Herkül Sütunlarından Babil Kulesi’ne İşimiz “Her Yerde” - M5 Dergi
KapakÖne Çıkan

Herkül Sütunlarından Babil Kulesi’ne İşimiz “Her Yerde”

Abone Ol 

Küresel güçler yeni nesil uçak gemilerinden lazer silahlarına kadar pek çok teknolojik yeniliği donanmalarına uyarlıyor. Bu güç mücadelesinin içerisinde Türkiye’nin Kasım ayının son günlerinde yaptığı basit ama etkili bir hamle jeopolitik etki alanını aşan bir yankı yarattı. Bu yankı iç kamuoyunda ise “Türkiye’nin Irak’ta ne işi var, Türkiye’nin Suriye’de ne işi var, Türkiye’nin Gürcistan’da ne işi var, Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne işi var?” korosunda yeni bir nakarat olarak kendisini gösterdi: “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?”

“Her zaman dünya tarihinin ulaşamayacağı yerler mutlaka olacaktır, derin sükûnetin ya da katıksız cehaletin hâkim olduğu yerler” (Fernand Braudel/Fransız Tarihçi)

Antik çağlardan günümüze ulaşan mitolojideki bir rivayete göre, Akdeniz’in en batısında, Atlantik Okyanusu ile bağlantıyı sağlayan Cebelitarık Boğazı “Herkül’ün Sütunları” olarak adlandırılmaktaydı. Bilinen dünyanın (Akdeniz Havzası) sınırını çizmekte, bu sınırı aşmaya teşebbüs ederek

Atlantik Okyanusu’na çıkacak olanları “Dünyanın Sonu”na gitmemeleri, karanlık ve kaosta kaybolmamaları için uyarmaktaydı. Ancak bu uyarı da Herkül’ün Sütunları da takip eden yüzyıllarda ne Vikingleri ne Roma İmparatoru Sezar’ı ne de Kristof Kolomb’u Batı’ya ilerlemekten alıkoyamadı.

Muhtemelen Sezar’a Romalıların Britanya Adası’nda ne işi var, Kızıl Erik’e Vikinglerin Grönland’da ne işi var diyenler çıkmıştır. Ancak Nec Plus Ultra (Ötesinde hiçbir şey yok) tehdidi de kâşiflerin gözünü korkutamadı.

TÜRKIYE’NİN LİBYA’DA NE İŞİ VAR?

  1. yüzyılda buharlı gemilerin sahneye çıkmasıyla denizciliğin küresel etki alanının hız ve menzil açısından gelişmesine benzer bir süreç 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de ivme kazanmış durumda. Küresel güçler yeni nesil uçak gemilerinden lazer silahlarına kadar pek çok teknolojik yeniliği donanmalarına uyarlıyor. Bu güç mücadelesinin içerisinde Türkiye’nin Kasım ayının son günlerinde yaptığı basit ama etkili bir hamle jeopolitik etki alanını aşan bir yankı yarattı. Bu yankı iç kamuoyunda ise “Türkiye’nin Irak’ta ne işi var, Türkiye’nin Suriye’de ne işi var, Türkiye’nin Gürcistan’da ne işi var, Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne işi var?” korosunda yeni bir nakarat olarak kendisini gösterdi: “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?”

Bu soruyu dile getiren kitleye “Jeopolitik nedir, jeostratejik sınırlar nedir, denizaşırı dinamik savunma nedir?” gibi kavramları anlatmaya çalışmanın bir faydası var mı bilmiyorum? Elinizdeki derginin ilerleyen sayfalarında kaleme almış olduğum “Sinema ve Jeopolitik” ilişkisini anlatan bir yazıya tesadüf edeceksiniz. O yazıda işaret ettiğim üzere ABD’nin 2024 yılında “Artemis Uzay Programı” ile uzay topografyasını savaş alanı, dünyanın uydusu Ay’ı bir silah platformu olarak değerlendirmeye hazırlandığı yaklaşan süreçte, Türkiye’nin Akdeniz’deki deniz komşusu ile sınırlarını belirleme hamlesinin bu kadar yadırganmasını neye bağlamak gerektiğini herhalde fazla düşünmeye gerek yok. “ABD Ay’a giderken, Türkiye Libya’ya bile gitmemeli” propagandası bir psikolojik harp harekâtından başka ne olarak değerlendirilmeli? Herkül’ün Sütunları’ndan Babil Kulesi’ne kadar coğrafyadaki yer üstü ve yeraltı hatta deniz dibi kaynaklarının yalnızca Batılı ülkelerin enerji, gıda ve savunma şirketleri tarafından değerlendirilmek istenmesini, sömürgeciliğin milenyum versiyonu olarak nitelemek yanlış mı olur?

Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’daki varlığını sorgulayanları, Roma ile Kartaca’nın Akdeniz ve Kuzey Afrika’daki ticaret yollarının kontrolü için giriştikleri “Pön Savaşları”nı anlatan “The General History of Polybius” adlı eseri, Antik Yunan kent devletlerinin Ege ve Akdeniz hâkimiyeti için verdikleri Peloponnes Savaşları’nı Thukididis’in günümüze ulaşan destansı anlatımından, Fernand Braudel’in Akdeniz etrafındaki medeniyetlerin tarihini anlattığı “Akdeniz” adlı eserini okumaya davet etmekten başka elimizden ne gelir? Bu üç eseri okumuş olanlar zaten, Akdeniz gibi bir iç deniz ile onu oluşturan alt denizlerde yaşanan karmaşaya, kıyısındaki hiçbir ülkenin duyarsız kalamayacağını anlayabilirler. Keza Birleşik Devletler Deniz Harp Oku lu öğrencileri ülkelerin Ege Denizi’ne 8 bin 500 kilometre mesafede olmasına aldırış etmeden Peleponnes Savaşı’nın denizde geçen aşamalarını etüt etmektedirler. Savaşa katılan Yunan şehir devletlerinin deniz gücü üzerine yapılan şu incelemeyi tavsiye ederim: http://digital-commons.usnwc.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1007 HYPERLINK “http:// digital-commons.usnwc.edu/cgi/viewcontent.cgi?article= 1007&context=nwc-review”& HYPERLINK “http:// digital-commons.usnwc.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1007&context=nwc-review”context=nwc-review .

Yaklaşık 100 yıl sonra gerek Akdeniz’de gerek küresel ölçekte ortaya çıkan tabloda, Türkiye’nin kutup bölgelerinden, stratejik deniz yollarının geçtiği her yerde donanmasının bayrak göstermek zorunda olduğu bir yıla girmiş bulunuyoruz. Açık kaynaklardan elde edilen veriler Türkiye’nin dünyanın nitelik ve nicelik olarak en güçlü 10 donanması listesindeki 4 büyük donanma ile aynı denizlerde faaliyet gösterdiğine işaret ediyor.

“MEMLEKETTE SULH, CİHANDA SULH İÇİN ÇALIŞIYORUZ”

Bu anlama probleminde aşılması gereken engellerden biri de herhalde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesini, Türkiye’nin sınır ötesi ve denizaşırı topraklarda bulunmasını sorgularken kendilerine siper edenlerdir. Bu sözdeki yorum hatasının kaynağını merak edenler için de Murat Bardakçı’nın 26 Eylül 2019 tarihli köşe yazısını tavsiye edebiliriz. (https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2525504-tam-uc-defa-degistirdigimiz-yurtta-sulh-cihanda-sulh-sozu-ve-cumhurbaskani-erdoganin-bmdeki-konusmasi )

20 Nisan 1931’deki seçim bildirisinde bu ifade Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Cumhuriyet Halk Fırkası’nın istikrarlı umumi siyasetini şu kısa cümle açıkça ifadeye kâfidir zannederim: Memlekette sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz”. Dikkat buyurunuz: Ebedi başkomutan kayıtsız şartsız, bedeli ne olursa olsun kabullenilecek bir barıştan bahsetmiyor. Bu hedef için çalışıyoruz diyor. Nitekim 1922 yılında Musul’u Misak-ı Milli sınırları içerisine dâhil etmek amacıyla, henüz ilan edilmemiş Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk özel harekâtı olarak nitelendirilebilecek “Özdemir Harekâtı”nı yürürlüğe koyan, Afrika ve Ortadoğu’da sömürge toprakları elde etme hayaline kapılan İtalya diktatörü Mussolini’ye uyarı niteliğinde Kartacalı General Hannibal’in heykelini Anadolu topraklarına diktiren, Fransız işgali altındaki Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması için Türk subaylarının gizlice bölgeye girişi için emir veren ve hastalığının en şiddetli olduğu 1938 yılının Mayıs ayında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Adana ve Mersin’de ayakta izlediği resmi geçitlerle gövde gösterisi yaptıran, Balkan ve Sadabat Paktları ile emperyalist devletlerin Balkanlar ve Güney Asya’daki ihtiraslarına sınır çizen, “Memlekette sulh, cihanda sulh için çalıyoruz” diyen Mustafa Kemal’dir. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş

Savaşı sonrasındaki ekonomik ve nüfus yapısından kaynaklanan matematik gerçeklerini göz önüne alarak savaştan kaçınmış ancak gerek askeri caydırıcılık gerek diplomasi yoluyla haklarını Pakistan’dan İtalya sınırlarına kadar müdafaa etmekten geri durmamıştır.

