Libya konusunda Türkiye zorlu bir mücadelenin içinde bulunuyor. Bu mücadeleyi ülkemiz için muhakkak vermek zorundayız, zira gelişen askeri ve siyasi konjonktür gereği Anadolu’nun savunmasını Anadolu’dan yapamazsınız. Türkiye olarak bu mücadeleyi verecek güç, kudret ve imkândayız. Tek ihtiyacımız milli birlik ve beraberliği sağlamak. Sokakta Suriye olsun Libya olsun uygulanan politikaya destek inanılmaz boyutlarda. Ancak aynı cümleyi siyasi kanat için söylemek mümkün değil.
Yıl 1991…
İnsanlık tarihinin en kritik dönemeçlerinden biri…
Bugün Irak’ta, bugün Suriye’de, bugün Kıbrıs’ta, bugün Doğu Akdeniz’de, bugün Libya’da meydana gelen olayları doğru anlamak ve doğru okumak istiyorsanız yaşananları 1991 yılına kadar geriye götürmeniz şart. O tarihten başlayarak günümüze gelmeyi başarabilenler bugün yaşananlara bir anlam verebilirler.
Hatırlayalım, andığımız yıla kadar dünya iki kutuplu siyasi bir dengenin içindeydi. Görünmez terazinin bir kefesinde Rusya, diğer kefesinde ise Amerika vardı. Bu iki güç arasında dengeleri kendi lehlerine çevirme adına gözle görülür bir soğuk savaş yaşanıyordu. Bu amansız savaştan Amerika galip çıktı ve dengede duran terazi, o yıldan itibaren tek kefeli basmaya başladı. Artık dünya, tek kutupluydu. Güç, yıllardır Amerika’yı sinsi ve gizli yapılanmalar sonucu ele geçiren Siyonistlerdeydi. Geliyorum diyen süreç sonunda dünya, çok büyük bir hızla Amerika’nın dünyayı dizayn etme gayretlerinin yaratacağı kargaşa ve çatışma ortamının içine sürüklenecekti. Dizayn, Irak’tan başlayacaktı.
BU NASIL BİR KİN?
M.Ö. 6’ncı yüzyılda en güçlü imparatorluk Babil İmparatorluğuydu. Bu gücü kullanan Babil tüm Orta Doğu’yu kontrolüne aldı. Filistin’e ilk kez M.Ö. 598 yılında giren Babil Yahuda Krallığı’nın kendisine isyan etmesiyle, iki yıl süren kuşatmadan sonra M.Ö. 596’da Kudüs’ü ele geçirdi. Kudüs’e girdiğinde ilk iş Hz. Süleyman tarafından inşa edilen tapınağı yıkmak ve Yahudilerin tamamını Babil’e sürmek oldu. Bu yapılanı bir gün dahi hatırlarından çıkarmayan Yahudiler o tarihten beri o günkü adıyla Babil’i, bugünkü adıyla Bağdat’ı düşman adresi olarak bellediler. Ardından tarih sahnesine Pers İmparatorluğu çıkar. Persler önce İran’ı, sonrada Lidya Krallığı’nı yenerek Anadolu’yu ele geçirir. Bununla da yetinmeyen Persler 539’da Babil’i ele geçirirler. Babil’i ele geçiren Persler Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı tekrar inşa etmelerine izin verirler. Modern çağda Babil’in yerini Bağdat, Pers İmparatorluğunun yerini ise Tahran almıştır. Bu nedenle İsrail sürekli olarak Bağdat’a kin, arka planda Tahran’a gizemli bir dostluk besler. Kimin elinde olursa olsun Bağdat onun için baş düşman, Tahran ise dosttur. İran dostluğundaki bu gizemi korumak isteyen Yahudiler bu dostluğun Humeyni tarafından bozulduğu iddialarını yayarlar.
