Libya’da ateşkes muamması ve Türkiye - M5 Dergi
MakalelerÖne ÇıkanSayı 350 Eylül 2020

Libya’da ateşkes muamması ve Türkiye

Abone Ol 

Türkiye garantörlüğünde Libya, kaos ve anarşi değil, bilakis refah, barış ve istikrar üreten bir coğrafyaya dönüşecektir. Pandemi sonrası yeni bir dünya düzeni kurulurken Doğu Akdeniz’in, güç dağılımını, küresel güvenliği ve hâlihazır aktörlerin kurulacak dünyadaki konumunu belirleyen stratejik bir satranç tahtası olduğu göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin Libya politikasının şifreleri daha aşikâr ve net bir biçimde anlaşılacaktır.

Libya’da iç savaşı sonlandırmaya yönelik ilk ciddi adım olarak görülen ve apansız ortaya çıkmasıyla krizi yakından takip edenler tarafından şaşkınlık ve temkinle karşılanan bir ateşkes ilanı gündeme bomba gibi düştü. 21 Ağustos 2020 tarihinde Trablus ve Tobruk yönetimleri bir ateşkes konusunda uzlaştıklarını tüm dünyaya duyurdular. Ne var ki bu ateşkes diğerlerinden oldukça farklı görünmekteydi. Zira daha önce taraflarca akdedilen dokuz anlaşmayı bozan, Berlin ve Moskova’da masayı deviren Libya Ulusal Ordusu’nun sözde generali Hafter’in ismi ve görüşü bu deklarasyonda yer almıyordu. Öte yandan Libya’da en aktif ve etkili aktörler olan Türkiye ve Rusya’dan –en azından üst düzey diplomatik makamlardan- bu ateşkese yönelik hiçbir görüş bildirilmemişti.

Haddi zatında Haziran sonu itibarıyla stratejik öneme sahip Vatiyye ve Tarhune’nin Türkiye destekli UMH (Ulusal Mutabakat Hükümeti) tarafından geri alınması, Sirte ve Cufra’ya –tarihte örneğine az rastlanır- askeri yığınaklanmanın gerçekleştirilmesiyle beraber, Libya’da ilan edilmemiş bir ateşkes hâkim hale gelmişti. Her ne kadar 6 Temmuz’da Türk ordusunun kontrolünde bulunan Vatiyye üssüne bir hava saldırısı gerçekleştirilmişse de özellikle Sirte’de yaşanabilecek şiddetli ve yıkıcı bir çatışmadan tarafların uzak durmayı tercih ettikleri gözlemlenmekteydi.

20 Ekim 2011’de Libya lideri Muammer Kaddafi’nin isyancılar tarafından linç edilerek ve 11 Eylül 2012 tarihinde ise ABD Büyükelçisi J. Christopher Stevens ve üç büyükelçilik çalışanın Bingazi konsolosluğuna düzenlenen saldırıda öldürülmesi, ülkeyi geri dönülemez bir merhaleye taşıdı. Ne var ki bu süreçten itibaren Kaddafi taraftarları ve karşıtları arasında bir uzlaşma ve petrolün randımanlı bir biçimde işletilmesine dayalı umut dolu bir döneme doğru geçilmesi beklenirken Libya, bu defa daha belalı bir aktörle yüzleşmek durumunda kaldı: Resmi sıfatıyla Libya Ulusal Ordusu Komutanı General Halife Hafter…

