’nde (1774-1789) ise bu mühendishaneler yenilenmiş ve gemi inşasına başlanmıştır.9 Yeniçeriler ve sipahiler, Avrupa tarzında teknikler ve silahlarla eğitilmeye başlanmış, sürat topçu ocağı ve hendesehaneler genişletilmiştir. Fransız ve İngiliz donanmaları model alınarak gemiler inşa ettirilmiş ve bu kapsamda donanma subayları için 1784’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) açılmıştır. [Günümüzdeki İstanbul Teknik Üniversitesi ile Deniz Harp Okulunun, Mühendishane-i Bahr-i Hümayun içinden ayrılarak oluşturulduğu, 1851’de Heybeliada’ya taşınan Deniz Harp Okulu 31 Ağustos 1985 tarihinde İstanbul Tuzla’daki 777 dönüm arazi üzerine kurulu modern tesislerine kavuştuğu not düşülmelidir.10]
“DAR’ÜL HARB”DEN SAVUNMAYA
18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’nın o tarihe kadar “Dar’ül Harb” olarak gördüğü Batı’ya bakış açısı değişmeye başlamıştır. Oral Sander, 18’inci yüzyılda Osmanlı Devleti’nin, Avrupa devletleriyle ilişkilerinde bir “silah” olarak savaşın yerini diplomasinin aldığını belirtir. Osmanlı Avrupa’daki rolünün artık savunma olduğunu ve bunun için de müttefiklere ihtiyaç duyduğunu anlamıştır.11 Aynı dönemde Avrupa’da gerçekleşen sanayi devriminin olumsuz yansımaları artmış, bu olumsuz etki, kendisini teknolojik alanda yenileyemeyen Osmanlı’da sanayi kollarının rekabette gerileyerek çökmesini getirmiştir.
Bu durum karşısında Osmanlı yöneticileri çeşitli önlemler almaya ve bazı sanayileşme çabalarına girişmiştir. İlk teşebbüsler mevcut tesisleri genişletmek ve yeni fabrikalar kurmak şeklinde olmuştur. Ancak söz konusu yeni fabrikalar öncelikle askeri ihtiyaçları karşılamak üzere açılmıştır. Aynı yıllarda III. Selim (1789-1807) Osmanlı’nın artık düşmanlarıyla tek başına mücadele edemeyeceğini anlamış ve denge politikaları izlemenin şart olduğunu düşünmüştür. Diğer taraftan Rusların, Çeşme Deniz Savaşı’nda (1770) Osmanlı donanmasını tamamen yok etmesi üzerine III. Selim Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) anlayışını getirerek, Avrupa’nın en son askeri ve gemi inşa tekniklerini kabul edip uygulamaya yönelmiştir. Bu çerçevede, mühendishaneleri ıslah etmeye çalışmış, özellikle gemi inşa, seyrüsefer, haritacılık, coğrafya gibi derslerin getirilmesinin yanı sıra yabancı mühendislerden ve eğitimcilerden azami ölçüde yararlanılmasını başlatmıştır. Böylece bu yüzyılda ilk sanayii kuruluşları III. Selim tarafından kurulmuş; 1793-94 yıllarında da top, tüfek, maden ocakları ve barut üretimi için Avrupa usul ve donanımının alınmasına karar verilmiştir.12
Daha sonraki padişah II. Mahmut’un (1808-1839) öncekilerden farkı, ıslahat anlayışı ve uygulamasıdır. Her ne kadar daha önceki ıslahatlara da batılılaşma kaynaklık etmişse de bu anlayış müesseselere nüfuz edebilmiş değildi. Ancak II. Mahmut müesseseleri de ele alarak, daha esaslı temellere dayalı bir ıslahat yaklaşımını ortaya koymuştur. II. Mahmut Dönemi’nin en dikkat çekici hadisesi, yeniçeriliğin kaldırılması olmuştur. Devletin kuruluşundan itibaren kritik hizmetler üstlenmiş olan bu ocak, devletin yıkılmasında rol oynayan faktörlerde çarpan etkisi yaratır hale gelmiş bulunuyordu. II. Mahmut askeri ıslahatlar çerçevesinde Eşkinci Ocağı ile Yeniçeri Ocağını kaldırarak Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye Ordusu’nu kurdu. Bu dönemde askeri ıslahatlara ilaveten düzenli nüfus ve mülk sayım sisteminin düzenlenmesi, Mekteb-i Ulum-ı Harbiye, Mekteb-i Şahane-i Tıbbiye, Mekteb-i Maarifi Adliye ve Mühendishanelerle teknik okullar açılması gibi idari, sosyal, ekonomik ve eğitim alanlarında yenilikler yapıldı. Ancak II. Mahmut, doğrudan savunma sanayiini ilgilendiren ıslahatların altına imza atmış değildir.13
Oysa 18’inci yüzyılda Avrupa’da sanayide önemli gelişmeler yaşanmış, gelecek yüzyılda köklü değişiklikler getirecek olan Sanayi Devrimi’ne giden sürecin temellerini atmıştır. Kömürün daha etkin ve yaygın şekilde kullanılmasını sağlayacak makineler icat edilmiş, buhar makinesinin icadıyla tekstil ve demir sanayiinde ve demiryollarında yeni gelişmeler kaydedilmiş, gelişen okyanus denizciliğine bağlı olarak gemicilik sanayiinde ve deniz taşımacılığında da büyük ilerlemeler meydana gelmiştir.
GENÇ CUMHURİYET CİDDİ BİR ALTYAPI DEVRALMADI
Avrupa’da Sanayi Devrimi esas itibarıyla tarımsal üretimden makine teknolojisine geçişi ifade ederken, bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nda daha farklı tezahür etmiştir. Osmanlı Devleti’nde, Sanayi Devrimi öncesinde genellikle tarımsal ürünlerin işlenmesine ve harp malzemeleri üretimine dayalı bir imalat sektörünün varlığından bahsedilebilir. Hükmettiği coğrafyayı kontrol edebilmek için askeri ve mali gücün işlerlik ve sağlamlığına özen gösteren Osmanlı Devleti, fabrika ve imalathaneleri daha ziyade harp aleti/malzemesi yapımında kullanmak üzere inşa ettirmiştir. Osmanlı’da tersane, tophane, baruthane ve cephane şeklinde karşımıza çıkan harp sanayii tesisleri ekseriyetle İstanbul, Selanik, Gelibolu, Bor (Niğde), İzmir gibi il ve ilçelerde konumlanmıştı.14 Örneğin, harp malzemesinin ana hammaddelerinden olan demir Samakov, Pravişte ve Kiğı; bakır Ergani-Maden; kurşun Keban; barut hammaddesi olan güherçile de Konya, Karaman, Niğde, Kayseri ve Hezargrad’daki maden yataklarına yakın kurulu olan kâlhane adı verilen rafine tesisleri ve dökümhanelerde işlenerek devlete ait silah üretim merkezlerine gönderiliyordu. Silah imalathaneleri ekseriyetle payitaht İstanbul ve çevresinde bulunuyordu, ancak ihtiyaç halinde ordu gereksinimini karşılamak için ordu ve donanma güzergâhının önemli noktalarında da tophane, baruthane ve tüfekhaneler kurulabiliyordu.15
18’inci yüzyılda yaşanan savaş yenilgileri askeri alanda ileri teknolojiye sahip olan Avrupa devletleri karşısında Osmanlı’nın meşhur savaş toplarının artık yetersiz kaldığını göstermişti. 18’inci yüzyılın başlarında Osmanlı’nın ithalatında yüzde 60-70 artış yaşanmış bulunuyordu, ancak yüzyılın sonuna doğru ithalatın yarısını oluşturan yünlü ve ipek kumaşların yerini giderek askerî sanayiinin ihtiyaç duyduğu mamul mallar, mekanik aletler, kâğıt, şeker, gemicilik sektöründe ihtiyaç duyulan malzemeler ve barut almaya başladı. Sonunda Osmanlı, bilhassa askeri sanayii ve gemicilik sektörünün ihtiyaç duyduğu emtianın Avrupa’dan temin edilmesiyle, bu alanlarda tamamen dışa bağımlı hale geldi.16
Osmanlı gene yukarıda sayılan nedenlerden 18’inci yüzyıldan itibaren Avrupa ordularında ortaya çıkan gelişmeleri yakalama çabasıyla ordu ve donanma için İngiltere, Fransa ve sonra da Almanya’dan askeri uzman ve danışmanlar talep etmeye başlamıştı. Bu süreçte II. Abdülhamid döneminde Osmanlı ordusunu yeniden düzenlemek üzere Almanya’dan getirtilen askerî danışmanların Osmanlı ordusunda görev almasıyla Alman silah endüstrisi de ülkeye adım atmış oldu. Böylece Krupp, Loewe ve Mauser gibi büyük Alman silah firmaları, Osmanlı ordusunun top ve tüfek gibi önemli askerî teçhizatlarını karşılamaya başladı, öyle ki Krupp zamanla Türkiye’de top mühimmatı pazarında tekel durumuna geldi.17
Burada bir parantez açarak Osmanlı Bahriyesi’nin tarihte envanterine denizaltı katan ikinci bahriye olduğundan bahsetmek gerekir. 1886’da İsveç’in Nordenfelt şirketinden sipariş edilen iki adet denizaltı, Sultan II. Abdülhamid tarafından Hazine-i Hassa’dan ödenmek üzere satın alınarak “Abdülhamid” ve “Abdülmecid” isimleriyle donanmaya katılmışlardır.18
Özetle, Osmanlı İmparatorluğu’nda savunma sanayii, 18’inci yüzyıldan itibaren Avrupa’daki teknolojik gelişmelerin gerisinde kalmaya başlamış ve Birinci Dünya Savaşı esnasında da etkinliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet, Osmanlı’dan ciddi bir altyapı devralamamıştır. Osmanlı’dan yeni Cumhuriyet’e sadece gemi tersaneleri ve baruthaneler ile Birinci Dünya Savaşı esnasında Anadolu’ya gizlice sevk edilen bakım ve ikmal malzemeleri ile askeri teçhizat miras kalmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki faaliyetler de Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan birkaç üretim tesisiyle sınırlı kalmıştır.
2. ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ (1923-1950)
Cumhuriyet Dönemi’nde savunma sanayii, topyekûn sanayileşme ve kalkınma hareketinin temel yapı taşlarından biri olarak kabul edilmiş ve ulusal öncelik sıralamasının üst basamaklarında yer almıştır. Bu nedenle savunma sanayiinin özellikle devlet eliyle geliştirilmesi ve desteklenmesi benimsenmiştir. Atatürk 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde savunma endüstrisinin öneminden bahsetmiş ve dahası Kırıkkale’de hafif silah ve mühimmat fabrikası kurulmasına ilişkin ilk karar, bu Kongre’de alınmıştır. Bu dönemde hükümet farklı endüstri dallarında fabrikalar kurulmasını teşvik etmiştir. 1924’te hafif silah ve top tamir atölyeleri ile marangozhaneler ve fişek fabrikaları, 1925’te Eskişehir Hava Tamirhanesi, 1925’te Şakir Zümre Fabrikası, 1926’da Kayseri Uçak Fabrikası, 1927’de Kırıkkale Mühimmat Fabrikası, 1928’de ise pirinç fabrikası kurulmuştur.
Bu kurumlardan Şakir Zümre Fabrikası, Türk Savunma Sanayii’nin ilk özel sektör fabrikası olarak ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Fabrikanın kurucusu ve sahibi, Atatürk’ün Sofya’da Askeri Ateşe olarak görev yaptığı yıllardan tanıdığı ve yakın arkadaş olduğu Zümre, fabrikanın planlamasını 1924’te yapmış, temellerini ise 1925’te atarak fiilen üretim faaliyetlerine başlamıştır. Fabrika, uzun yıllar Türk ordusunun ihtiyacı olan silah ve cephanelerin üretimini yapmıştır. Örneğin, bombardıman uçaklarının kullandığı 100, 300, 500 ve 1000 kg’lık uçak bombalarının büyük kısmı ile çeşitli yangın bombaları Şakir Zümre Fabrikası’nda üretilmiştir.
Türk ordusuna üretim yapan; devlete ait İmalat-ı Harbiye Fabrikaları da uzun yıllar, Şakir Zümre Fabrikası ile müşterek cephane üretimi ve revizyonlar yapmıştır. Türk Kara Kuvvetleri’nin ihtiyacı olan silah ve cephaneler, top tapaları, eğitim bombaları, işaret ve aydınlatma fişekleri ve bu fişekleri ateşlemeye yarayan silahlar; bu fabrikanın en çok ürettiği ürünler arasında yer almıştır. El bombasından, top kamasına ve çeşitli çaplarda kara mayınlarına, yangın bombalarına kadar, Türk Ordusu’nun ihtiyacı olan hemen her çeşit cephane yine bu fabrikada; Türk teknisyen ve ustalar tarafından imal edilmiştir.19
Ayrıca bu dönemde, Haliç’teki askeri tersanelerin 1929’da Gölcük’e taşınması planlanarak, Gölcük Tersanesi’nin inşasına başlanmıştır. Yeni kurulmuş bir devlet olmasına ve bunun da ötesinde olumsuz ekonomik koşullara, teknolojik altyapı ve uzman/yetişmiş insan kaynağı yetersizliğine rağmen, Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında yapılmış olan yatırımların ve kurulan fabrikaların, hâlihazırda milli savunma sanayiinin temelini oluşturması takdire şayandır.
DÖNEMİN EN İYİ HAVACILIK FABRİKASI: TAMTAŞ
Cumhuriyet Dönemi’ni farklı kılan iki belirgin unsur vardır. Birincisi, özel firmaların teşekkülüdür. İkincisi ise havacılık sektöründe kaydedilen gelişmelerdir. Atatürk Dönemi’nde doğrudan devlet eliyle ya da desteğiyle kurulan fabrikaların yanı sıra özel savunma sanayii firmaları da kurulmuştur. Bu bağlamda 1930’da İstanbul Haliç’te üretime başlayan Nuri Killigil tesisleri (Tabanca, Havan ve Mühimmat Üretim Tesisleri) dönemin savunma sanayii alanında hizmet veren ilk özel firmalarındandır. Bu şirket, İkinci Dünya Savaşı esnasında TSK’ya ihtiyaç duyduğu silah araç, gereç ve teçhizatı sağlamıştır. Ayrıca Osmanlı’dan kalan gemi tersaneleri bu kuruluş tarafından modernize edilmiştir. 1929’da savaş gemisi Yavuz’un tamiratı için Haliç’teki tersane Gölcük’e taşınmıştır. Ayrıca Gölcük’te yeni bir tersane inşa edilmiş ve 1941 yılında da Taşkızak Tersanesi yeniden açılmıştır. Yine 1930’da Kayaş Kapsül Fabrikası, 1931’de Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası ile 1939’da da barut, tüfek ve top fabrikalarının tesis edildiği vurgulanmalıdır.
Bu dönemde havacılık sektörünün gelişiminde de büyük bir mesafe kat edilmiştir. 1926’da Tayyare ve Motor Türk A.Ş. (TAMTAŞ) kurulmuştur. Alman firması Junkers’ın ortak olduğu TAMTAŞ’ın Kayseri’deki fabrikaları 1928 yılı itibarıyla üretime başlamıştır. Burada bir parantez açıp Almanya’nın gerek Cumhuriyet ve gerekse Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin savunma endüstrisinin kurulması ve yayılmasında Ankara’nın en yakın müttefiki olduğu vurgulanmalıdır. 1939 yılına gelindiğinde TAMTAŞ; 15’i Alman Junkers A-20, 15’i ABD Hawk muharebe uçağı ve 15’i de Alman irtibat uçağı olmak üzere toplamda 112 adet uçak üretme kapasitesine ulaşmıştı. Şüphesiz 1926–1939 arasının çok zor bir ekonomik dönem olmasına rağmen uçak fabrikalarının kurulması, yurtdışı temaslar sayesinde önemli mesafelerin kat edilmesi ve Balkan devletleri içinde en güçlü hava kuvvetlerine sahip ülke haline gelinmesi takdir edilmesi gereken gelişmelerdir.
TAMTAŞ dönemin en iyi havacılık fabrikası olmasına rağmen Almanlarla yaşanan “lisans çatışması” nedeniyle kapatılmak zorunda kalmıştır. Bu gelişme bir kırılma yaratmış ve belirli bir süre uçak üretimini sekteye uğratmıştır. Buna mukabil 1941 yılında Türk Hava Kurumu (THK) tarafından bir uçak fabrikası kurulmuş ve havacılık sanayiinde ilk bağımsız çabanın ve ilk büyük girişimin simgesi olmuştur. Bu arada ilk uçak motor fabrikasının 1948’de Ankara’da kurulduğuna dikkat çekilmelidir. İlaveten bu dönemde Malatya’da tesis edilen fabrikalarda İkinci Dünya Savaşı esnasında İngiltere’den satın alınan uçakların tamiratı yapılmıştır. Bir diğer özel firma ise bu dönemde Nuri Demirağ tarafından satın alınmıştır. Yine Alman lisansıyla 24 adet NUD-36 eğitim uçağı imal edilmiş, ayrıca altı yolcu kapasiteli NUD-38 yolcu uçağı üretilmiştir. Ne var ki fabrika 1943-1944’te kapatılmıştır.