Yaklaşık 100 yıl sonra gerek Akdeniz’de gerek küresel ölçekte ortaya çıkan tabloda, Türkiye’nin kutup bölgelerinden, stratejik deniz yollarının geçtiği her yerde donanmasının bayrak göstermek zorunda olduğu bir yıla girmiş bulunuyoruz. Açık kaynaklardan elde edilen veriler Türkiye’nin dünyanın nitelik ve nicelik olarak en güçlü 10 donanması listesindeki 4 büyük donanma ile aynı denizlerde faaliyet gösterdiğine işaret ediyor. Bunlar uçak gemisi ve de nükleer denizaltı sahibi İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya. Bunların haricinde dünyanın en güçlü 10 donanması listesinde yer alan ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti savaş gemileri de yine Akdeniz ve hatta Karadeniz’de bayrak göstermekte. Listenin diğer üyeleri olan Hindistan, Japonya ve Güney Kore, yine Türkiye’nin jeopolitik nüfuz alanı olarak nitelendireceğimiz Doğu Afrika, Kızıldeniz ve İran Körfezi’nde bulunmayı uluslararası sistemdeki iddialarının doğal bir parçası olarak idrak etmekteler. Keza Rusya-İran ve Hindistan’ın 27 Aralık Cuma günü Umman Denizi ile Hint Okyanusu’nun kuzey batısında başlattıkları 4 gün süren tatbikat da, denizlerdeki küresel meydan okumanın bir parçasıydı. “Deniz Güvenlik Kuşağı” kod adlı tatbikat, ABD’nin küresel askeri ve ticari hâkimiyetine meydan okuyan ülkeleri bir araya getirmesinin yanı sıra Washington yönetiminin İran Körfezi için kurmaya çalıştığı deniz görev gücüne de bir yanıt niteliği taşıyordu.

Küresel ticaretin yüzde 90’ının deniz ticaret rotaları üzerinden yapıldığı günümüzde, iddiası olan hiçbir ülke ne kara parçalarını, ne gökyüzünü, ne uzayı ne siber düzlemi ne de denizleri boş bırakmak niyetinde değil. Var olma savaşının gereği olarak her ülke her yerde var olma gayreti içerisinde. Dünyanın en büyük ilk 10 donanması sıralamasına giremeseler de Akdeniz’e kıyısı olan İspanya ve Mısır’ın da uçak gemileri ve helikopter gemileri ile deniz güçlerini takviye etmeye yöneldiğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

Bu gayretin matematik boyutunu biraz irdeleyecek olursak, Suriye İç Savaşına paralel olarak ABD ve Rusya’nın Akdeniz’de giderek artırdıkları deniz gücünün sayısal boyutlarını göz önüne almak yeterli olacaktır. 2013 yılından itibaren Suriye’nin

Tartus limanındaki deniz gücünü Karadeniz filosu ile takviye etmeye yönelen Rusya, 2014 yılında Kırım’ı ilhak ederek, SSCB’nin dağılması ile kiralık olarak kullanmak durumunda kaldığı Sivastopol limanının kontrolünü tam olarak ele geçirmek suretiyle Akdeniz’deki deniz gücünü de artırmaya yöneldi. Yine açık kaynaklara göre 20 Aralık 2019 itibarıyla, Akdeniz’de bulunduğu tahmin edilen Rus deniz gücü Kilo sınıfı 3 denizaltı, 1 Slava sını Kruvazör, 1 Grigorovich sınıfı fırkateyn, 1 Natya sınıfı mayın tarama gemisi, Yuri İvanov ve Moma sınıfı 2 istihbarat gemisi ile en az 10 adet farklı sınıftaki destek gemisinden oluşmaktaydı.

Aralık ayı Amerikan USS Harry Truman uçak gemisi ile beraberindeki görev grubunun Akdeniz’den Arap Denizi’ne kadar devam eden bir rotadaki gövde gösterisine de sahne oldu. ABD donanmasının Akdeniz’de giderek sıklaşan gövde gösterilerinin bir örneği de Nisan ayında yaşanmıştı. 2016 Haziran ayında USS Truman ve USS Eisenhower’ın Akdeniz’i beraber kat etmesinden 3 yıl sonra ilk kez 2 ABD uçak gemisi birden yeniden Akdeniz sularındaydı. USS Lincoln ve USS Stennis uçak gemileri, beraberlerindeki görev grupları ve NATO üyesi ülkelerin savaş gemileriyle beraber Akdeniz’de bayraklarını dalgalandırdılar. Merkezi İtalya’nın Napoli limanında bulunan Amerikan 6. Filosuna bağlı olarak harekete geçen iki uçak gemisinden oluşan görev gücü o tarihte toplam 9 bin mürettebat, 130 hava aracı ve 10 gemiden oluşmaktaydı. Cebelitarık’tan Süveyş Kanalı’na ortalama bir seyir hızıyla 4 günde ulaşabilen bu deniz gücü Soğuk Savaş yıllarının alışkanlığıyla Akdeniz’in doğal bir parçası olarak kabul ediliyor ve ABD basın ya da siyaset dünyasında “Donanmamızın Akdeniz’de ne işi var?” diyene rastlanmıyor. Herhalde böyle bir vaka ile karşılaşsalar yapacakları şey, soruyu soran kişinin psikiyatrik muayenede geçirilmesini sağlamak olacaktır. Keza bugün ülkesinde milyonlarca kişinin protesto ettiği, bir sonraki seçimde aynı makama seçilmesi mümkün görünmeyen Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a, Charles de Gaulle uçak gemisini neden Asya-Pasifik sularına gönderdiğini ya da Noel tatilini neden Batı Afrika’daki Fransız askeri üslerinde geçirdiğini soran olmadığı gibi.

Devamı M5 Dergisi Ocak 2020 Sayısında…

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close