Anlaşma özet olarak Sirte ve Cufra’nın silahsızlandırılmış bölge ilan edilmesi, yılbaşından beri Hafter’in durduğu petrol üretiminin yeniden başlatılması, Mart 2021’de ülke genelinde demokratik seçimlerin yapılması ve Libya’da etkin olan yabancı paramiliter güçler ve yabancı savaşçıların ülke topraklarından ayrılmasını içeriyor. Metin öncelikle, Birleşmiş Milletler’in (BM) tek meşru güç olarak gördüğü UMH’nin Başbakanı Fayez el-Serrac tarafından uluslararası kamuoyuna duyuruluyor ve hemen akabinde Hafter’e bağlı güçlerin kontrol ettiği, ülkenin doğusundaki Tobruk kentinde bulunan Temsilciler Meclisi’nin Başkanı Akile Salih’in ofisinden de teyit ediliyor. Ayrıca Akile Salih yaptığı açıklamada, Başkanlık Konseyi başta olmak üzere diğer devlet kurumlarının Sirte’de kurulmasını- yani Sirte’nin geçici başkent olarak ilan edilmesini-, Sirte ve Cufra’nın taraflarca kurulacak ortak polis gücüyle korunmasını ve petrol gelirlerinden elde edilen gelirin tarafsız bir hesapta tutulmasını teklif ediyor.

“Tüm askeri güçlere derhal ateşkes ilan edilmesi ve operasyonların durdurulması” talimatını veren ve “siyasi ve ulusal sorumluluklarımızdan kaynaklı olarak, ülkedeki ve bölgedeki mevcut durumun bize dayattıkları da göz önünde bulundurularak, pandemi şartları da eklenince UMH Başkanı tüm askeri güçlere derhal ateşkes ve ek olarak Libya topraklarında tüm muharebelerin sona erdirilmesi talimatı verdi” açıklamasını UMH’nin Facebook sayfasından paylaşan Serrac, anlaşmaları bozmasıyla maruf Hafter’in bu kez ateşkese destek vermesine dair Temsilciler Meclisi’nden kesin güvence istiyor.

Peki, Trablus, Tarhune ve Vatiyye’den sonra, sıra Sirte ve Cufra’nın kurtarılmasına gelmişken ve Türkiye destekli Trablus yönetimi “operasyon gerekirse operasyon yapar ve bu bölgeyi de darbecilerden temizleriz” mesajını açıkça vermişken bu ateşkes de neyin nesiydi ve nerden çıkmıştı? Haddi zatında ateşkesin arka planı, Hafter milislerinin sözcüsü Ahmed el-Mismari’nin ateşkes deklarasyonundan iki gün sonra yaptığı açıklamadan açıkça anlaşılmaktaydı. Kendi ifadesiyle “yakın zaman önce Sirte’ye saldırı kararı alan Serrac’ın” tetiklediği ateşkes girişimini “medya pazarlaması ve göz boyama” olarak gören Mismari, milislerinin savaş konumunda olduğunu ve Sirte’ye yönelik bir saldırıya hazır olduklarını belirtti. Mismari’nin Akile Salih’in açıklamalarını görmezden gelmesinin nedeni, Darbeci Hafter’in bu girişimi kale almadığını gösterme gayreti ve Libya’nın geleceği hususunda Hafter’in dışında kimseyle müzakere yürütülemeyeceği mesajını uluslararası topluma verme çabası olarak görülmektedir. Ne var ki, bu ateşkes ilanının, Hafter’in Libya’nın geleceğinde yer almayacağını alenen gösteren bir belge olarak tarihteki yerini çoktan aldığını belirtmemiz gerekiyor.