YARDIMLAR EMEKLEYEN SANAYİİ DURDURDU
Türk havacılık sektörü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya genelinde savunma sanayiindeki en pahalı yatırımı gerçekleştirmiştir. Ankara Rüzgâr Tüneli söz konusu dönemde inşa edilen rüzgâr tünelleri içinde dünyadaki en büyük rüzgâr tüneli olmuştur. 1947’de yapımına başlanan tünel, 1950’de tamamlanmış; tünelin Ar-Ge ve yapım masrafları, genel bütçenin üçte birine tekabül etmiştir. Ne var ki projenin tüm aşamaları bitirilememiş ancak 1950’li yıllarda ABD yardımıyla Ar-Ge süreci tamamlanmıştır. 1967 yılında NATO’nun saha çalışmasını yürütmek üzere Fransa’dan gelen bir uzman, söz konusu rüzgâr tünelinin dizayn ve inşası bakımından Avrupa’nın en başarılı tesislerinden biri olabileceğini belirtmiştir. 1994 yılında projenin yeniden başlatılması denenmişse de başarısız bir girişim olarak kalmıştır.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nde milli savunma sanayiinin tesisi hedefine yönelik önemli adımlar atılıp yeni girişimler başlatılmıştır. Aşağıda verilen listede de görüleceği üzere, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Türk savunma sanayii, iç güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde genişletilmiş ve müteakiben devletin öncülüğündeki sanayileşme dalgasının bir parçası haline gelmiştir. Ancak burada bir parantez açıp ABD’nin, 11 Mart 1941 tarihli “Ödünç Verme-Kiralama Kanunu (Lend-Lease Act)” çerçevesinde İngiltere, Çin, Sovyetler Birliği, Fransa, Türkiye gibi muhtelif ülkelere silah transferi ve savaş malzemesi desteği sağladığı belirtilmelidir.20 Mevzubahis program kapsamında ABD tarafından Türkiye’ye, 1941-1944 yılları arasında 95 milyon dolarlık savaş malzemesi verilmiştir. Bunun haricinde, 12 Temmuz 1947 tarihli Truman Doktrini’nin etkileri ve sonuçları göz önünde bulundurulmalıdır. Zira Truman Doktrini kanalıyla sunulan yardım ve destek paketleri, 2000’li yıllara kadar Türkiye’nin özellikle ABD’den (ve diğer Batılı ekonomik kurumlardan) kredi istemesine ve kullanmasına temel oluşturmuş, böylece siyasi, askeri ve ekonomik bakımlardan bağımlılığın önünü açmıştır. Nitekim Erken Cumhuriyet Dönemi’nde milli savunma sanayiinin tesisi hedefine yönelik önemli adımlar atılıp yeni girişimler başlatılmışsa da; İkinci Dünya Savaşı’nı takiben ABD ve İngiltere’nin sağladığı hibe ve yardımlar ile bunlara ek olarak Türkiye’nin 1952’de NATO’ya kabul edilmesiyle artış gösteren askeri yardımlar, henüz emeklemeye başlayan savunma sanayiinin gelişmesinin durmasına neden olmuştur.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ (1950-1980)
Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip uluslararası politikada beliren yeni güç dengesinde Batı ittifakında yer almayı tercih etmesi ve bu doğrultuda izlediği iç ve dış siyaset, savunma politikasının çehresini nasıl ve hangi yönde değiştirmiştir?
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye, bölgesel ve uluslararası ittifaklar içinde yer almaya ehemmiyet verirken; esas gayesi Batı Bloğu bünyesinde konumlanmak olmuştur. Bu minvalde Türkiye, 1945’te Birleşmiş Milletler, 1949’da Avrupa Konseyi, 1952’de NATO üyeliği ve 1963’te Ankara Anlaşması’na taraf olmuştur. Dış ve savunma politikalarında Batı’ya kısa sürede entegre olmayı amaçlayan Türkiye için engel teşkil eden ise iç siyasi arenadır. Ankara Hükümeti, her 10 yılda bir askeri darbeyle yüzleşmek zorunda kalmış; 1960, 1971 ve 1980 darbeleri Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda çıkmaza sokan kırılma noktalarının simgesi haline gelmiştir. Öte yandan 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye’nin bilhassa NATO’daki Batılı müttefiklerine olan inanç ve güveninin derinden sarsılmasına neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren NATO ve daha sonra Avrupa Birliği (AB) içindeki dost addedilen müttefikliklerle ikili ilişkilere gereğinden fazla kıymet atfetmek; Türkiye’nin savunma zihniyetini ve politikasını Amerika ve Avrupa pazarlarına hapsetmesine neden olmuştur. Bu da doğal olarak tek kaynak bağımlılığını körüklemiştir.
Ekonomik sorunları, savunma masraflarının artması ve modern bir savaş için gereken silahlara sahip olmaması gibi muhtelif nedenlerden ötürü Türkiye’nin, Sovyetler’e karşı kendisini tek başına savunabilmesi mümkün değildi. Sovyet tehdidi karşısında kendi çıkarlarını korumak ve gücünü daim kılmak amacıyla mukabil yeni stratejik planlamalar geliştiren ABD, Türkiye’nin bu durumunun farkındaydı. İşte bu farkındalık ve mecburiyet, Ankara-Washington ilişkisinde yeni bir sayfa açmıştır. Batı Bloğu’nun önderliğini üstlenen ABD, jeopolitik ve jeostratejik konumu itibariyle kıymet atfettiği ve bilhassa Yakın Doğu’da Sovyet yayılmacılığını önleme politikasında bir “kalkan” olarak algıladığı Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapmaya karar verdi. Bu kararını 1947’deki Truman Doktrini ve 1948’deki Marshall Planı21 çerçevesinde uygulamaya koydu.22 İki ülke arasındaki yakın işbirliği; Türkiye’nin, 1949’da ABD öncülüğünde kurulan NATO’ya, 18 Şubat 1952 tarihinde üye olmasının, yani ortak savunma sistemine dâhil edilmesinin ardından çok daha ileri bir seviyeye taşındı.
Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının ardından ABD ile imzaladığı bir dizi ikili anlaşma ile sağlanan askeri ve ekonomik yardımlar, NATO’nun doğrudan ABD ile ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Örneğin, Türkiye’de açılan askeri üslerin hangilerinin NATO’ya ve hangilerinin ABD’ye ait olduğuna dair hükümet ya da kurumlar tarafından net bir ayrımın yapılmamış olması; halk nezdinde tüm yabancı askeri üslerin ABD’ye ait olduğu izlenimini uyandırmıştır. Bir anlamda, NATO ve ABD birbirine eş görülmeye başlamış, ABD’nin politika, söylem ve eylemlerinin birer yansıması olarak değerlendirilmiştir.23 30 Mayıs-4 Haziran 1954 tarihleri arasında bir dizi temasta bulunmak üzere ABD’ye giden Adnan Menderes; ABD’den uzun vadeli krediler açmasını, her sene yaptığı yardımı 1958’e kadar uzatmasını, Amerikan sermayesinin yatırımlarını teşvik etmesini, Türk ordusunun modernleştirilmesi ve masraflarının karşılanabilmesi için yaptığı yardıma devam etmesini istemiştir. Menderes’in bu talebine karşılık, ABD Başkanı Dwight David Eisenhower ve Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, Türkiye’ye ekonomik yardım sözü vermişler, ayrıca Türk ordusuna 200 bin dolarlık askeri yardım, silah ve malzeme teslimatını artırmayı kabul etmişlerdir.24 Menderes’in ABD ziyareti, başlı başına Türkiye’nin o dönemde ekonomik, mali ve askeri açıdan özelde ABD’ye genelde NATO’ya nasıl bağımlı hale gelmiş olduğunun bariz bir göstergesidir. Neticede NATO üyeliği sonrasında ihtiyaç fazlası savunma ürün ve donanımların Türkiye’ye hibe edilmesi yurtiçi üretimi engellemiş ve Türkiye’yi NATO pazarına mahkûm kılmıştır. Örneğin, 1963-1964 arası cereyan eden Kıbrıs olayları, Türkiye’nin artık ABD’den savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya dönük beklentilerini azaltması gerektiğini gösteren ilk somut vaka olmuştur. Bu anlamda ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın, dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği 1964 tarihli ünlü “Johnson Mektubu”, Ankara’da adeta deprem etkisi yaratmıştır. Johnson’ın kaleme aldığı şu şatırlar örtülü bir tehdidin bariz bir yansımasıdır:
“Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşması’nın 4’üncü maddesi mucibince, askeri yardımın veriliş maksatlarından gayrı gayelerde kullanılması için Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in muvafakatini alması icap etmektedir… Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik Devletler’in muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim.”25
Ancak Türkiye, savunmadaki mutlak bağımlılığın ne anlama geldiğini ve kendi kendine yeten bir savunma sanayii altyapısının neden gerekli olduğunu, “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı” esnasında acı bir tecrübe olarak deneyimlemiştir.