Bütün bunlar bir yana günümüzde iki ülke arasında meydana gelen siyasi gelişmeler; İran-İsrail düşmanlığı acaba bir tiyatro mu, ikili arasında olduğu söylenen bilinçaltı dostluk perde arkasında halen devam mı ediyor sorularını sordurur vaziyette. Bölgede meydana gelen gelişmeleri izlediğinizde sahnede sürekli İsrail’e tehdit olduğu söylenen bir İran olduğunu görüyorsunuz. Oysa sürekli savaş naraları atan İran’ın şu ana kadar İsrail’e ağız dalaşından başka hiçbir zarar vermediği de ortada. Oysa aynı İran’ın İslam dünyasına verdiği zarar ise inanılmaz boyutlarda. Asırlardır İslam’a kurulmuş bir Yahudi tuzağı olan mezhepçiliğin en büyük körükçüsü İran. Bugüne kadar kasıtlı olarak uyguladığı bu politikayla İslam dünyasını karpuz gibi ikiye bölmeyi başardı. Üzerinde ciddiyetle durulması gereken bu konuyu bir kenara bırakarak ana konumuza dönüyorum…
HEDEF IRAK…
Tek kutup olmayı dünya liderliği için kaçırılmaz fırsat olarak gören Siyonist kanat Büyük İsrail Projesine Babil sürgününden dolayı tarihi kin duyduğu Irak’tan başlama kararı alır. Evet, Büyük İsrail’i şekillendirme işi Irak’tan başlayacak ve böylelikle de tarihi öç alınmış olacaktı.
Ancak bütün dengeleri altüst edecek bu kanlı başlangıç için dünya kamuoyunun kolaylıkla ikna olacağı uyduruk da olsa bir gerekçe ve işgalde suç ortağı olarak ittifak yapacağı eli kanlı liderler lazımdı. Uzun uğraşlar sonucu Siyonistler hem kendisiyle iş birliğine gidecek kirli ittifak devletlerini hem de bu işgali kılıflandıracağı yalanı buldu…
KİTLESEL İMHA SİLAHLARI…
Tüm dünyanın gözüne baka baka “Kitlesel İmha Silahı” yalanına sığınan Amerika, kendisine suç ortağı yaptığı gözü dönmüş devletlerle birlikte leş kargaları misali Irak’ı bir gecede işgal etti. Yüzbinlerce masum insanın canına mal olan işgal ve katliamlar yıllar sürdü ve bu kanlı süreç eli kanlı liderler tarafından yapılan kısa bir açıklama ile sonlandırıldı.
“Irak’ta kitle imha silahı yokmuş, yanıldık…
“ Sonuç; milyonlarca masum insanın katli…
Ne kadar basit, inanması ne kadar zor değil mi?
Evet, İnanması çok zor ama aynen böyle oldu.
Doğu Akdeniz’de sinsi planlar Irak ve Suriye denklemiyle birlikte kuruldu. İyi okunduğu takdirde bugünlerin temelinin o günlerde atıldığı ne olarak görülebilir. Doğu Akdeniz’de yaşananların genel kronolojik sıralaması şöyle adlandırılabilir; 2000’li yıllar kaynakların keşfi, 2010’lu yıllar kaynakların paylaşımı, 2020’li yıllar ise kaynakların işgali.
BÜYÜK İSRAIL PROJESİ
Bugün Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da olan biteni anlamak için, ABD tarafından devreye sokulan “Büyük Orta Doğu Projesi’nin ne olduğunu çok iyi anlamak ve bilmek gerekiyor. Gerçek adı “Büyük İsrail Projesi (BİP) olan bu kanlı projeye Amerika “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık İnisiyatifi…” gibi tanımlamalarla olaya öylesine süslü kılıflar giydirdi ki, tuzağa düşmemek mümkün değil. Bu sinsi projeyi dünyaya ilk olarak ABD’nin 43. Başkanı George W. Bush duyurdu. Ardından sahneye Condoleezza Rice çıktı ve Rice 07 Ağustos 2003’te “Washington Post” gazetesinde kaleme aldığı ısmarlama yazıda Orta Doğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini yazdı. Yazının tartışıldığı günlerde bir de ekranlar önünde küstahça bir çıkışla bu değişime sıra biçti.
