Uluslararası Güvenliği Yeniden Okumak: Değişen Aktörler Ve Dönüşen Jeopolitik - M5 Dergi
Öne ÇıkanStrateji Analiz

Uluslararası Güvenliği Yeniden Okumak: Değişen Aktörler Ve Dönüşen Jeopolitik

Abone Ol 

En temel anlamıyla güvenlik, tehdit algılarına karşı geliştirilen tepkiler bütündür. 

Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüsamettin İNAÇ tarafından M5 için kaleme alınmıştır.

Uluslararası güvenlik ise uluslararası sistemi belirleyenlerin tehdit algılarına ve bu algılara karşı ortaya koydukları tepkiler tarafından belirlenir.Bu bağlamda değişen tehdit algılarına göre değişen tepkiler farklı güvenlik politikalarının şekillenmesine vesile olur. Zamanın, zeminin ve aktörlerin değişmesi tüm bu parametreleri yeniden okumayı zorunlu hale getirir. 

Günümüz uluslararası güvenliğinin temel parametrelerinin oluşturulmasında en belirleyici aktör, hegemon güç olan ABD’dir.

ABD’nin güvenlik politikalarını şekillendiren ise başkanların görevlerine başladıkları ilk dönemlerde ortaya koydukları strateji belgeleriyle belirginleşmeye başlar. Bu bakımdan Bush doktrini, Obama doktrini, Trump doktrini ve şimdi de Biden doktrininden bahsetmek mümkündür. Bu strateji belgeleri haddizatında devlet kimliğinin yeniden tanımlayan ve bu tanım üzerinden dost ve düşman algılarını güncelleyen vesikalardır. Burada başkanın ve yönetiminin uluslararası sistemi nasıl algıladığı, nasıl yorumladığı ve nasıl anlamlandırdığı oldukça önem kazanmaktadır. Zira güvenlik politikaları önce zihinde şekillenen anlam dünyasının imbiğinden geçtikten sonra tedricen hayat bulur ve somut bir karakter kazanmaya başlar.  

Bu teorik çerçeveden hareketle bakıldığında Bush dönemi, medeniyetler ve medeniyetlerin bünyesinde barındırdıkları değerler üzerinden kesin bir saflaşmayı esas alırken “ya bendensin ya düşmandan” kesin yargısı üzerinden uluslararası sistemi oluşturan unsurları taraf tutmaya zorlar ve kutuplaştırmaya çalışır. Söz konusu yeni muhafazakâr (neo-con) katılık, Obama döneminde yerini daha liberal ve özgürlükçü bir söyleme bırakıyor gibi görünse de bu defa demokrasi ve insan hakları gibi liberal evrensel değerlere taassup seviyesinde duyulan iman, yeni restleşmeleri de beraberinde getirmektedir. Hele hele bu değerlerin başka ülkelere ve coğrafyalara demokrasi ihraç etme, beğenilmeyen rejimleri değiştirme, stratejik bölgeleri profesyonel yöntemler ve algı operasyonlarıyla istikrarsızlaştırarak askeri müdahaleye açık hale getirme gibi somut yan etkileri görüldüğünde güvenlik tehdidi farklı çağrışımlarla birlikte anılmaya mahkûm hale gelir.  

Trump dönemi ise güvenlik politikalarına bağlı yeni bir doktrin oluşturma hususunda öncekilerden çok daha iddialı ve oldukça yaratıcıdır. Zira bu dönemde dışarıdan gelecek tehditlere karşı oluşturulan güvenlik politikaları, bizatihi ülkenin kendi içinde güvenlik tüketici ve tehdit edici yaklaşımlar haline dönüşür. ABD artık dünyanın jandarmalığına soyunan, ulusal çıkarları bir kenara iterek küresel şirketlerin çıkarlarına hizmet eden ve hegemon olma iddiasının içini doldurmak için küresel sorunlara ciddi paralar harcayan “küreselcilerle”, kaynaklarını sırf kendi ulusal çıkarlarına tahsis etmeyi, dünyanın geri kalanıyla ilişkileri asgari seviyeye düşürmeyi ve faşizan düzeyde ırkçı politikaları meşrulaştırmayı savunan “ulusalcılar” arasında bölünmüş durumdadır. 