TRAKTÖR FABRİKASINDAN ALTAY’A
1970’li yıllarda endüstrileşmeye ivme kazandıran, çok sayıda fabrikanın temelini atan ve savunma alanında “kendi tankımızı yapalım” diyen Necmettin Erbakan; “yerlilik” ilkesine kuşkusuz büyük önem veriyordu. Her ne kadar bu yaklaşım, savunma sanayii açısından takdire şayan bir niyet ve teşebbüs olsa da o zamanlarda Türk mühendislerin projeleri hayata geçirebilecekleri bir altyapı, bilgi birimi, Ar-Ge kapasitesi ve yeterli finansal kaynaktan bahsetmek mümkün değildi. Tüm bu eksikliklere rağmen Erbakan’ın Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı iken 1975 yılında çıkarttırdığı kararnameyle kuruluşuna öncülük edip temelini attığı Türkiye’nin önde gelen traktör ve dizel motor üreticisi TÜMOSAN’ın bugün Altay tankına dizel motor geliştirmek üzere faaliyetlere başladığı göz önünde bulundurulmalıdır.26
Yukarıda aktarılanlar ışığında, 1950’lerden 1980’li yıllara uzanan dönemde Türk savunma sanayiinin öne çıkan özelliklerini beş başlık altında toplayabiliriz:27
Birincisi; Türk savunma sanayiinin gelişiminde kilit rol üstlenen askeri fabrikaların bir iktisadi devlet teşekkülü haline getirilmiş olmasıdır. Bu kapsamda Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü, 1950’nin hemen başında Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) adı altında iktisadi devlet teşekkülü haline dönüştürülerek İşletmeler Bakanlığı’na bağlanmış; böylece 8 Mart 1950 tarih ve 5591 Sayılı MKEK Kanunu yürürlüğe girmiştir. Ayrıca 5591 Sayılı Kanun, MKEK’ye Türk Hava Kurumu’nu alma yetkisi tanımıştır.28
İkincisi; Türk savunma sanayiinin gelişmesinde durgunluğa yol açması itibarıyla yurtdışından gelen yardım ve hibelerdir. Bu bağlamda ABD’den gelen yardımlar, Truman Doktrini’nin dört farklı alanda (hibeler, FMF/FMS kredileri, ticari krediler ve eğitim desteği) uygulanmasına dayanıyordu. Örneğin, Türkiye, yardımlar sayesinde M-47/48 tankları, obüs, uçak ve mühimmat tedarik edebilmiştir. Ancak 1970’li yıllarda hibelerin aşama aşama azaldığına tanıklık edilmiştir. Yine de bu dönemde Türkiye, hibeler aracılığıyla F-4E (Phantom II)29 ve T-38 uçakları ile Perry sınıfı fırkateynleri envanterine katmayı başarmıştır. Öte yandan Türkiye, 1972 yılını müteakip ABD’den “Yabancı Askeri Fonlar” (Foreign Military Funds, FMF)” ile “Yabancı Askeri Satışlar (Foreign Military Sales, FMS)” çerçevesinde sağlanan krediler üzerinden dış yardım almıştır. Ne var ki ABD, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gerekçe gösterilerek uygulanan ambargoların (5 Şubat 1975-26 Eylül 1978) bir uzantısı olarak bu yardımları 1975-1980 yılları arasında durdurmuştur. Böylece dış yardım kanalıyla sağlanan krediler, beş yıl süreyle kesilmiştir. Mart 1980’de Türkiye ve ABD arasında “Savunma ve Ekonomik işbirliği Anlaşması” imzalanırken;30 FMF/FMS programı 1980’de yeniden başlayıp 1998’e kadar sürmüştür. Söz konusu krediler, ilk zamanlarda bağış şeklinde gerçekleşirken, daha sonra yüzde 5 faiz uygulanan uzun dönemli kredilere dönüştürülmüştür. Türkiye’nin bu dönemde “Uluslararası Askeri Eğitim ve Öğretim” adı taşıyan bir program vasıtasıyla eğitim desteği aldığı da belirtilmelidir. Program çerçevesinde icra edilen faaliyetlerin maliyeti, yıllık bir iki milyon dolarlık bir meblağa tekabül etmiştir. Ancak burada Türkiye’ye sadece ABD’nin değil, Almanya’nın da dış yardım sağladığı not düşülmelidir. Ne var ki mevzubahis dış yardım ve hibeler, milli savunma sanayiini tesis etmeye yönelik çabalara ket vurmuş, TSK’nın yurtiçi siparişlerinin azalmasına ve bu da askeri fabrikaların verimliliklerini yitirerek milli bütçe üzerinde yük oluşturur hale gelmelerine yol açmıştır. Öyle ki askeri fabrikaların, MKEK’ye devredilmesi icap etmiştir. Örneğin, Türk Hava Kurumu’na ait uçak fabrikası, THK-5A hafif nakliye uçağı üreten ve hatta bunun ambülans versiyonunu Danimarka’ya ihraç eden bir pozisyonda iken MKEK’ye devredilmiş ve dahası 1968’de tekstil fabrikasına dönüştürülmüştür.
Üçüncüsü; Türkiye’nin yurtiçinde yürüttüğü çabalardır. Bu dönemde Türkiye’nin savunma endüstrisini ileriye taşıma noktasında birtakım adımlardan bahsetmek mümkündür. Bu bağlamda 1957’de NATO standartlarına uygun bir mühimmat fabrikasının kurulması, keza roket fabrikası ile dişli imalat tesislerinin oluşuturulması, 1967’de MKEK tarafından Kobra Tanksavar Roketi ile G3 piyade tüfeği ve MG3 makine tüfeğinin üretimine başlanması, MKE’nin satın aldığı THK tesislerinde uçak ve planör üretilmesi örnek sayılabilir. Ne var ki bu çabalar oldukça sınırlı kalmış; siyasi ve askeri karar alıcı mekanizma hibe ve yardımların milli savunma endüstrisi üzerinde yarattığı olumsuz etkinin boyutunu fark edememiştir. Başka bir deyişle tedarik edilen silahla birlikte teknoloji transferinin de geliyor olmamasının “sürdürülebilirlik” açısından zamanla ne denli bir boşluk yaratacağı anlaşılmamıştır. Hâlbuki Batı Avrupa ülkeleri, 1960’lı yıllarda ABD yardımlarının ulusal savunma sektörlerinde yaratabileceği olası etkileri önceden fark ederek muhtemel bir bağımlılık durumuna düşmemek için gerekli tedbirleri almışlardır. Kaldı ki Ankara bu durumu ilk olarak 1964’teki Kıbrıs olayları esnasında fark etmiştir.
Dördüncüsü; 1974 Kıbrıs Barış Harekâtıdır. Her ne kadar 1963-1964 olayları Ankara’da bir uyanışa vesile olmuşsa da 1974’teki tecrübe çok daha sert ve acımasız yaşanmıştır. Türkiye, NATO üyesi olmasına rağmen; aynı İttifak çatısı altındaki müttefiki ABD’nin silah ambargosuna uğramış; bu yüzden ihtiyaç duyduğu mermi ve yedek parçaları dahi Libya’dan tedarik etmek mecburiyetinde kalmıştır. Silah ambargosu, Türkiye’nin milli savunma endüstrisini geliştirmesi bakımından kritik bir rol oynamış olsa da o dönemdeki yansımaları ve sonuçları ağır olmuştur. Burada bir parantez açıp Türkiye’nin, 1990’lı ve 2000’li yıllarda doğrudan silah ambargosuyla karşılaşmamış olsa da birçok defa örtülü ambargonun mağduru olduğu hatırlatılmalıdır. Örneğin, Türkiye, PKK terörünü en fazla hissettiği ve mücadelenin en yoğun yaşandığı 1990’lı yıllarda, ABD’den terörle mücadelede ihtiyaç duyduğu taarruz maksatlı AH-1W Süper Cobra helikopterleri almak istemiştir. Ancak ABD’deki farklı çıkar gruplarının ve bilhassa Rum, Yunan ve Ermeni lobilerinin etkisiyle oluşan kamuoyu baskısı nedeniyle ABD Başkanı Bill Clinton yönetimi, iç siyasi dinamikleri gözeterek bu satışa onay vermemiş ve FMS kanalını devreye sokmamış, ABD Kongresi’ne satışla ilgili bildirimde bulunmamıştır. Burada Clinton yönetiminin “örtülü ambargosu”nun bir vakıa olmasının yanı sıra Kongre’ye sevk edilmemesinin arkasında yatan teknik neden göz ardı edilmemelidir. Zira Kongre’ye sunulup ret kararı çıkan bir satışın bir daha gerçekleşmesi neredeyse imkânsızdır. Dolayısıyla, şayet Kongre’den onay çıkmama riski öngörülmüşse, Kongre’ye hiç sunulmamış olması gayet olağandır.
Benzer şekilde 2000’li yıllarda Türkiye’nin, ABD’den satın almak istediği insansız hava aracı Reaper ile Cobra helikopterlerine de ABD Kongresi’nden izin çıkmadığı unutulmamalıdır. Hatta üç yıl önce Ocak 2015’te Kongre, ABD donanmasından hizmet dışına çıkarılan üç adet FGG sınıfı güdümlü füze fırkateyninin Türk donanmasına hibe edilmesini ve bir savaş gemisinin de düşük fiyatla satılmasını reddetmiş ve söz konusu fırkateynlerin, NATO üyesi olmayan Meksika ve Tayvan’a hibe ve satışını onaylamıştır.31
Beşincisi; silah üretiminde kendi kendine yeterlilik anlayışının kazanılmış olmasıdır. Örneğin, bu dönemde 3238 sayılı Kanun çerçevesinde “kendi uçağını kendin yap” şiarı çok popüler olmuştur. Bu politikanın bir çıktısı olarak kuvvet bazında sektörel gelişmeye dönük muhtelif girişimler gerçekleştirilmiştir. Söz konusu girişimler çerçevesinde Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Türk Donanma Vakfı, Türk Uçak Sanayi Anonim Şirketi (TUSAŞ), Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve ASELSAN kurulmuştur. Bu vakıflara Türk halkı önemli miktarda bağış yapmış ve yine yasalarla bu vakıflara/şirketlere özel gelir kaynakları sağlanmıştır. Öte yandan bu yıllarda yaşanan gelişmeler sonucunda siyasi ve askeri karar alıcıların Ar-Ge’nin önemine dair farkındalıklarının arttığı gözlemlenmiştir. (Aynı zamanda eski teknolojiler kullandıkları için şirketlerin ve MKEK’nin çok fazla kişi istihdam ettiği dolayısıyla dış pazarla rekabet edebilecek durumda olmadıkları yönünde eleştiriler de dile getirilmiştir.)