SAF DIŞI BIRAKILMIŞ BİR AKTÖR; HAFTER

Bu açıklamadan hareketle diyebiliriz ki, 2015’te imzalanan Suheyrat Anlaşması başta olmak üzere önceki ateşkes ve anlaşmalara uymayan ve bölgede pek çok toplu katliamın sorumlusu olan Hafter’in ABD zoruyla 2015 sınırlarına çekilerek Sirte ve Cufra’yı terk etmesi kendisine dayatılmış durumdadır. Zira ABD de Hafter üzerinden Rusya’nın Libya’da petrol sahalarını elinde tutmasından oldukça rahatsız bir durumdadır. Bu rahatsızlığı pek çok defa ifade etmesine rağmen izlediği yoldan ve Rus nüfuzu bölgede artırma gayretinden vaz geçmeyen Hafter, bugün hem ABD, hem kendi halkı ve hem de uluslararası kamuoyu tarafından istenmeyen ve resmen saf dışı bırakılmış bir aktör konumundadır. Nitekim bu sürpriz ateşkes öncesinde birbiri ardınca yapılan ziyaretler ve diplomasi trafiği gelinen noktayı daha anlaşılır kılmaktadır. Öncelikle ABD’nin Libya Büyükelçisi Richard Norland’ın Trablus, Kahire ve Ankara’yı kapsayan ziyareti dikkat çekmektedir. Bilahare AB Dönem Başkanı Almanya’nın Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın Libya’da Türk Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Katarlı mevkidaşı ile Trablus’ta görüşmesi, daha sonra gene Heiko Maas’ın Libya’da terör örgütlerini ve anarşiyi finanse eden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile görüşmeleri bu ateşkesin zeminin oluşturmaktadır.

Türkiye, politikasını üç temel öncelik üzerinden şekillendiriyor. Bunlar, ateşkesi UMH’nin ilgi, ihtiyaç ve taleplerine bağlı olarak kalıcı hale getirmek, güçlü bir bölgesel ittifak kurmak ve Libya ile verimli bir ekonomik ilişki sistemi geliştirmektir.

ÖLÜ DOĞAN ATEŞKES…

İki tarafın ateşkes kararı uluslararası kamuoyunda ilk etapta memnuniyet yaratmış gibi görünmektedir. BM Libya Destek Misyonu “Libya’nın içinde bulunduğu bu zor zamanda en çok ihtiyaç duyduğu cesaret örneğini gösteren bu ateşkes çağrısını sıcak bir memnuniyetle karşılıyoruz” ifadelerini kullanırken, Avrupa Birliği (AB) Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Joseph Borell, Libya’daki gelişmeleri, “yeni bir umut yaratan olumlu ilk ileri adım” olarak niteledi. Borell, yabancı güçlerin ülkeyi terk etmesini ateşkesin sağlanması adına ilk somut ön şart olarak gördüğünü ve barış müzakerelerinin “BM önderliğindeki Berlin süreci çerçevesinde” yeniden başlatılması gerektiğini vurguladı. Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ateşkesin siyasi çözümün sağlanması için önemli bir adım olduğunu belirterek ateşkesin uygulanabilmesi için Sirte ve Cufra’nın silahsız bölge ilan edilmesinin gereğine işaret etti. Libya’yı parçalayarak çözümsüzlüğe iten Fransa’nın hâlihazır Cumhurbaşkanı Macron ise, “yabancı güçlerin müdahalelerine izin vermeyeceklerinin” altını çizerek en büyük önceliklerinin “çatışmanın siyasi çözümüne yönelik bir dinamik başlatmak” olduğunu belirtti. İtalya Dışişleri Bakanlığı, diğer aktörlerin açıklamalarından farklılaşarak, Libya petrolünün uluslararası piyasalarla buluşmasının nasıl somut bir gerçekliğe dönüşeceğini izlediklerine dair bir endişeyi dile getirmekle yetindi.

Türkiye’nin Libya politikasının bir başka boyutu, bölgesel ittifaklar kurmak ve Libya’nın istikrarsızlığından en çok etkilenen iki ülke olan Malta ve İtalya ile bir ortaklık kurmak olarak tezahür ediyor. Zira bu iki ülke diğer AB ülkelerini Afrikalı göçmenler hususuna yeterince eğilmemek ve Hafter’e destek vererek Libya’daki istikrarsızlığı körüklemekle suçluyorlar.