Bu dönemde –Amerikan mandasını kabul etmeyen- Atlantik’in öte yakası (Avrupa Birliği) bir tehdittir.  ABD’nin hegemon güç olmaktan meşruiyet kazanan keyfi uygulamalarına hukuk üzerinden kısıtlama getiren- uluslararası kurumlar birer tehdittir. Olmazsa olmaz olan ve ortadan kalkması halinde Birleşik Devletleri çil yavrusu gibi dağıtması umulan-  “Amerikan hegemonyasını” elinden alma iddiasında olan Çin ise en büyük tehdittir. Öyle ki Trump’a göre Covid-19 bir Çin virüsüdür, Çin bu virüsü yapay bir şekilde üretip kasıtlı olarak tüm dünyaya yaymış ve böylelikle Amerikan hegemonyasına meydan okumuştur. Şaibeli bir seçim sürecinden sonra uluslararası medyanın da desteğini alarak iktidara gelen Biden yönetimi ise güvenlik politikalarının bir önceki döneme göre radikal bir biçimde dönüşeceğini hem G7 Zirvesinde ve hem de Berlin Güvenlik Konferansında “Amerika geri döndü, Transatlantik İttifak geri döndü” sloganıyla deklare etmiştir.

Biden dönemi “America First” ya da “Make America Great Again” ideallerinden süratle uzaklaşacak, hegemonik yetkiyi uluslararası kurumlarla paylaşacak ve dünyanın geri kalanına yeniden demokrasi getirme idealini devreye sokacaktır.

Bu bakımdan Biden dönemi, yaygın kullanımla, üçüncü Obama dönemi olarak anılacaktır. Bu dönem kendini Navalny’nin Moskova’ya gönderilmesi üzerinden gerçekleşen güçlü muhalif sokak gösterileri, Ermenistan’da Paşinyan’a karşı darbe girişimi, Ukrayna, Belarus ve Gürcistan’da kaos olarak hissettirecektir. Hala Soğuk Savaş döneminin mantığıyla hareket eden ve iki kutuplu dünyanın kodlarıyla düşünen köhnemiş zihinler Biden yönetiminin en etkin aktörleridir.

Bu aktörlerin kulaklarında hala Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve ekonomik iflasını ve SSCB’nin uluslararası sahneden çekilmesini ilan eden Gorbaçev’in şu sözü yankılanmaktadır: “Size en büyük kötülüğü yapıyor, sizi hasımsız ve ötekisiz bırakıyorum”. Söz konusu yaklaşımdan hareket eden Biden yönetimi tüm kurum ve kuruluşlarıyla SSCB’yi, ya da başka bir ifadeyle hasmını, adeta yeniden kurgulama ve inşa etme yarışına girmek durumundadır.

Gerek NATO 2030 Raporunda ve gerekse Biden’ın yayımladığı strateji belgesinde Rusya Federasyonu en büyük düşman olarak yer almaktadır.

Gene NATO’nun adı geçen raporunda ve pek çok uluslararası iktisat otoritelerinin değerlendirmelerinde 2030 yılında ekonomik hegemon güç ve Çin strateji belgelerinde belirtildiğine göre, 2049’da askeri hegemonik güç olması beklenen Çin’den ise sadece bir rakip olarak söz edilmektedir.        

 En başta belirttiğimiz üzere, güvenlik politikaları tehdit tanımı ve algılar üzerinden şekillenmektedir. Biden yönetimi en büyük tehdit unsuru olarak gördüğü Rusya’yı Karadeniz üzerinden çevreleme politikasına ağırlık vermektedir. Öyle ki Yunanistan adeta ABD tarafından satın alınmış bir garnizon devlete dönüştürülmüş ve Dedeağaç ve Girit başta olmak üzere Yunan topraklarında on dört adet Amerikan üssü kurulmuştur. Benzer bir biçimde Güney Kıbrıs, Polonya, Bulgaristan ve Romanya da Amerikan askerlerinin karargâhı haline getirilmiştir. ABD’nin bir devlet kurumu gibi hareket eden NATO ise Rusya’nın “yakın çevresini” üye alarak doğuya doğru ilerlemesini sürdürme kararlığını yansıtmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, tüm bunlar olup biterken, yasadışı ticaretin artması, illegal malların sirkülasyonun hızlanması, ileri teknolojiye erişimin yaygınlaşması terör örgütlerinin EDT’lere ulaşımını mümkün kılmış ve hibrit ve siber saldırı yöntemleri sarsıcı ve daha yaratıcı bir mahiyet kazanmıştır.