“Önce Irak, ardından Suriye, sonra İran ve son olarak Türkiye…”
ARAP BAHARI
Tunus’ta dokuz yıl önce “ekmek, özgürlük vb.” kulağa hoş gelen söylemlerle başlayan “Arap Baharı” hareketlenmesi kısa sürede pek çok Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkesini etkisi altına aldı ve bahar yaftalamasıyla başlayan süreç darbe, karşı devrim, iç savaş ve dış müdahaleler gibi olaylarla bir anda kışa döndü.
Tunus’ta 17 Aralık 2010 yılında Muhammed Buazzizi isimli bir gencin işsizlik nedeniyle kendisini yakmasıyla başlayan olaylar sonucu, 20 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali yönetimi gitmek zorunda kaldı. Tunus’un ardından olaylar domino etkisi ile Mısır ve Libya’ya ardından Ürdün, Fas, Bahreyn, Yemen gibi diğer ülkelere sıçradı ve dominonun son ülkesi Suriye oldu.
ÇANLAR SURIYE İÇİN ÇALIYOR…
Kum saati hızla akıyor, çanlar Suriye için çalıyordu…İki kadının telefon dinlemesine takılarak gözaltına alınmasıyla 15 Mart 2011’de başlayan olaylar sonucu ilk etapta 400 bin kişi öldü. Türkiye insanlık gereği Esad rejiminin katliamlarından ve zulmünden kaçanlara kucak açtı ve bir anda kendini olayların içinde buldu.
Gelişmelerden de anlaşılacağı gibi sırası gelen ülke yanı başımızdaki Suriye idi. Bu ülke de tıpkı Irak gibi derhal işgal edilmeliydi.
Bu işgale gereken yalan da bulundu.
DEAŞ…
Küresel yapı kurduğu senaryo gereği elde mevcut teröristlerinden DEAŞ adında çapulcu katil sürüsü oluşturdu ve oluşan bu yapıya tavşan rolü verdi. Ortada bir tavşan olduğuna göre bu tavşana bir de proje tazı lazımdı.
O tazıda PKK/YPG/SDG idi… Tavşan-tazı tiyatrosu uzun süre oynandı ve milyonlar bu tiyatroya inandırıldı. Ta ki İngiliz yayın kuruluşu BBC tarafından yayınlanan görüntülere kadar. Amerika 350 DEAŞ’lı teröristi başka bir rol vermek üzere kamyonlarla bir başka coğrafyaya kaçırırken dünya kamuoyuna yakalandı. İşin ilginci Amerika’nın ipliğini pazara çıkaran bu ifşayı İngiliz yayın kuruluşu BBC yapıyordu. Görmesini bilen için bu yayın iki Amerika arasındaki kıyamet savaşının ilk işaretleriydi. Terör örgütü ile Amerika arasındaki kanlı ittifakı belgeleyen bu görüntülerden ABD kaçamadı ve anlaşmalı DEAŞ tahliyesini kabul etmek zorunda kaldı. Bu kabul aslında “bölgedeki bütün terör örgütlerinin sahibi benim” itirafıydı.
FIRAT KALKANI…
Türkiye 1991’den bu yana yapılan işgallere, oldubitti tiyatrolara ilk tokadı Fırat Kalkanı ile attı. Emperyalistlerin proje örgütü DEAŞ sağda solda Dabık’ta büyük bir savaşın yaşanacağı ve bu savaştan sonra da kıyametin başlayacağı naraları atıyordu. Bu söylem esasen sapkın Siyonist Yahudilerin söylemiydi. “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak”, “Kıyamet Savaşları” gibi başlıklarla bu kesim tarafından dillendirilen hususlar aynı kelimelerle DEAŞ tarafından dillendiriliyordu. Yavuz Sultan Selim’in “Mercidabık” zaferini kazandığı Dabık bölgesinin hedef seçilmesinin nedeni şüphesiz Osmanlı nefret ve fobisinden kaynaklanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Siyonistlerin kurduğu kirli tezgâha cevabı Fırat Kalkanı
Harekâtını Mercidabık zaferinin elde edildiği gün başlatarak verdi. Bünyesindeki ihaneti atarak bağırsaklarını temizleyen Türkiye 24 Ağustos 2016 günü saat 02.00’da, emperyalistlerin kurmaya çalıştığı terör devletine karşı büyük bir operasyon başlattı ve Özel Kuvvetlerimize ait taburumuz Cerablus’a girdi. Bu tokat emperyalistlerin hiç beklemediği bir tokattı. Bütün oyunlara ve kirli ilişkilere “dur bakalım” diyen sınır ötesi operasyona verilen isim en az operasyon kadar anlamlıydı.