Ne var ki tüm bu ihtiyatlı iyimserlik içeren açıklama ve değerlendirmelere rağmen, net bir biçimde belirtmeliyiz ki bu ateşkes, pek çok bakımdan, ölü doğmuş bir anlaşma gibi görünmektedir. Ateşkesi kırılgan ve hatta yok hükmünde kılan en önemli unsur, Darbeci Hafter’in bu süreçte saf dışı bırakılmasıdır. Haddi zatında bu karar pek çok açıdan olumlu bir gelişmedir. Öncelikle hiçbir temsil gücü ve meşruiyeti olmadan topladığı paralı askerlerle Libya’da kaosu tırmandıran Hafter, UMH’nin eline geçirdiği Tarhune ve Vatiyye’de bulunan toplu mezarların en büyük sorumlusudur. Öyle ki ABD ve hatta Rusya bile, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kriterlerine göre “savaş suçlusu” sayılan Hafter’in arkasında eskisi gibi durmamaktadır. Öte yandan hâkimiyeti altında tuttuğu Sirte ve Cufra’da halka yaptığı zulüm, işkence, kabileler arası ayrımcılık ve protestocuları DEAŞ militanı ithamıyla kaçırması gibi nedenlerle Bingazi başta olmak üzere popülaritesini yitirmiş bir aktör olan Hafter, bir savaş baronu olarak, eli kirli bir adamdır. Tobruk Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih, diplomat ve siyaset adamı kimliğiyle işlenen bu cürümlerin ortağı olmasa bile, -Libya Ulusal Ordusu ve Hafter olmaksızın- yaptırım gücünden mahrum bir aktördür. Belli ki Hafter, gelinen aşamada ateşkesi yok saymakta ve Salih’i adam yerine koymamaktadır.

KİM BU HAFTER?

Kısaca hatırlatmak gerekirse, 20 Ekim 2011’de Libya lideri Muammer Kaddafi’nin isyancılar tarafından linç edilerek ve 11 Eylül 2012 tarihinde ise ABD Büyükelçisi J. Christopher Stevens ve üç büyükelçilik çalışanın Bingazi konsolosluğuna düzenlenen saldırıda öldürülmesi, ülkeyi geri dönülemez bir merhaleye taşıdı. Ne var ki bu süreçten itibaren Kaddafi taraftarları ve karşıtları arasında bir uzlaşma ve petrolün randımanlı bir biçimde işletilmesine dayalı umut dolu bir döneme doğru geçilmesi beklenirken Libya, bu defa daha belalı bir aktörle yüzleşmek durumunda kaldı: Resmi sıfatıyla Libya Ulusal Ordusu Komutanı General Halife Hafter…

1969’da Kaddafi’nin Kral İdris’i devirmesine yardım eden, Kaddafi tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na tayin edilen, 1986’da Çad ile çatışan kuvvetlerin başına getirilen Hafter, Fransız destekli Çad tarafından aşağılayıcı bir hezimete uğramıştı. Yıllarca hapiste yatan ve Kaddafi’nin sırtını döndüğü Hafter, 1990 yılında CIA ile anlaşma yaparak ABD’de yaşamaya ve kendine ihanet ettiğini düşündüğü Kaddafi’yi devirmek için stratejiler geliştirmeye başladı. 2011 yılında Arap Baharı bağlamında Kaddafi muhalifi hareketlerin başlaması, Hafter için günün doğması anlamına geliyordu. Mısır’da isyancı kuvvetlerin başında bulunduğu ve Kaddafi’nin düşüşüyle birlikte iki yıl yargılandığı zaman dilimi, Hafter’in Kaddafi sonrası dönemde öç alması güdüsüyle bilenmesi için yeterli bir vadeydi.

