İnsanlığın Koronavirüs Karşısındaki Sınavı
Koronavirüs krizi dünyanın her bir köşesine din, dil, ırk ayrımı olmadan, doğa ile uyumlu bir şekilde birbirimize ihtiyacımız olduğunu pratikte muhteşem bir şekilde göstermektedir. Gördük ki İtalya huzurlu uyumadan, Türkiye’de huzurlu uyuyamayız. Gördük ki Çin öksürürse, bizim Senegal’de, Kolombiya’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde ateşimiz çıkar.
Aralık 2019’dan bu yana her kıtada kendini gösteren ve tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs etkisi gün gün artıyor. Dünyanın merkezlerinden biri olarak görülen New York’ta bile 1 Nisan’dan bu yana her 4 dakikada 1 kişinin Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiği, Türkmenistan’da Korona sözcüğünün tabu haline gelerek hükümet tarafından yasaklandığı gibi garip bir süreçlere tanıklık ediyoruz. Tüm dünya aynı şeyden saklanıp, aynı şeyden korkup, aynı şeye karşı kaygılanıyor ve mücadele ediyor. Korku ve kaygının da pandemiğe dönüştüğü süreçte dolayısıyla bilinmeyene de beraber katlanabilmek deneyimleniyor. Bu deneyim bize bireysel psikolojiden kitle psikolojisine geçmenin de anahtarlarını veriyor. Psikoterapilerde yaptığımız kötü olan, eksikli yanımızı tanımak ve onunla nasıl başa çıkabileceğimize bakmaktır. Hareket mekanizmasına kadar etki etmiş işlevselliğinde aksamalar olan sistemler ve dünya düzeni üzerinde de uygulanacak olan aynı formüldür.
KLİNİK TABLOLARDA KORONA
Daha çok erken fakat klinik terapi süreçlerinde yapılan görüşmeler boyunca psikopatolojik yapıları farklılıklar gösteren her birey Korona sürecine benzer ortaklıklar fakat farklı işleme ile ortaya çıkıyor. Obsesif Kompulsif Kaygı Bozukluğu olan biri hiçbir şey öğrenmeme tavrı geliştirirken, Hipokondri olan (halk arasında hastalık hastası olarak adlandırılmaktadır) kendi kendilerine Korona teşhisi koyuyor. Ya da Depresif yapıda olan insanlığın bunu hakettiği sonucuna varırken, Paranoid çekirdeği olanlar ise komplo teorileri geliştirip, inanıyorlar. Bir de yasaya karşı yasa koyan, oyun kuran ve bundan haz alan Sapkınlar (sıklıkla sapkınlık sadece cinsel sapkınlıklar gibi düşünülse de bundan çok daha ötedir) dedikodular ve yalan haberleri yayma eğilimde ötekileri kaygının kucağına atarak haz alma peşinde olabiliyorlar. Ortaya çıkan savunma düzenekleri kimilerinde daha ilkel, kimilerinde daha gelişkin olarak karşımıza çıkıyor.
Sürecin psikolojik boyutu ve birey üzerine sonuçları hakkında sonraki süreçlerde daha sağlıklı veriler toparlayabileceğiz. Ama şimdilik diyebiliriz ki Korona sürecinde daha da açığa çıkan buhranlar, yerlerini bireylerin oluşturduğu toplumların refahı üzerine bir ortak karar alınmazsa daha da derinleştirebilme potansiyelindeler.
AZ ÜRETEN BOL TÜKETEN İNSAN; ŞEYLERİN KÖLESİ
Aslında yeni şeylerle karşı karşıya değiliz ve insanlık tarihi çeşitli salgın dönemlerini ve benzer felaketleri daha öncede deneyimlemiş. Her seferinde olduğu gibi birey ve biricikliğinin bizlere gösterdiği felaketlerin bireyin ruhsal sürecine olan izdüşümünde gördüğümüz kaygı ve bağlantılı olarak korku duygularıdır. Bireyin bu duyguları nasıl deneyimlediği ve ortaya koyduğu dikkatimizi incelikle verdiğimiz yanıdır. İnsanın yaşadığı sıkıntı durumu olması nedeniyle psikolojik alana ait olan kaygı kavramı ilk olarak Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud tarafından ele alanmış ve bundan egonun bir işlevi ve nevrotik bir durum olarak bahsetmiştir. Sonra çeşitli psikoloji ekolleri kendine göre kuramı geliştirmiştir.