1980’LER – YENİ AÇILIMLAR
1983 seçimleriyle iktidara gelen Turgut Özal’ın en büyük mirası ekonomik reformlar, sanayii alanında yenilikçilik ve girişimcilik olmuştur. Genel itibarıyla Özal döneminde (1983-1989); finansal liberalleşme uygulamalarına, ihracat odaklı ekonomik büyümeye, Anadolu’da dinamik ve girişimci bir kesimin ortaya çıkmasına, ekonominin yanı sıra siyaset, kültür ve dış politika alanlarında yeni girişimler başlatılmasına ve böylece nüfuz alanının genişletilmesine büyük önem verilmiştir.32 Örneğin, 1987’de Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na tam üyelik için başvuruda bulunması; esasında Özal’ın jeopolitik ve ekonomik dayanakları olan pragmatik yaklaşımın bir tezahürüdür. Özal, dış politikada açılımcı bir yaklaşım benimserken sanayide yerlilik ve millilik kriterlerinin karşılanması konusunda hassas davranmıştır. Kuşkusuz Özal’ın mühendis kökenli olması siyasete bir teknokrat bakışı getirmiş, bu sayede Ar-Ge ve üretim faaliyetlerine gösterilen ilgi artmıştır. 1980’lerin başlarından itibaren ASPİLSAN, TAI, TUSAŞ vb. şirketler kurulmuş, savunma sanayii yatırımları hız kazanmıştır. Ayrıca Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SaGeB) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın (TSKGV) kurulması Özal döneminin en önemli gelişmeleri arasında yer alır. Savunma sanayiinde Özallı yılları üç ana başlık üzerinden izah etmek dönemin daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Birincisi; Türk ekonomisini liberalleştirme çabalarıdır. 1980’ler öncesinde ekonomi politikası ithal ikameci bir modele dayanıyordu. İhracatçı ülkelerle işbirliğine dayanan bu modelde daha önce yurtdışından ithal edilen bazı silahlar lisans almak suretiyle aynı kalitede yurtiçinde üretilebiliyordu. Ne var ki iç pazarın küçük olması, yapısal ve mali sorunlar, modern silah üretimini neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Zira modern silahların üretimi devasa yatırımlara ihtiyaç duyuyordu. Oysa Türkiye’ye benzer sorunlar yaşamalarına rağmen Brezilya, Hindistan ve İsrail gibi bazı ülkeler savunma sanayiine büyük önem vererek modern silah üretmeyi başarmıştı. Buna mukabil Türkiye 1950’lerin başından itibaren hep ithal ikameci modeli uygulamış ama yatırım yetersizliği ve ekonomik istikrarsızlık yüzünden bu model savunma sanayiine ciddi bir katkıda bulunamamıştı. Özal ise devletin ekonomik ve ticari faaliyetlerdeki rolünü azaltıp daha çok altyapı ve sosyoekonomik yatırımlarla sınırlandıran tamamen farklı bir model benimsedi. Her ne kadar 1985 yılına kadar savunma sanayiinde devlet tekeli varlığını sürdürmüşse de daha önce iç savunma pazarına girmelerine izin verilmeyen özel şirketler bu tarihten itibaren yatırım yapma konusunda cesaretlendirilmeye başladı. İkinci olarak; 1985 yılında 3238 sayılı Kanun çıkarıldı. TSK’nın ihtiyaç duyduğu her türlü silah, araç ve gerecin mümkün ve ekonomik olduğu ölçüde Türkiye’de üretilmesini amaçlayan 3238 sayılı Kanun Türkiye’ye yeni bir savunma sanayii anlayışı ile esnek ve hızlı işleyen bir sistem kazandırdı. Savunma sanayinin geliştirilmesi ve TSK’nın modernizasyonu amacıyla Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SAGEB) kuruldu. Süreklilik, kaynak ihtiyacı ve devlet yönlendirmesi gerekliliğinden hareketle Savunma sanayii alanındaki çalışmaları tek elden yürütmek ve koordine etmek amacıyla kurulan başkanlık 1989’da Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) olarak yeniden yapılandırıldı. Öte yandan 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1985-1989) ile savunma sanayiinin geliştirilmesine yönelik yatırımlara ağırlık verilmesini öngörüyordu. Üçüncü olarak; Türk savunma sanayii, proje temelli olarak kurulan savunma şirketleri ile büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Bu bağlamda aşağıda sıralanan sanayi kuruluşları önemli projeler geliştirip yürüttü. Ancak Özal’ın büyük önem vermesine rağmen Ar-Ge çalışmalarına gereken ilginin gösterilmemiş olmasını bu döneme dair bir eleştiri olarak kaydetmek gerekir. Bu dönemde Ar-Ge çalışmalarına ayrılan bütçe, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin ancak %0,3’ü mertebesinde kalmıştır.
OFFSET MANTIĞI
Özal’ın yaklaşımı ithal ikameci tasvir edilse de aslında hem “milli” hem de “yerli” üretime dönük teşebbüsleriyle bugüne ışık tutmuştur. Özal’ın savunma sanayiindeki yerleşik zihniyet yapısını değiştiren temel motivasyonu, savunma sanayii alanına offset mantığı kazandırmasıdır. Bu mantık sayesinde, bugün Türkiye ihracat yapma yeteneğine kavuşmuştur. Bu bağlamda Özal döneminin en büyük miraslarından birisi TAI’nın kuruluşudur. En basitinden TAI’nın F-16 üretmesi inanılmaz bir başarı hikâyesidir ki bugün Türkiye’nin Fırat Kalkanı veya Afrin Harekâtı gibi sınır ötesi operasyonlarda ekseriyetle F-16 kullandığı hesaba katılmalıdır. Öyle ki bugün Türkiye’nin savunma ihracatındaki başat rol TAI’ye aittir. Örneğin, Savunma ve Havacılık Sanayi İhracatçıları Birliği’nin (SSI) verilerine göre, sektörün 2017’deki ihracat rakamları, bir önceki yıla göre %3,7 artarak 1 milyar 677 milyon dolardan 1 milyar 739 milyon dolara çıkmış; savunma ve havacılık sanayiinde geçen yılın ihracat şampiyonu TUSAŞ/TAI olmuştur.33 Keza Özal döneminin sunduğu olanaklardan istifade eden önce FMC ile daha sonrasında BAE ile ortak olan Nurol Savunma Sanayii A.Ş.’nin Türkiye’de savunma ihracatı yapan ilk firma olduğunun alt çizilmelidir.34
1990’LI YILLAR – YAVAŞLAMA
Siyasi bakımdan birbirini izleyen çok parçalı koalisyonlarla geçen ve daha çok krizlerle belirlenen 1990’lı yıllarda savunma sanayii alanında da fazla yol alınamamıştır. Gene de 1990’lı yıllarda TSK’nın modernizasyonuna ilişkin çabalar ile teknolojiye verilen önemin arttığının altı çizilmelidir. 3238 sayılı Kanunla ortaya konan amaç ve belirlenen politika doğrultusunda, 1990-2000 yıllarında arasında tedarik yaklaşımı hazır alımdan ortak üretime doğru değişmeye başlamıştır.
Ancak 1998 yılında “Türk Savunma Sanayii Politikası ve Stratejisi Esasları” ile ilgili olarak alınan Bakanlar Kurulu Kararının Türk Savunma Sanayii için adeta bir dönüm noktası teşkil ettiği söylenebilir. Bu karar ile savunma sanayii için aşağıdaki temel unsurlar belirlenmiştir:
- Yerli ve yabancı özel sektöre açıklık
- Dinamik yapı
- İhracat potansiyeli ve uluslararası rekabet imkânı
- Yeni teknolojilere kolay adaptasyon, teknoloji üretimi
- Teknolojik gelişmeler karşısında kendini yenileme kabiliyeti
- Türkiye ile dost/müttefik ülkeler arasında dengeli savunma sanayii işbirliği, değişen siyasi
- durumlardan asgari düzeyde etkilenme
- Mevcut imkânların azami ölçüde kullanımı, entegre ve tekrar yatırımlarından arınma
- Sivil amaçlarla da üretim yapılabilmesi, alternatif uğraş alanları
- Türkiye’nin taraf olduğu çok taraflı ihracat denetim rejimleriyle ilgili vecibe ve önceliklerin desteklenmesi
Son olarak 1990’lı yıllara ilişkin iki gelişmeye daha dikkat çekilmelidir. Bunlardan ilki, 1991 yılında Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş.’nin (STM) kuruluşudur. İkincisi, 1998 yılında Türkiye’nin ulusal savunma politikasını formüle eden “Beyaz Kitap”ın yayımlanmasıdır. Beyaz Kitap’ta, “caydırıcılık, kriz yönetimine askeri katkı, ileri savunma ve kolektif güvenlik” unsurlarına dayanan yeni stratejilerin benimsendiği ifade edilmiştir.
2000’LER – YENİ TÜRKİYE YOLUNDA
Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimindeki AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesiyle başlayan bu dönemde, önceki 50 yıl boyunca güvenlik ve savunma politikasını kurumsal düzeyde neredeyse tümüyle NATO’ya devreden, sahadaki ihtiyaçlarının ekseriyetini dış tedarik yoluyla ABD’den ve diğer NATO müttefiklerinden karşılayan bir Türkiye’den kendi belirlediği stratejiler doğrultusunda bağımsız karar alabilen, yatırım yapabilen, öz kaynaklarına dayanan bir Türkiye’ye yönelme süreci başlamıştır.35 Türkiye’nin bu dönemde belirginleşen yeni savunma ve güvenlik anlayışının merkezinde üç temel kavram yer almaktadır: “yerlilik”, “millilik” ve “otonomi”.