Buna mukabil NATO’nun ittifakın güvenlik stratejilerini mütemadiyen güncellemesi ve kapsayıcılığını artırması gerekmektedir. Ancak harici tehditlere karşı oldukça başarılı olan NATO, kendi içerisindeki ihtilafları çözümlemede son derece başarısız kalmaktadır. Üye devletlerin kendi çıkarlarını korumak için ortaya koyduğu etkiler, NATO’nun işlevlerini gerçekleşmesi hususunda atıl kalması sonucunu yaratmaktadır. Öyle ki NATO’nun bekasının önündeki en büyük mânia, müttefik devletlerin ve halkların birbirine hasım hale gelmesi ve askeri ve siyasal alanlarda bireysel hareket ederek meseleleri kendi yöntemleriyle çözme arayışına girmesidir.  NATO’nun tüm bu olumsuzluklara karşı hareketsiz kalması ve ihtilaflara yaratıcı çözümler getirecek elverişli zemini bir türlü yaratamaması, Macron’un ifadesiyle ”beyin ölümünün gerçekleşmesine” yol açabilecektir. 

Bu sorunların farkında olan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Aralık 2019 Liderler Zirvesinde örgütün değişen tehditlere adapte olabilmesi ve ittifakın siyasi boyutunun konsolidasyonuna yönelik bir tefekkür süreciyle görevlendirilmiştir. “NATO 2030: Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik” raporu tam da bu kapsamda hazırlanmış, bu süreçte Türk Büyükelçi Tacan İldem de 11 kişilik hazırlık komitesinin içerisinde aktif görev almıştır. Söz konusu rapor, değişen tehditlere karşı reform, askeri başarı için yenilikler ve en önemlisi örgütün siyasi kanadının güçlendirilmesi amacını güden ve toplu hareket prensibi ve eski müttefiklik ruhunun canlandırılması konularına odaklanan ve –tabiri caizse- NATO’yu hayata döndürmek için sunulan tavsiye niteliğinde bir reçetedir.

Haddi zatında bu raporun hazırlanmasında en önemli motivasyon, en güncel strateji belgesi olan 2010 Stratejik Kavram raporunda Çin, hibrit savaş yöntemleri, göç, iklim değişikliği, biyolojik tehdit, salgın ve doğal afetler gibi konulara hiç değinilmemiş ve Rusya, terörizm ve EDT hususuna kısmen temas edilmiş olmasıdır.

Zira 2010’dan bugüne NATO’nun dış güvenlik atmosferinin radikal bir biçimde değiştiği varsayımından hareketle yeni tehditleri de ihtiva eden daha kapsayıcı ve güncel bir stratejiye dayanan yeni bir yol haritasının elzem olduğu aşikârdır. NATO 2030 vizyonun odaklandığı en temel parametre, müttefiklerin ulusal güvenlik meselelerini Kuzey Atlantik Konseyinde (NACC) değerlendirmeleri, değerlendirmeler neticesinde fikir birliğine ulaşmaları ve bu uzlaşı alanları üzerinden ittifakın ortak güvenlik stratejilerini geliştirmeleri tavsiyesidir. Eğer bu süreç sorunsuz bir biçimde işletilebilirse NATO’nun uluslararası düzendeki rolü, siyasi bütünlük prensibine dayalı olarak pekiştirilmiş ve artırılmış olacaktır. Rapor, gerçekçi bir noktadan başlayarak NATO’nun 2010-2020 döneminde Atlantik bölgesindeki gelişmelere beklenen seviyede tepkileri veremediğini tespit etmiş ve NATO’nun bir kriz esnasında muhtemel siyasi eylemsizliğinin neticelerini tartışmaya açmıştır. Bu sonuçlar net olarak ortaya konulursa, önümüzdeki on yılda benzer hataların tekrar etmemesi umulmaktadır. 

