ABD’nin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi, yanındaki Haşdi Şabi üst düzey yetkilileriyle beraber Irak’ta öldürmesi, bölgeyi Irak merkezli olarak hareketlendirdi. İran’da “savaş” çığlıkları yükselirken, Türkiye’de gösterilen reaksiyonlar çok ilginçti. Kamuoyu ikiye bölünürken, devletin itidalli, hatta ABD’nin politikasına dolaylı yönden tepkili duruşu dikkat çekti. Esas tehlike ise Irak’ın, domino etkisi yapacak bir bölünme sürecine sokulup sokulmayacağı ile ilgili…
ABD’nin bu tür eylemlerde İslam dünyası için mukaddes tarihleri ve günleri seçmesi dikkat çekici. Hatırlanacak olursa Irak’ın eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, işgalden sonra yakalanmış, göstermelik bir mahkemede yargılanmış ve 30 Aralık 2006 tarihinde idam edilmişti. O tarih İslam dünyasının mübarek Kurban Bayramı’na denk geliyordu. Saddam Hüseyin, Irak’taki Sünniler için önemli bir liderdi. Kasım Süleymani gibi Şiiler için önemli bir figür de yine Müslümanlar açısından mübarek gün olan Cuma gecesi öldürüldü. Yani bu eylemler, bir anlamda teolojik mesajlar da taşıyordu. Gelelim Süleymani’nin öldürülmesine kadar uzanan sürecin nasıl başladığına? Çünkü, aktardığım gibi Süleymani özellikle İran’ın bölge siyasetini dizayn eden asker olarak biliniyordu. Dedik ya, İran Genelkurmay Başkanı’na, hatta Cumhurbaşkanı’na bile değil, doğrudan Ali Hamaney’e bağlı olarak çalışıyordu. Kimse ondan hesap soramıyor, tam tersine sadece bölge değil İran iç siyasetinin dizayn edilmesinde en etkin rollerden birini oynuyordu. Adı, 2021 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylar arasında bile geçmişti. ABD’nin Irak’ı işgali, aslında Ortadoğu’da Pandora’nın kutusunun açılması niteliğindeydi. Daha sonra haritası gündeme gelen Büyük Ortadoğu Projesi’nde önce Irak’ın sonra da bağlantılı olarak bölge ülkelerinin etnik ve mezhepsel ayrışımı esas hedef olarak belirlenmişti. ABD ve İsrail, Ortadoğu’yu küresel ve teolojik çıkarları ekseninde yeniden düzenlemek istiyordu. Bu çerçevede ilk hedef olarak belirlenen Irak, 3’e bölünmeliydi. Bu, 1980’lerden itibaren İsrail’in, istihbarat uzmanı Oded Yinon tarafından çerçevesi çizilen ana stratejisiydi.
ODED YİNON PLANI
Dünya Siyonist Örgütü Enformasyon Dairesi’nin İbranice yayın organı Kivunim (Talimatlar) dergisinin Şubat 1982 sayısında “1980’lerde İsrail İçin Strateji” başlığıyla yazılan Oded Yinon imzalı rapor; Haziran 1982’de “The Zionist Plan for the Middle East-Ortadoğu için Siyonist Plan” başlıklı İngilizce çevirili yorum yazısıyla Israel Shahak tarafından dünyaya duyuruldu. Raporun içeriğinde İran’ın mezhep olarak Sunniler – Şiiler, ırk olarak Persler – Türkler olarak ayrışmasını vurgulayan Yinon; Türkiye’yi de “Müslüman Sünni Türkler”, “Aleviler” ve “Kürtler” şeklinde tasnif ve “analiz” etmişti.
Oded Yinon raporunda; Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin de İsrail stratejisi doğrultusunda, etnik, dinsel ve mezhepsel olarak atomlarına dek parçalara ayrılması gerektiğini savunurken, özellikle de Irak ve Suriye’nin parçalanmasına özel bir önem vermişti. Irak’ın üç, Suriye’nin yedi parçaya ayrılmasının İsrail’in uzun vadeli çıkarı olacağını ileri sürmüştü. Shahak’ın aktardığına göre Yinon, Washington’da adım adım iktidara yürüyen Neo-Conlar ile paralel bir düşünceye sahipti. Bu bağ, yıllar sonra ABD iktidarına yerleşen Neo-Con’ların, Yinon planını, bir farkla hayata geçirmek için İsrail ile birlikte 2003 yılında atağa geçmesiyle belirginleşti. Irak’ın işgali sonrasında bu ülke, federasyon adı altında Şii,
Sünni ve Kürt bölgeleri olarak 3 ayrı bölgesel yönetime ayrılmıştı. Tam da plana göre bir taksimdi. Aktardığımız fark, Suriye ile ilgiliydi. Planda Suriye’de bir Kürt devleti öngörülmemişti. Ancak bu operasyonu pratikte yürüten ABD, kendisinin de terör örgütü listesinde olan PKK’nın Suriye ayağı PYD eliyle kukla bir devletin zemini oluşturmaya çalıştı. Özetle Oded Yinon’un stratejisi, günümüzde yaşadığımız gelişmelerin planlandığı temel belgelerden biriydi.
Irak, 1990’ların başından itibaren aynen Yinon planındaki gibi Şii, Sünni ve Kürt merkezli parçalanma sürecine sokuldu. Türkiye açısından kritik mesele, Musul ve Kerkük’ü de içine alan bir Kürt devletinin kurulmasıydı. Ankara, o dönem özellikle Musul ve Kerkük bölgesindeki gelişmeleri dikkatle izledi ve bölgenin Bağdat yönetimine yönelik isyan eden güçlerin eline geçmemesini arzu etti. Türkiye’nin bu konudaki hassasiyeti Batı dünyasını tedirgin etti. Böyle bir durumda Türk ordusunun Musul ve Kerkük’ü işgal edeceği ileri sürüldü. Özetle fitil o dönemden ateşlenmiş, Irak’ı işgal sürecine kadar ayrılıklar derinleştirilmiş, işgal sonrasında da bölge adeta artık geri dönülmez bir sürece girmişti.