Bununla birlikte, çökmeden önce Sovyetler Birliği’nde eğitim alan, ana dili gibi Rusça konuşan, Ensar El-Şeria gibi El-Kaide uzantılı gruplarla iltisakı bulunan ve 20 yıl CIA’in rahle-i tedrisinden geçen Hafter, Şubat 2014’te BM destekli seçimler sonrasında ülkenin doğusunda -sınırlı da olsagüç kazanmayı başardı. 2014’te Bingazi’deki isyancılara karşı “Onur Operasyonu” başlatan Hafter, 2015’te Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi tarafından “Libya Ulusal Ordusunun Komutanı” olarak atandı. Şubat 2016’da Bingazi’yi geri alan, Petrol Hilali Bölgesinde yer alan stratejik hedeflere (Sidre, Ra’s Lanuf, Brega ve Ecdebiye) birbiri ardınca operasyonlar tanzim eden Hafter, 2017’de Derne’nin kontrolünü de eline geçirdi. Ancak tüm operasyonlar toplu katliamlar, gözaltında ölümler, sistematik işkence ve tecavüzlerle kabarık bir sicili de –savaş suçlusu- Hafter’in sırtına yüklemekteydi.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken Birleşmiş Milletler’in devreye girmesiyle 17 Aralık 2015 tarihinde Fas’ın Suheyrat şehrinde Libya Siyasi Anlaşması deklare edildi. Anlaşmaya göre, Tobruk ve Trablus’ta bulunan iki meclis, Trablus’ta Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanlık Konseyi kurulmasına ve başkanlığına Fayiz es-Sarrac’ın getirilmesine karar verdi. Bu anlaşmayla birlikte Libya’nın uluslararası anlamda tek meşru hükümeti, BMGK 2259 sayılı kararıyla –hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek bir biçimde- UMH olmuştu. Ne var ki, Hafter’in ve arkasındaki şer güçlerin baskısıyla başında Akile Salih’in olduğu Tobruk’taki Temsilciler Meclisi bu anlaşmayı onaylamadı. Haliyle bu durumun uluslararası hukuk açısından hiçbir anlamı yoktu.

YABANCI ASKERLER VE PETROL PAYLAŞIMI…

Öte yandan ateşkes metninde yer alan “Libya’da savaşa katılan tüm yabancı savaşçıların ülkelerine döndürülmesi” kararı bölgedeki gerçeklerle ne ölçüde örtüşmektedir? Rus Wagner şirketinin lejyonerleri Moskova’ya geri dönecekler midir? Hafter’in en büyük destekçileri BAE, Rusya’nın paramiliter kuruluşu Wagner Grubu, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Fransa ve bunlara ilaveten Sudanlı Cancavidler ve Suriyeli paralı askerler, hiçbir şey almadan Sirte ve Cufra’yı terk edip gidecekler midir? Bunu mümkün kılacak bir mekanizma mevcut mudur?

Ateşkesin kalıcı olmasını engelleyen bir diğer parametre ise, petrol gelirlerinin paylaşımı hususudur. Zira anlaşma metninde petrol gelirlerinin nasıl taksim edileceği, petrol kuyularını ve limanları kimin kontrol edileceği ve koruyacağı belirtilmemişti. Malum olduğu üzere Merkez Bankası UMH’nin elinde olmasına rağmen petrol kuyuları Hafter güçlerinin uhdesindeydi. Libya’nın iç savaşın başladığı günden bu yana yurtdışında bloke edilmiş petrol gelirlerinin transferi üzerinde anlaşıldı ama bunun nasıl yönetileceğinin detayları anlaşma metninde mevcut değildi. Daha da vahimi Tobruk Meclisi’ne göre Mart 2021 tarihinde seçimler yapılıp herkesi temsil edecek bir hükümet kuruluncaya kadar petrol gelirleri dondurulacaktı ama UMH’ye göre Libya Ulusal Şirketi petrol kuyuları, limanlar ve üretimin yönetimini üstlenecek ve paylaşım hemen yapılacaktı.