Ne var ki ABD’nin Rusya politikası Atlantik’in öte yakasındaki müttefikleri tarafından pek de kabul görmemektedir. En başta Rus doğalgazına bağımlı olan Almanya, Kuzey Akım 2 boru hattı üzerinden aldığı enerji nedeniyle Amerika’nın hışmına uğramaktadır. Başlangıçta Trump’ın AB’yi parçalama ve Avrupa’yı Libya üzerinden Rus kuşatmasına maruz bırakma tehdidinden kurtulduğuna sevinen ve Biden’ın seçilmesini büyük bir coşkuyla kutlayan Avrupa Birliği (AB) kurumları, bugün özerkliklerini kaybetme ve Amerikan uydusuna dönüşme tehdidini yakinen müşahede ederek kara kara düşünmeye başlamışlardır. Zira güvenlikleri için can simidi olarak gördükleri Biden, bugün kendileri için en büyük güvenlik tehdidi haline dönüşmüş durumdadır. Nitekim Biden “Amerika’nın Avantajlarını Yenilemek” başlıklı Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde “yaşam tarzımızın tarihin bir kalıntısı olmadığını kanıtlamalıyız” sözleriyle AB’yi tehdit etmekte ve devamla “AB savunmasını AB üyesi olmayan ülkeler üstleniyor. AB, Avrupa’yı savunamaz. AB cephelerini, ABD, İngiltere, Türkiye, Kanada savunuyor” tezini ortaya atmaktadır. Buna cevaben AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Komiseri Josep Borrel, 25-26 Şubat 2021’de benimsedikleri ‘AB Stratejik Pusulası’ belgesiyle “NATO’dan özerk, AB’ye özgü bir güvenlik ve savunma strateji planı ortaya koydukları” ifadesini kullanmaktadır. Haliyle bu cevap Transatlantik ittifakındaki çatlağın ne denli geniş ve derin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Buna paralel olarak NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in “stratejik dayanışma” önerisini elinin tersiyle iten AB, Biden’ın hiç de bulmak istediği kıvamda bir güvenlik politikası partneri olmadığını net bir biçimde ifade etmektedir.    

Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı Blinken tarafından da –Trump’ın hakkı verilerek- Çin’in tehdit skalasındaki konumu yükseltilmiş, özellikle aşıyı bir silah olarak kullanan Çin, yeni bir Soğuk Savaş başlatmakla itham edilmiştir. Son dönemde Brezilya’nın sırf aşı alabilmek için ABD çizgisinden uzaklaşarak Çin’in yanında hizalanmaya zorlanması somut bir örnek olarak zihinlere kazınmıştır.

Kuşak Yol Projesi üzerinden küresel bir güç haline geldiğini 2017 yılından itibaren kayıtlarına geçiren Çin, iletişim teknolojileri, yazılım, espiyonaj ve uzay çalışmalarında ABD tarafından baltalanmaya çalışılmaktadır. Öyle ki Pekin-Londra hattında Afrika ve Asya’da çok stratejik limanları ele geçiren Çin’le (İnci Kolyesi Projesi) ABD arasında Orta Asya coğrafyasında çok yakın gelecekte sıcak çatışmaya dönüşebilecek bir yüzleşmeye kesin gözüyle bakılmaktadır.Buna mukabil Avrupa Birliği Çin’le çok geniş kapsamlı bir ticaret anlaşması yaparak ABD ile aynı güvenlik kaygılarını paylaşmadığını somut bir biçimde ortaya koymuştur.  Hatta ABD’nin CAATSA yaptırımlarına mukabil, ABD ile ilişkilerini Türkiye üzerinden dengeleme çabasına giren AB, 25-26 Mart Liderler Zirvesi’nde Türkiye’ye müeyyide uygulamama kararı almıştır. ABD’nin S-400 restine kulaklarını tıkayan AB, Türkiye ile 1995 tarihli Gümrük Birliği Anlaşmasını ve 2016 tarihli Geri Kabul Anlaşmasını güncelleme kararı alarak güvenlik politikalarına ne denli farklı baktıklarını açıkça ortaya koymuştur.

Netice itibarıyla çok kutuplu ve çok merkezli bir yönetim modelinin hâkim olması beklenen oluşmakta olan dünya düzeninde ABD, hegemon güç olma iddiasını kaybetmiş, uluslararası kurumları güncel güvenlik problemlerini çözebilecek biçimde güncelleyememiş ve değişimi ve dönüşümü okumaktan aciz kalmış bir aktör olarak hızla uluslararası güvenliğin öznesi olmaktan uzaklaşmaktadır.

Bu durum Türkiye de dâhil olmak üzere pek çok ülke için -beka probleminin getirdiği risklerin yanı sıra- yeni jeopolitik fırsatlar da doğurmaktadır. Öyle ki, son dönemde uluslararası güvenlik açısından odak noktası olarak görülen Avrupa, Kafkasya ve Asya-Pasifik bölgelerinde Türkiye’nin sürdürdüğü mekik diplomasisi ve kurmakta olduğu ittifaklar dikkatle izlenirse, ülkemizin sahip olduğu jeopolitik ufkun vüsatı mümkün mertebe idrak edilecektir.

 

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close