Türkiye, 1952’de NATO’ya üye olmasıyla birlikte ulusal savunma politikasını Atlantik İttifakı güzergâhında şekillendirmişti. Dolayısıyla güvenlik ve savunmaya ilişkin ihtiyaçlarının ekseriyetini Soğuk Savaş bağlamındaki kısıtlamalar çerçevesinde NATO’daki müttefiklerine dayanan bir dış tedarik zincirinden karşılamaktaydı. Oysa özel olarak ABD ile Türkiye, genel olarak da NATO ile Türkiye arasındaki güvenlik ve savunma alanındaki işbirliği birçok defa kesintiye uğramıştı. Soğuk Savaş döneminde özellikle ABD ile zaman zaman yaşanan ayrışmalar nedeniyle Türkiye’nin savunma politikalarında göreli bir “otonomi” arayışı gündeme gelmişti. Ancak güvenlik bürokrasisinin Batı ve ABD eksenli yaklaşımları Türkiye’nin kendine uygun bir yerelleşme stratejisi izlemesine imkân vermemiş, yerli savunma sanayiinin hayata geçmesi gecikmişti. Bu durum Türkiye’yi savunmasında tek yönlü bir bağımlılık ilişkisine mahkûm ediyordu. Türkiye güvenlik açıklarını tespit edip ivedilikle engellemede ve ortaya çıkan tehditlere karşı mücadelede zaman zaman ciddi zorluklarla karşı karşıya kalıyordu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı bağlamında yaşanan kriz ve terörle mücadele konusunda yaşanan siyasi ayrışmalar akla gelen ilk örneklerdir.
Özal döneminde bir tür “sivilleşme” hamlesi gerçekleşmiş olsa da sivil-asker ilişkilerinin demokratik kontrolündeki eksiklikler ve askeri çevrelerin politik arenadaki istisnai rolü yüzünden Türkiye savunmadaki bağımlılık sorununu giderememişti. 1990’lı yıllarda TSK’nın hükümetten ayrı ve ondan bağımsız olarak siyasi gündemi -özellikle güvenlik ve savunma politikaları bağlamında– belirlemede ortaya koyduğu performans hatırlanırsa sorun daha iyi anlaşılır. İsrail ile yapılan tank modernizasyonu anlaşmasının Refah-Yol hükümetinin inisiyatifi dışında TSK eliyle yürütülmesi burada çarpıcı bir örnektir.
Öte yandan Körfez Savaşı ve Irak’ın işgaliyle dönüşmeye başlayan, ardından Arap İsyanlarıyla birlikte radikal bir kırılma yaşayan güvenlik çevresi ve giderek polisiye bir olay olmaktan çıkarak çatışma ve savaş eksenine oturan Türkiye’nin terörle mücadelesi yerlilik mevzusunun ne kadar hayati bir mesele olduğunu kanıtlamıştı. İşte tam da bu noktada “yerlilik” ilkesinin, yalnızca savunma ihtiyaçları doğrultusunda ve sadece savaş zamanlarında ya da konvansiyonel harekât alanıyla sınırlı bir şekilde sağlanması gereken bir özellik değil, ülkenin ulusal güvenliğini ilgilendiren tüm alanlarda bütün zamanlar için hayati olduğu idrak edilmiştir.
En yalın izahıyla “yerlilik” bir ülkenin öz savunma ihtiyaçlarını kendi imkân ve kabiliyetleri doğrultusunda yerli kaynaklarla karşılamak suretiyle dışa bağımlılığını asgari seviyeye indirmesidir. Günümüzde silah sistemlerinin, bilhassa hava ve füze savunma teknolojilerinin içerdiği yüksek sofistikasyon derecesi dikkate alınırsa, bunun tarihi bir birikime olduğu kadar uzun vadeli bir yatırıma da ihtiyaç duyduğu aşikârdır. Dolayısıyla bu kabiliyeti kazanmak sadece ülkenin ekonomik gücüyle alakalı olmayıp aynı zamanda insan sermayesi, altyapısı, bilimsel çalışmaları, Ar-Ge kapasitesi ve teknolojik seviyesiyle de yakından ilişkilidir.
Muazzam petrol gelirlerine sahip olmalarına rağmen bazı Orta Doğu ülkelerinin savunma alanında büyük bir kaynak ve teknoloji bağımlılığı yaşaması bunu çok açık gösteriyor. Keza Türkiye’nin özellikle Arap İsyanları sonrasında riski artan ve son derece ivedi bir sorun haline gelen ulusal hava ve füze savunma sistemi ihtiyacı bir başka örnektir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu uzun menzilli, yüksek irtifalı bölge hava ve füze savunma sistemi birkaç ülkenin tekelindedir ve alım şartları küresel jeopolitik rekabetin asli bir parçası haline gelmiş durumdadır. Bunlara ek olarak Türkiye’nin gerek dahil olduğu savunma ittifakından gerekse içinde yer aldığı güvenlik kompleksinden kaynaklanan sui generis statüsü Ankara’nın mevzubahis sistemi tedarik sürecini son derece karmaşık bir hale getirmiştir. Bilindiği gibi Türkiye başlangıçta sunduğu teknik ve mali avantajlar itibarıyla Çin’in FD–2000 (HQ–9) sistemini tercih etme eğilimindeydi. Ancak ABD ve NATO’daki bazı Avrupalı müttefiklerle yaşanan siyasi güven problemi çözüme kavuşturulamadığı, milli hedef ve çıkarlar uyumlaştırılamadığı için Türkiye T-LORAMIDS ihalesinden farklı bir teklifle gelen Rusya’nın S-400 sistemine yöneldi. Bu tercihi yaparken Ankara, dış tedarik kriterlerini teknoloji transferi, ortak üretim şartı, yerli katkı payı, teslim süresi ve fiyat avantajı şeklinde belirlemiş ve aynı zamanda yerli ve milli olanaklarla alçak ve orta irtifa füze savunma sistemleri projesini de devreye sokmuştu. Böylece kaynak ve teknolojik bağımlılığını asgari düzeye indirme noktasındaki kararlılığını ortaya koymuş oldu.
“YERLİLİK”, “MİLLİLİK”, “STRATEJİK OTONOMİ”
Türkiye’nin ulusal savunma sistemlerinin inşasına yönelik politikası salt yerlilik ilkesiyle sınırlı değildir. Yerlilik ilkesinin tamamlayıcı/bütünleyici unsuru “millilik” ilkesidir. Yerli ve yabancı üreticilerden temin edilen sistem ve alt sistemleri entegre eden başarılı tasarımlar sayesinde milli ürün yelpazesi çeşitlenip artmaktadır. Buradaki hassas nokta öncelikle uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek kritik teknolojileri bir araya getiren entegre modellerin tamamen milli tasarımlara dayanılarak geliştirilmesidir. Bu alanda beceri ve yetkinlik kazanılırken bir yandan da üretim safhasında herhangi bir sorun yaşanmaması için kritik teknolojilerin edinilmesinde tek/sınırlı sayıda yabancı kaynağa bağımlı kalınmamasıdır.
Türkiye’nin savunma politikası, ülkenin uzun vadeli ve makro stratejik hedeflerine uygun bir biçimde dizayn edilmektedir. Öte yandan bugün bölgesel ölçekte giderek derinleşen stratejik ve siyasi belirsizlikler, Türkiye’nin ulusal güvenlik riskini artırmaktadır. S-400 tartışması örneğinin gösterdiği gibi tek başına “platform” satın almak, Türkiye’nin uzun vadeli ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyeceği gibi, Türkiye’yi savunma alanında yeniden bağımlı hale getirme riski de taşıyacaktır. Bu nedenle Ankara’nın yabancı platform tedarik ederken milli füze sistem üretimini ihmal etmemesi, bu sistemleri en kısa zamanda hizmete sokması son derece önemlidir.
Bu anlamda Rus sisteminin güvenlik ihtiyaçlarını teknik düzeyde karşılama kapasitesine karşın, Türkiye’nin NATO güvenlik şemsiyesi ve İttifak’ın Füze Kalkanı Projesi’nin ayrılmaz bir parçası olması sebebiyle politik-stratejik düzeyde tekâmül eden komplikasyonlar yeni yaklaşımın üçüncü kavramı olan özerkliğin neden hayati olduğunu göstermektedir.