Duyguların psikolojik, davranışsal ve fizyolojik etkilerinin açıkça ortaya çıktığı böyle dönemlerde yaşama arzusu ile ölüm arasındaki çatışma insanı korku haline, kaygıya sevk edebilir. Evrimsel olarak hayatta kalmamıza sebep olan ve kötülememizin aksine aslında dönüştürme şeklimize bağlı olarak olumlu bir duygu da olabilecek kaygı, tehdit altında hissettiğimiz durumlarda verilen bir reaksiyondur. Böyle bir dönemde kaygılanmak tüm dünya insanları tarafından paylaşılan ortak ve normal bir duygudur. Fakat tabi ki bir sınırı olması koşulu ile. Toplumsal olarak birbirimizden sorumlu olduğumuz Korona günlerinde kaygıların taşması ve sınırsızlaşmasına örnek olarak ‘gereksiz’ stokçuluğu, alışveriş marketlerinde bomboş kalan rafları, ötekini düşünmeden ne bulursa hepsini alma eğiliminde olan bireyin hayatta kalma mücadelesi olarak eyleme döküşünü verebiliriz.
Kapitalizmin gelişmesinin ve ileri endüstriyel toplumun bir sonucu olarak sürekli almaya, tüketmeye, yutmaya ( yemeğe, içmeye, madde kullanmaya…) ve durmadan keyiflenmeye çabalayan, her şeyden haz almanın peşinde oradan oraya sürüklenen, gündelik hayatın bilindikleri ve kontrolü içinde kendini daha konforlu hissetme tembelliğinde oyalanan birey beklenmedik bir anda bir süpriz ile adlandıramadığı bir gerçele karşılaştı. Kapitalist toplum üzerine Karl Marx’tan gelen eleştiri de bu noktaya dokunmakta. Marx, toplumun sahip olma isteğinin egemenliğine dokunurken bir yandan da “ birşeylere sahip olan insan değil, kendisi birşeyler olan insan, tam olarak gelişmiş, gerçekten insan olan insandı ”(Fromm, 1962).
Aslında kendini özgür zanneden neoliberal özne kendi kölesi haline gelmiş ve ötekilerle amaçtan yoksun bir iletişimdeyken tüm bu düzensizlik içindeki düzenini sorgular hale de geldiği için aslında Koronavirüsü sadece sağlıkla ilgili bir sorun olarak değil aynı zamanda bir sistem sorunu olarak da kaşımıza çıkmaktadır. Ötekilerle olan ilişki kurma şekli ve gerçekdışılığını Fromm ‘işitme pozu’ örneğini vererek kuramsallığa yaklaştırmıştır. Kişilerin işitme pozu vererek birbirleriyle konuştuklarından fakat duymadıklarından bahsetmiştir (Fromm, 1962). Fotoğraflarda, kafelerde birbiri yanında görülen bireyler aslında ne kadar birbirlerinin yanındalar?
BİREYİ HASTA EDEN DÜNYA DÜZENİ
Klinikte hastalarımızla olan gözlemlerimiz bize Fransızların ‘la maladie du siecle’ yani ‘yüzyılın hastalığı’ olarak adlandırdıkları mutsuzluk, yalnızlık hissiyatı ve tatminsizlikten ızdırap çektiklerini gösteriyor. Sürekli bir doyum nesnesi üreten kapitalist söylem ‘imkansızın imkansız’ olduğunu, ‘her şeyin mümküniyatı’nı vurgularken bireyleri sınırsızlığın göbeğine iter. Fransız Psikanalist Jacques Lacan’ın ‘jouissance’ kavramı buradaki hemen gerçekleştirilmesi gereken bir zevki tanımlar (Lacan, 1964). Bireylerde ruhsal sınırsızlık ile kendini gösterir, doyum alamaz ve asla yetinemez. Çünkü tüketim söyleminde servis edilen her şeyin olduğu ve her şeye erişilebileceğidir. Ve aslında bu ilüzyon içerisinde birey yapayalnızdır. Fakat sistemin hediyesi semptomları ona itina ile eşlik eder. Sözde sağlıklı bireyin semptomları bir gösterge zincirinin içinde konumlanırlar, bir neden/sonucu işaret eder ve aynı zamanda bir sesi yüksek bir sesleniştir.
Korona virüsü, ruhunu şokla felç etmektense okşayan, okşarken başka çeldirici yandaşlarının yardımıyla uyuşturan ve aslında hapseden neoliberal politikalara alışmış yabancılaşmışlığın bedelini ödeyen bireyleri Maslov’un ihtiyaç hiyerarşisinde bahsettiği birincil gereksinimlerinin ( Fizyolojik, Güvenlik, Ait olma- Sevgi, Saygınlık ve Kendini gerçekleştirme) her biri ile beraber evlere hapsetti (Maslow, 1954).