İran, devlet politikası olarak Irak’ın işgali sürecinde yoğun bir karşı duruş sergilememişti. Öyle ya, baş düşmanlardan biri olan Saddam Hüseyin devrilmiş ve bölgede Şiiler üzerinden nüfuzunu artırmanın önü açılmıştı. Sonuçta ABD, Irak’ın tamamına hakim olamayacaktı. Tahran yönetimi bu çerçevede özel kuvvet unsurlarını sahaya sürdü. Bunların başında, Devrim Muhafızları Ordusu’nun Kudüs Gücü vardı.
Bu gücün başında da 1998 yılından bu yana Kasım Süleymani isimli bir komutan vardı. Gazeteci Serdar Akinan, Irak’ın işgali öncesinde bağlı bulunduğu basın kuruluşu adına bölgede görev yaparken, “Bedr Tugaylarının Irak’a sızdığı” bilgisi üzerine, o bölgeye gittiğini ve bir askeri güç ile karşılaştıklarını yazdı. (Serdar Akinan, “Büyük Savaşa Hazır Olun”, Odatv, 3 Ocak 2020) Akinan’ın aktardığına göre bu gücün başındaki komutanın adı Kasım Süleymani’ydi. İran, gayri nizami harp unsurlarıyla Irak’ın işgal sürecine hazırlık yapıyordu. İşgal sürecinde Irak, Anayasası değiştirilerek fiilen adeta 3’e bölündü. Buna Türkiye dışında bölge ülkelerinin dostlar alışverişte görsün misali tepki göstermesi dikkat çekiciydi. Özellikle İran, tepkili olsa bile, bölge dinamiklerini değiştirecek, işgal Anayasasını değiştirebilecek güce sahip dinamiklerini devreye sokmamıştı.
Türkiye ise içeride PKK terörüyle boğuşmak ve dönemin dışişleri yönetiminin öngörüsüzlüğü çerçevesinde bu sürece etki edememişti. Sonrasında coğrafyamızın genelinde hareketlilik arttı. Arap Baharı adı verilen süreçle, özellikle Doğu Akdeniz fay hattı tetiklendi ve bu hat üzerindeki Arap ülkelerinde yönetimler değiştirildi. Bu ülkelerden biri Suriye’ydi. Burada etnik ve mezhepsel ayrışım öne çıkarıldı. Aynen Irak’ı savunduğu gibi bu ülkenin de toprak bütünlüğünü savunan Türkiye, “müttefik” Amerikan politikasına yakın durması nedeniyle büyük sıkıntılar yaşadı. Suriye’de Nusayri, Sünni, Kürt unsurlar üzerinden ayrışım derinleştirildi. Aynen Oded Yinon’un planındaki gibi bu ülke parçalarına ayrılmak üzere dizayn edildi. Türkiye açısından, bu ülkenin bölünmesinin yanı sıra bir başka tehdit daha başgöstermişti. Irak’taki Kürt ayağı peşmergeler iken Suriye’de terör örgütü
PKK’nın yan örgütlenmesi PYD/YPG sahneye çıktı. ABD desteğiyle bu terör örgütü çok geniş bir Suriye coğrafyasını işgal etti. Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonraki politikaları ve askeri müdahaleleri bazı sorunları bir nebze düzeltse de Suriye’de de etnik ve mezhepsel fay hattı tetiklenmiş oldu.
Büyük plan adım adım işliyordu. Bu süreç içinde bölgedeki en etkili güçlerin başında İran geliyordu. Özellikle Irak, Suriye, Lübnan bölgesinde etkinliğini artırmış, Yemen’de de Suud yönetimiyle vekalet savaşı yürütmekteydi. Obama döneminde yakınlaşarak siyasi müdahale politikası izleyen ABD, Donald Trump dönemiyle beraber İran’ın bölgedeki etkisini sertlik politikasıyla kırma stratejisi izlemeye başladı. Trump’ın ilk icraatının İran’la yapılan nükleer müzakerelerden ayrılmak olması, ardından İran’ın bölgedeki baş düşman gördüğü İsrail’e Golan tepelerini vermesi ve Kudüs’ü bu ülkenin başkenti ilan etmesi ABD ile gerilimi tırmandırdı. Sonrasında da adım adım Suriye ve Irak merkezli bir mücadele başladı.
Buraya bir ara verip, filmi biraz ileri saralım.
Kasım Süleymani suikastı sonrası, İran ABD ordusunu “terör örgütü” olarak ilan etti. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, İran ilk kez bu ilanı yapmadı. ABD geçen yılın Nisan ayında İran Devrim Muhafızları’nı “terör örgütü” ilan edince İran da ABD’nin Ortadoğu’daki askeri birliklerini “terör örgütü” olarak tanıdığını duyurmuştu. Elbette o dönem ile bu dönem arasında bir fark var. Bu farkı suikast öncesi, suikastı sonrası diye tanımlayabiliriz. Suikast öncesi yapılan açıklamaların elbette önemi var. O dönem vekaleten yürütülen mücadele şimdi doğrudan asaleten mücadeleye dönüşebilir. Bunun işaretlerini geçen yılın son günlerinde yaşadığımız olaylarda gördük.
Devamı M5 Dergisi Ocak 2020 Sayısında…