“Yerlilik” ve “millilik” anlayışının uzun vadede üçüncü tamamlayıcı unsuru “stratejik otonomi” evresidir. Otonomi/özerklik, savunma sanayiinde taktiksel ve stratejik seviyede dışa bağımlı olmayan bir sektörün inşa edilerek ulusal güvenlik stratejisi ve doktriniyle uyumlu hale getirilmesi ve TSK’nın cari ihtiyaçlarını karşılayarak ülkenin güvenlik tehditlerini bağımsız bir şekilde bertaraf edebilme kabiliyeti olarak tanımlanabilir. Örneğin, yerli ve milli kaynaklarla geliştirilmiş bağımsız çalışan bir hava ve füze savunma sistemine kavuşarak bağımlılığını en aza indirdiği takdirde Türkiye, ulaşacağı bu özerklik seviyesiyle uzun vadede stratejik düzeyde askeri caydırıcılığını artıracaktır. Türkiye’nin tamamen farklı siyasi ve kültürel arka planlara haiz ülkelerle çevrili olduğu unutulmalıdır. Yine Türkiye’nin çevresinde, uluslararası toplum tarafından uluslararası güvenliğe tehdit yöneltmekle itham edilen ülkeler vardır. Bunların başında sıklıkla, nükleer silah geliştirme kabiliyeti haiz olduğu öne sürülen İran, kimyasal silah kullanmaktan imtina etmeyen bir rejime sahip olan Suriye ve PKK’nın kuruluşundan itibaren Suriye ile birlikte üs olarak konuşlandığı ve en ufak bir güç boşluğundan istifade ettiği Irak’ın isimleri zikredilmektedir. Erdoğan Dönemi’ni temsil eden 2000’li yıllarda savunma sanayii, büyük bir ivme kazanmıştır. 2001 ekonomik krizinin atlatılması ve siyasi istikrarın devamı, söz konusu ivmenin yakalanması ve idamesinde şüphesiz büyük rol oynamıştır. Ancak bunun yanı sıra Erdoğan’ın ortaya koyduğu irade ve kararlılık göz ardı edilmemelidir. Bu anlamda ilk ve en büyük kırılmayı 2004’teki Savunma Sanayi İcra Komitesi (SSİK) toplantısı teşkil etmektedir. TSK’nın en büyük projelerini ihtiva eden toplam 27 katrilyonluk modern tank, insansız hava araçları ve taarruz taktik keşif helikopteri ihalelerinden vazgeçilmiştir.36 Bu kararın alınmasındaki temel gerekçe ihalelerin astronomik maliyete ulaşmasıdır. Söz konusu projelerin, milli imkânlar azami düzeyde kullanılarak yurtiçi üretimi ve özgün tasarımı esas alan yeni tedarik modellerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilmesi gerektiği öngörülmüştür. Bu anlamda Erdoğan, sadece tasarımı yabancılara ait ürünlerin yurtiçinde yerli kaynaklarla üretimini değil, aynı zamanda fikri mülkiyet haklarının tamamına haiz olmak üzere milli tasarım ürünü projelerin geliştirilmesini de öncelemiştir. Zira unutulmamalıdır ki yerli kaynaklarla üretimde son söz hakkı size ait değildir. Örneğin, Sikorsky ile müşterek gerçekleştirilen Genel Maksat Helikopteri üzerinde Cirit füzesi kullanılamazken, tamamen milli bir ürün olan Atak helikopterinde Cirit füzeleri kullanılmaktadır. Erdoğan’ın söz konusu tarihte ortaya koyduğu irade ve kararlılık sayesinde bugün ATAK helikopteri, Genel Maksat Helikopteri, Hürkuş, Altay tankı, MİLGEM gibi yerli ve milli ürünlerin geliştirilmesinde ve envantere kazandırılmasında büyük mesafeler kat edilmiştir.
İHTİYAÇLARIN %60’I YURT İÇİNDEN
KARŞILANIYOR
Özetle, 2000’li yıllara kadar Türkiye, savunma ve güvenlik politikasını NATO üzerinden inşa ederken caydırıcılık imkân ve kabiliyetlerini de NATO müttefiklerinden sağladığı konvansiyonel silah sistemlerine bağlamıştı. Ancak 2000’li yıllarda Türkiye, savunma sanayiinde “yerlilik”, “millilik”, “kendi kendine yeterlilik”, “yetkinlik” kriterlerini esas almıştır. Bu maksatla yüksek teknolojili silah üretme becerisine haiz, yetkin, yerli ve sürdürülebilir güçlü bir ulusal savunma sanayiinin tesisi hedeflenmektedir. Kuşkusuz milli ve yerli kaynaklarla teknolojiyi önceleyen yeni savunma anlayışının başarıya ulaşıp Türkiye’nin savunma sanayiinde dışa bağımlılıktan kurtulması, yetişmiş insan gücü ve bilgi (know-how) kapasitesinin yanı sıra ekonomik ve mali güce sahip olmasına ve bunun için de siyasi istikrarın sürmesine bağlıdır. 2002 seçimleri sonrasında kurulan tek parti hükümetiyle gelen siyasi istikrarın ve 2001 ekonomik krizinin atlatılmasını müteakip gerçekleşen çarpıcı ekonomik büyümenin avantajlarından istifade eden savunma sanayii, hâlihazırda TSK’nın ihtiyaçlarını büyük ölçüde yurt içinden karşılayabilmektedir. TSK’nın ihtiyaçlarının yurt içinden karşılanma oranı 2002’de %25 iken 2007’de %50’ye yaklaşmış ve 2011’de %50’nin üzerine çıkmıştır. Bugün bu oran %60 dolaylarındadır. Geriye kalan %40’ı oluşturan sofistikte teknoloji ürünlerinin araştırma, geliştirme ve üretme süreçleri ise devam etmektedir. Diğer taraftan bu dönemde TSK’nın ihtiyaç duyduğu modernizasyon projeleri çerçevesinde toplam 24 milyar dolarlık harcama yapılmıştır ve bu projelerinin yüzde 90’ı yerli sanayinin katılımıyla uygulanmaktadır. Böylece doğrudan yurtdışından tedarik edilen hazır savunma ürünleri ithalatında %10 seviyesinde bir gerileme sağlanmıştır. Öte yandan savunma sanayiinde Ar-Ge harcamaları 2002’de 50 milyon dolar düzeyindeyken 2010’da 10 kat artış göstererek 500 milyon dolara ulaşmıştır. Dahası 2002’de 1 milyar dolar olan savunma sanayiinin cirosu, 2011’de 2,3 milyar dolara çıkmıştır. Ayrıca milli savunma sanayiine nitelikli iş paylarının sağlanması amacıyla; SSM’nin hâlihazırda yürürlükte bulunan Sanayi Katılımı /Offset Rehberi’nde beyan edildiği üzere (ilk defa 1991’de yayımlanan bu yönerge; AK Parti döneminde sırasıyla 2003, 2007 ve 2011 yıllarında revize edilmiştir) tedarik projelerinde offset yükümlülük oranına “en az yüzde 70” şartı getirilmiştir.37
2000’li YILLARIN ANA SAVUNMA
PROJELERİNDEN ÖRNEKLER
Aşağıda kuvvet bazında tasnife tabi tutulan projeleri adlandırırken, projenin 2000’li yıllarda envantere girmiş olması veya proje başlangıç tarihinin bu döneme tekabül etmiş olması referans alınmıştır.
Dipnot
1Osmanlı’da Tophane-i Amire faaliyetleri, top döküm ve barut teknolojisine ilişkin çalışmalara örnek olarak bkz. Gábor Ágoston, “15. Yüzyılda Batı Barut Teknolojisi ve Osmanlılar”, Toplumsal Tarih, Haziran 1995, ss. 10-15; Salim Aydüz, Tophane-i Amire ve Top Döküm Teknolojisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2006, Ankara; Şafak Tunç, Tophane- i Amire ve Osmanlı Devletinde Top Döküm Faaliyetleri, Kişisel Yayınlar, İstanbul, 2004.
2Tophane-i Amire’de üretilen toplar, 16’ncı yüzyılda 673 adetken, Temmuz 1684-Haziran 1685 yılları arası 785, Ekim 1685-Temmuz 1686 arasında 324, Aralık 1691-Nisan 1692 arasında 298, Ağustos 1706-Aralık 1707 arası 177 adet, Temmuz 1756-Temmuz 1757 arası 47 adet şeklinde gerçekleşmiştir. Tophanelerin hammaddelerini oluşturan baruthanelerdeki üretimler ise top üretiminin aksine her yıl düzenli seyretmemekle birlikte artış göstermiştir. Örneğin, İstanbul’daki baruthanelerin üretim miktarlarına bakıldığında, 1571 yılında 97.000 ile 194.400 kg olarak gerçekleşen barut üretimi, iki asır sonra 1793-94 yıllarında 84.000 kg seviyelerine inmiştir. Bkz. Altuğ Murat Köktaş ve Ali Gökhan Gölçek, “Endüstri Devrimi ve Osmanlı İmparatorluğu: Askeri Fabrikalaşma Örneği”, Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Ekim 2016; 9(4), s. 101; Fevzi Yılmaz, “Fatih Sultan Mehmet Dönemi Topları ve Değişen Üretim Paradigması”, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı 4, 2014 Güz, ss. 219-236; “Savunma Sanayiimiz Tarihçe: 1923 ve Öncesi”, Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM), https://www.ssm.gov.tr/WebSite/contentlist.aspx?PageID=47&LangID=1
3Halil İnalcık ve Bülent Arı, “Bir Deniz Gücü Olarak Osmanlı İmparatorluğu”, Uluslararası Piri Reis Sempozyumu, İstanbul, 27-29 Eylül 2004, Tebliğler Kitabı, ss. 2/20-2/30.