Türdeşleriyle ilişki kurma şekilleri de birebir etkilenen birey – nesne ilişkileri okulunun kurucusu Melanie Klein’ın ele aldığı Kıskançlık, Haset ve Açgözlülük kuramlarının canlı örneği haline gelmiştir. Kısaca söz etmek gerekirse; Haset, kendisinde olmayan, bir başkasında olanı arzulama ve malum kişinin bu özellikten yoksun olmasını istemektir, içinde zarar verme vardır (Parrot & Smith, 1993). Ve aslında Lachaud’nun Kıskançlıklar kitabında belirttiği gibi; “Haset dolu bakış öznenin kendi kendisini yok eder” (Lachaud,1998). Korona günlerinde hastalığı yaymak için asansör düğmelerine tüküren, marketlerde ürünlerin üzerine öksüren insanlar baskasının sahip olduğu ve kendinde olmayan sağlığa karşı yasadığı haset olarak örnek verilebilir.
Kıskançlık, Haset’e dayanan ve bireyin ilişki içerisinde olduğu bir kişiyi rakip olarak gördüğü başka bir kişiyle paylaşmak ya da kaybetmek zorunda kaldığı durumlarda açığa çıkandır (Spielman,1971). Açgözlülük ise kişiyi doyumu imkânsız uyaran zincileri içinde bırakan, ihtiyaçtan daha fazlasını talep ettiren tutkulu bir istektir ( Klein, 1999). Buradan günümüz öznesinin portresi ortaya cıkmaktadır.
İÇİMİZDEN ÇIKAN KAYGI VE IZDIRABIN ANLAMI
Korona virüsü beraberinde bir sürü bilinmeyenin olması nedeniyle virüsten daha hızlı yayılan duyguyu yani kaygıyı ön plana çıkıyor. Bilinmeyenle bu karşılaşma sürecinde ‘Bilmek’ kaygıyı sakinleştirir, yumuşatır. Bu sebeple verilerdeki şeffaflık bireyin süreçte kendini kendi anksiyetesinden (kaygısından) koruyabilmesi adına önemlidir. Kaygıyı diğer duygudurumlardan ayıran en belirgin özelliği nereden bakarsak bakalım varoluşla ve beraberindeki ızdıraplarıyla ilişkili bir duygu olmasıdır. Bu yüzden Korona günlerinde içimizden çıkan kaygıya kulak vermeli, ızdırabını doğru anlamalıyız. Godot’u Beklerken’de Beckett’in (Beckett,1952) “İnsan biliyorsa sabretmekten yılmaz” sözü bilinmeyenin birey üzerindeki etkisini açıklar niteliktedir.
Fakat bireysel sabırdan öte bilinmeyene de beraber katlanabilmek, kaygının çaresizliğinde öteki ile sakinleşebilmek, ötekine yer açabilmek olarak zor ama elzem bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor ve çıkacaktır. Kapitalist düzenin ve söylemin bireye etkisi burada bir kere daha başka bir şekilde karşımıza “çok şeye sahip olma” tehlikesiyle beraber çıkmaktadır. Çünkü beraberinde sahip olunanı “kaybetme korkusu”nu getirir. Bu da “kaybetme kaygısı”na şekillenir.
Kaybetmekten korkmak yine kolaycı bir taraf olurken, elimizdekileri yani sahip olduklarımızı fark edebilmek daha zor olandır. Büyük bir kesim için sahip olduklarımız üzerine şükran duyabilmek, kaygı ile başa çıkabilmemizde yardımcı olacaktır. Daha önce değindiğimiz haset duygusu şükranın ve doğal olarak sevginin önündeki en büyük engellerdendir. İyi nesnelerle, iyi ilişki kurmamızı engeller. Tüm sevgi ilişkilerinin de temeli olan şükran diğerleriyle bütünleşme duygusunu mümkün kılandır. Günümüz insanında yoğun olarak gördüğümüz en temel eksiklerden biri de şükran duyabilme kapasitelerinin zayıflığı olarak karşımıza çıkar.
KORONA SÜRECİNE BAKMA BİÇİMİNİN ÖNEMİ
Eksikli canlılar olarak bizleri kurtaracak olan yegâne şey bebeksi tüm güçlülüğü bırakıp, diğerlerine olan ihtiyacımızı kabul etmek ve ortak hayaller ve dünya düzeni geliştirerek gerçek ilişkiler kurabilmektir. Tüm bu virüs krizi dünyanın her bir köşesine din, dil, ırk ayrımı olmadan, doğa ile uyumlu bir şekilde birbirimize ihtiyacımız olduğunu pratikte muhteşem bir şekilde göstermektedir. Gördük ki İtalya huzurlu uyumadan, Türkiye’de huzurlu uyuyamayız. Gördük ki Çin öksürürse, bizim Senegal’de, Kolombiya’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde ateşimiz çıkar.
Devamı M5 Dergisi Nisan 2020 Sayısında…