Tüm bunların ötesinde Akile Salih’in başkanlık Konseyi ve dolayısıyla başkenti Muammer Kaddafi’nin doğum yeri olan Sirte’ye taşıma fikri, oğul Kaddafi’yi destekleyenleri tahrik eden bir teklif olarak ön plana çıktı. Ülkede protestolar gösteren birtakım çevreler, Libya’nın doğusu ve batısını aynı de recede suçluyordu. Hem Hafter’i ve hem de Serrac’ı siyasi istikrarsızlığın sebebi olarak gören ve Kaddafi rejiminin devamını tek kurtuluş reçetesi gibi sunan bir kesimin türemiş olması Libya’da yeni bir tehlike sinyali olarak görülmelidir. Olayın daha vahim boyutu, Tobruk Meclisi’nin Trablus ve Fizan için de geçici bir üçlü başkanlık konseyi istemesi ve geçiş sürecini 24 aya uzatmasıdır. Konuyla ilgilenen herkesin malumudur ki, her gün dengelerin değiştiği bir konjonktürde, iki sene bir uzlaşı ve istikrar anlaşması için gerçekçi değildir ve daha da ötesi, Libya’nın bütünlüğünü ortadan kaldırma tehdidi ve potansiyeli taşımaktadır. Öte yandan Trablus yönetimi Sirte’nin değil, sadece Cufra’nın silahsızlandırılmasını esas aldığı görülmektedir. Haddizatında birbiriyle mücadele halindeki yüze yakın kabilenin varlık alanı bulduğu bir coğrafyada ortak değerler etrafında bir ulus inşasının, demokrasinin yerleştirilmesinin ve en basit anlamda seçimlerin nasıl yapılacağının müphemiyetini koruduğu da ifade edilmelidir.

TÜRKİYE’NİN LİBYA STRATEJİSİ NEDİR?

Tüm bu şartlar altında Libya’da gelinen son durumu Türkiye nasıl değerlendirmektedir ve ülkenin bütünlüğünü ve nihai barışı sağlama hususunda Türkiye’nin Libya stratejisi nedir? Kanımızca bu esnada cevaplanması gereken bu sorular, bundan sonra atılması gereken dış politik adımları şekillendirecektir. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki Türkiye’nin grand stratejisi, Libya’da kalıcı olmak ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını –her ne pahasına olursa olsun- korumak olarak tespit edilmiştir. Bu meyanda Katar’la birlikte Libya’da gerçekleştirilen toplantıda Misrata Limanı’nın işletme hakkının 99 yıllığına Türkiye’ye verilmesi karara bağlanmıştır. Bu bağlamda ABD ile Çin’in Asya-Pasifik’te başlattığı mücadele ve kendi içlerinde yaşadığı ciddi sorunlar nedeniyle küresel liderlik gösterememeleri Doğu Akdeniz ve Libya özelinde ciddi bir siyasi boşluğun doğmasına ve Türkiye’nin bölgede daha özgür hareket etmesine fırsata verir mahiyettedir. Buna ilaveten Çin ve ABD pandemi sürecinde ve akabinde özellikle Doğu Akdeniz’de küresel liderlik kapasite ve niyetlerinin olmadığını açıkça gözler önüne sermiş durumdadır. Bu bakımdan Türkiye’nin bu durumdan istifade etmesi, en azından kendi ilgi alanından başlayarak geniş coğrafyada etki ve nüfuzunu hızlı bir biçimde artırması gerekmektedir.

Nitekim bu gerçekliğin ayırdına varmış olan Türkiye, politikasını üç temel öncelik üzerinden şekillendiriyor. Bunlar, ateşkesi UMH’nin ilgi, ihtiyaç ve taleplerine bağlı olarak kalıcı hale getirmek, güçlü bir bölgesel ittifak kurmak ve Libya ile verimli bir ekonomik ilişki sistemi geliştirmektir. Birinci öncelik bağlamında AB, ABD ve Rusya ile mekik diplomasisi işleten Türkiye, ülkenin bütünlük ve siyasi istikrarını her endişenin üzerinde görüyor. Zira muhatap alacağı güçlü, istikrarlı ve halkın desteğine sahip işleyen bir devlet mekanizması ve hükümet yapısı olmadan bu hedeflerden hiçbirine ulaşmak mümkün değil. Bu bağlamda AB Dönem Başkanı Almanya uzlaşıya yakın en ciddi muhatap olarak görülebilir.