4İnebahtı Muharebesi, Osmanlı Deniz Egemenliği, Osmanlı Donanmasının Teşkili gibi muhtelif konu başlıklarını kapsayan tarihsel bir çalışma için bkz. Bülent Arı (ed.),Türk Denizcilik Tarihi, T.C. Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığı, Ankara, 2002. Sadık Arslan, Türk Ekonomisi Çerçevesinde Türk Savunma Sanayi, Eskişehir, 1990, s. 84’ten aktaran Ahmet Murat Köseoğlu, Milli Savunma Sanayiinde Yeniden Yapılanma Sosyal Politikalar, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2010, s. 55
5Muammer Şimşek, Üçüncü Dünya Ülkelerinde ve Türkiye’de Savunma Sanayi, SAGEB Yayınları, Ankara, 1989, s. 23’ten aktaran Ahmet Murat Köseoğlu, Milli Savunma Sanayiinde Yeniden Yapılanma Sosyal Politikalar, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2010, s. 55
618’nci yüzyılda Osmanlı’nın envanterinde bulunan harp malzemelerine dair bir çalışma için bkz. Uğur Demlikoğlu, “Osmanlı Devleti’nin 18. Yüzyılda Bazı Şark Kalelerinde Bulundurduğu Harp Malzemeleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 24, Sayı: 2, 2014, ss. 277-294
7Jonathan Grant, “Osmanlı ‘Gerilemesini’ Yeniden Düşünmek: Osmanlı Devleti’nde Askeri Teknolojinin Yayılması (15. Yüzyıldan 18. Yüzyıla Kadar)” (Çev: Salim Aydüz), Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, Sayı:19-20, Ekim, 2010, ss. 73-75; Yine 18’nci yüzyılda Osmanlı’nın yaşadığı askeri dönüşümü; teknolojik gelişmeler, savaş taktikleri ve stratejileri üzerinden ele alan ve bunların Osmanlı’ya, İran karşısında nasıl bir üstünlük kazandırdığını aktaran bir çalışma için bkz. Temel Öztürk, “Osmanlı Askeri Dönüşümünün XVIII. Yüzyılın İlk Yarısındaki Doğu Seferlerine Tatbiki”, Tarih Dergisi, Sayı: 45, 2007, ss. 57-75.
8Mehmet Karagöz, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839)”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 6, 1995, ss. 177, 182-186, 193-194.
9Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un, günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi ve Deniz Harp Okulu gibi iki önemli eğitim kurumunun nüvesi olduğu belirtilmektedir. Mühendishane-i Bahr-i Hümayun hakkında detaylı bilgi edinmek için bkz. Mustafa Kaçar, “Tersane Hendesehanesi’nden Bahriye Mektebi’ne Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, Cilt:9, Sayı: 1/2, 2008, ss. 51-77
10Bkz. Milli Savunma Üniversitesi Deniz Harp Okulu (Tanıtım Kitapçığı), http://msu.edu.tr/tanitim/DHD/DHO_10 _Ocak.pdf
11Namık Sinan Turan, “Osmanlı Diplomasisinde Batı İmgesinin Değişimi ve Elçilerin Etkisi (18. ve 19. Yüzyıllar)”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 2, Aralık, 2004, s. 59; Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1987, s. 96.
12Mustafa Kaçar, “Tersane Hendesehanesi’nden Bahriye Mektebi’ne Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1/2, 2008, ss. 52,59; Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii (1839-1876)”, Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 28 Sayı:46, 2009, s.58
13Mehmet Karagöz, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839)”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 6, 1995, ss. 193-194
14Gábor Ágoston, “Behind the Turkish War Machine: Gunpowder Technology and War Industry in the Ottoman Empire, 1450–1700” in B. D. Steele and T. Dorland (eds), The Heirs of Archimedes: Science and the Art of War through the Age of Enlightenment (Boston, Massachusetts, 2005), s. 115; Gábor Ágoston, Barut, Top ve Tüfek Osmanlı İmparatorluğu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi, Çev. Tanju Akad, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2006
15Ayrıca bkz. Serdal Soyluer, “Osmanlı Devleti’nde Ağır Sanayi Yatırımlarına Bir Örnek: Yalı Köşkü Demir ve Makine Fabrikası”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi, 18/2 (2017), ss. 1-23
16Numan Elibol, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Dış Ticaretiyle İlgili Bazı Değerlendirmeler”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 6 Sayı: 1, Haziran, 2005, s. 64
17Mehmet Beşirli, “II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Ordusunda Alman Silahları”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 16 Yıl: 2004/1, ss. 121-139
18Evren Mercan, “Osmanlı Bahriyesi’nde İlk Denizaltılar: Abdülhamid ve Abdülmecid”, Güvenlik Stratejileri Dergisi (8:15), Haziran 2012, ss.163-184
19Atilla Oral, “Türk Savunma Sanayi Tarihinde Özel Sektör Girişimleri”, Savunma ve Havacılık Dergisi, Sayı: 116, ss. 109-112
20“Tarihteki Önemli Olaylar: 1941 Tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” (11 Mart 1941), ABD Temsilciler Meclisi Tarihi, Sanat ve Arşivleri, http://history.house.gov/Historical-Highlights/1901-1950/The-Lend-Lease-Act-of-1941/
21Türk hükümeti, Marshall Planı’na dahil edilmesi için doğrudan ABD hükümetine başvuru yapmış ve bu başvurusunda, özellikle ekonomik durumla, askeri ve siyasal istikrar arasındaki ilişkinin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. ABD, bu talebi haklı bulmakla birlikte, Türkiye’nin Marshall Planı’ndan yararlanabilmesi için bazı değişiklikler yapması gerektiğini -Amerikan savunması için büyük önem taşıyan kromun çıkarılmasına öncelik verilmesi gibi- bildirmiştir. Türkiye’nin söz konusu şartları karşılamayı kabul etmesinin ardından yardım finansmanının sağlanması kararını veren ABD ile Türkiye arasında, 4 Temmuz 1948 tarihinde, Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır. Ne var ki bu anlaşma, gerek Türk kamuoyu ve gerekse siyasi yelpazedeki farklı kesimlerden gelen birçok aydın tarafından büyük tepki ile karşılanmış; Osmanlı’daki kapitülasyonları andırdığı ve ABD’ye ‘tam bir teslimiyet’ içerdiği şeklinde ağır eleştirilerin yöneltilmesine neden olmuştur. Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, 6. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, ss.540-541
22Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, 3. Baskı, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2007, ss. 5-7, 37-38
23Çağrı Erhan, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I, 6. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 543; Özgehan Şenyuva ve Çiğdem Üstün, NATO-Türkiye İlişkileri: Türkiye Kamuoyu ve Elit Algıları (ed. Mustafa Aydın), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, ss. 16-17
24Özge Irmak, Adnan Menderes’in Yurtdışı Gezileri, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2009, ss. 90-91
25Tam metin için bkz. “Johnson Mektubu”, http://www.akintarih.com/turktarihi/ cumhuriyetdonemi/johnson_mektubu/johnson_mektubu.html
26“Erbakan’ın temelini attığı Tümosan’dan Altay’a motor”, Milliyet, 14 Ağustos 2014, http://www.milliyet.com.tr/erbakan-in-temelini-attigi/ekonomi/detay/1925385/default.htm
“Erbakan Hoca’nın fabrikaları”, Milli Gazete, 11 Kasım 2016, https://www.yeniakit.com.tr/haber/turkiyeden-bir-erbakan-gecti-iste-erbakan-hocanin-fabrikalari-233589.html
27Efsun Kızmaz, Turkish Defense Industry and Undersecretariat for Defense Industries, Master’s. Thesis, Department of International Relations, Bilkent University, Ankara, September 2007, ss. 58-62
28MKE hakkında detaylı bilgi için bkz. Nadir Yurtoğlu, “Türk Savunma Sanayiinde Girişimci Bir Kuruluş: Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) 1950-1960”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, 2017/1, Cilt:16, Sayı: 31, ss. 81-112
29Burada F-4E’lerin tamamının ikinci el olarak alınmadığı; örneğin, ilk 80 uçağın, 1973 -1980’li yıllar arasında milli bütçe ile satın alınan yeni üretim uçaklar olduğu not düşülmelidir.
30Bu hususta bkz. “The Defense and Economic Cooperation Agreement-U.S. Interests and Turkish Needs”, Report by the Comptroller General of the United States, May 7, 1982 https://www.gao.gov/assets/140/137457.pdf
31Merve Seren, Türkiye’nin Füze Savunma Sistemi: İhale Süreci, Temel Dinamikler ve Aktörler, SETA Yayınları, Ağustos 2015, s. 53
32Bkz. Ziya Öniş, “Turgut Özal ve Ekonomik Mirası: Türkiye’deki Neo-liberalizme Eleştirel Bakış”, Orta Doğu Araştırmaları, Sayı 40, No.4 [Temmuz 2004] s. 113-134
33“TAI ihracat şampiyonluğuna uçtu”, Anadolu Ajansı, 26 Ocak 2018, https://aa.com.tr/tr/ekonomi/tai-ihracat-sampiyonluguna-uctu/1042910
34Bkz FNSS, http://www.fnss.com.tr/kurumsal/hakkimizda/tarihcemiz
352000’li yıllarda Türkiye’nin savunma sanayii alanındaki gelişmelerini farklı perspektiflerden konu alan çalışmalara örnek olarak bkz. Hüseyin Bağcı, Çağlar Kurç, “Turkey’s strategic choice: buy or make weapons?”, Defence Studies, (17:1) December 2016, pp. 38-62; Arda Mevlütoğlu, “Commentary on Assessing the Turkish Defense Industry: Structural Issues and Major Challenges”, Defence Studies (17:3), July 2017, pp. 282-294.
36“Savunma ihaleleri iptal”, 15 Mayıs 2004, Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/2004/05/15/ekonomi/eko02.html
372011 Genel Seçimleri: Seçim Beyannamesi”, AK Parti Tanıtım ve Medya Başkanlığı,
Şubat 2015, s. 84; “Industrial Participation/Offset Guideline”, April 2011, Republic of Turkey Ministry of National Defence Undersecretariat for Defence Industries (SSM), https://www.ssm.gov.tr/Images/Uploads/MyContents/F_20171110150036119296.pdf