Ancak Türkiye Sirte ve Cufra’nın UMH’ye verilmesini isterken Almanya bu bölgenin silahtan arındırılmasını ve Avrupa güçleri tarafından korunmasını öngörüyor. Rusya ile Suriye için oluşturulan Astana Sürecine benzer bir mekanizmayı çağrıştırır mahiyette bir Ortak Çalışma Grubu kurmak isteyen Türkiye, Hafter’in belirleyici bir aktör olarak varlığını sürdürmesi ve ateşkesin kalıcılığı konusunda Rus partneriyle henüz bir uzlaşma zemininden uzak görünüyor.

Türkiye’nin Libya politikasının ikinci boyutu, bölgesel ittifaklar kurmak ve Libya’nın istikrarsızlığından en çok etkilenen iki ülke olan Malta ve İtalya ile bir ortaklık kurmak olarak tezahür ediyor. Zira bu iki ülke diğer AB ülkelerini Afrikalı göçmenler hususuna yeterince eğilmemek ve Hafter’e destek vererek Libya’daki istikrarsızlığı körüklemekle suçluyorlar. Buna ilaveten Malta’nın AB’nin inisiyatifinde gerçekleştirilen İrini Operasyonuna katılmaması, İtalya’nın Libya hususunda Fransa ile ihtilafa düşmesi ve bu iki ülkenin Türkiye’yle birlikte Trablus hükümetine tam destek vermeleri Fransa, Rusya, BAE ve Mısır arasında oluşturulan bloka bir karşı duruş olarak algılanıyor. Bu bağlamda bölgede dostlarını artırma arayışında olan Türkiye’nin -Libya’ya en uzun sınıra sahip olan- Cezayir ve Nijer ile artan diplomatik ilişkileri diplomatik gözlemcilerin dikkatinden kaçmıyor. Trablus’ta Katar’ın da dâhil olduğu Zirve, Libya gündeminde önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor.

Üçüncü öncelik olarak belirtilen parametre ise, Libya ile verimli ekonomik ilişkiler kurmak ve bu ilişkileri geliştirerek kurumsallaştırmak. Bu kapsamda Türkiye, Türk şirketlerine enerji alanında kapsamlı imtiyazların tanınması, Libyanın yeniden inşasında birincil aktör olarak kendisine öncelik verilmesi, daha önce Libya’da iş yapan Türk şirketlerinin alacaklarının ödenmesi konularına öncelik veriyor. En nihayetinde her iki ülkenin kalkınma ve yeniden yapılanma konularında ortak bir komisyon marifetiyle kalıcı bir işbirliği platformu oluşturması gibi hedeflere yönelik politikalar, Libya’nın geleceği için ehemmiyet arz ediyor.

Deniz üssü olarak Misrata Limanı’nın ve hava üssü olarak Vatiyye’nin Türkiye’ye verilmesi müzakere edilen hususlar arasında yer alıyor. Öte yandan Türkiye-Katar işbirliği ile –aynen Azerbaycan’da yapıldığı gibi- düzenli ve tam donanımlı bir Libya ordusunun kurulması, ulus ve devlet inşasında Türk tecrübesinin paylaşımı gibi hususlar, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın garantörü olan kalıcı bir aktör haline dönüştürecek müzakere unsurları olarak gündeme taşınıyor. Bu gündem pratiğe aktarıldığı zaman, an itibarıyla ele aldığımız kırılgan ateşkesler dönemi tamamen ortadan kalkacak, Türkiye garantörlüğünde Libya, kaos ve anarşi değil, bilakis refah, barış ve istikrar üreten bir coğrafyaya dönüşecektir. Pandemi sonrası yeni bir dünya düzeni kurulurken Doğu Akdeniz’in, güç dağılımını, küresel güvenliği ve hâlihazır aktörlerin kurulacak dünyadaki konumunu belirleyen stratejik bir satranç tahtası olduğu göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin Libya politikasının şifreleri daha aşikâr ve net bir biçimde anlaşılacaktır.

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close