‘Fırat Kalkanı’
Fırat Kalkanı Harekâtı tam zamanında yapılan, yüzde yüz meşru olan ve hayati önem arz eden bir operasyondu. Bu operasyon sınır güvenliğini sağlamak ve iç güvenlik tehdidini bertaraf etmek için uluslararası anlaşmaların vermiş olduğu hak kullanılarak terör örgütlerine yönelik yapılıyordu.
Harekâtın en zor bölümünü El Bâb ve çevresinde yaşanan çatışmalar oluşturdu. Amerikan Özel Kuvvet subaylarının terör örgütü kılığına girerek çatıştığı operasyonda 71 askerimiz şehit oldu. Yaşanan çatışmaların ardından 24 Şubat 2017 tarihinde El Bâb kontrol altına alındı ve yaklaşık 1 ay sonra da Fırat Kalkanı Harekâtı sona erdi.
Başbakan Binali Yıldırım, Fırat Kalkanı harekâtının bittiğini şu sözlerle duyurdu: “Fırat Kalkanında 2.015 kilometrekarelik bir alanı emniyete aldık. Buralara Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Türkiye’den giden Suriyeliler yerleştiler ve hayat normale döndü. Bundan sonra gerek DEAŞ’a yönelik gerek başka bir şekilde bizim güvenliğimizi tehdit edecek bir şey olursa ve biz herhangi bir icraat yaparsak, bu yeni bir harekâttır.
Yani Fırat Kalkanı Harekâtı bitmiştir, bundan sonra ihtiyaç olması halinde artık yapılabilecek bir harekat artık başka bir isimle anılacaktır.”
Türkiye, kimsenin ihtimal vermediği bir başarıyla 7 ay gibi kısa bir sürede çok büyük bir alanı teröristlerden temizleyerek, bölgede yaşayan halkın tekrar evlerine dönmesini sağladı.
LİBYA’DA DURUM
Tunus’ta başlayan ve ardından Libya’ya sıçrayan olaylar sonucu, 42 yıllık Kaddafi yönetimi sona erdi. Kaddafi dönemi bitti ama Libya geride kalan 8 senelik dönemde siyasi istikrara ve barışa kavuşamadı. Türkiye, Libya devriminin ardından Ulusal Geçiş Konseyi’ni Libya halkının tek temsilcisi olarak tanıdı ve Trablus Konsey’in kontrolüne geçtikten hemen sonra da 02 Eylül 2011’de Trablus’a büyükelçi atayan ilk ülke oldu. Ardından 2014 Eylül’ünde Emrullah İşler özel temsilci olarak atandı ve yine eşzamanlı binlerce yaralı tedavi maksadıyla Libya’dan Türkiye’ye getirildi. Türkiye akan kanın durması ve Libya’nın toprak bütünlüğünün korunması için taraflar arasında “arabuluculuk” önerisi de yaptı ancak teklif Hafter tarafından reddedildi.
Türkiye Libya’nın talebi üzerine aldığı yerinde bir kararla askeri işbirliğine gitti. Yapılan anlaşma sonucu Türkiye Libya’da kara hava ve deniz üsleri açmaya hazırlanıyor. Devletin bu konudaki kararlılığını ve TBMM’den de kararın kolaylıkla geçeceğini anlayan emperyalist güçler son günlerde Hafter’in saldırılarını artırarak masa oyunlarıyla Türkiye’nin önünü kesmeye yönelik tedbir arayışlarına başladılar. Bu arayış da tıkanınca en iyi bildikleri yola başvurarak kan, şiddet ve terörü devreye soktular.
Bu ilişkiler sürerken Türkiye Libya ile bugün gelinen askeri ve siyasi ilişkilerin temelini atacak hamleler de yaptı. Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ve özel temsilci Emrullah İşler ile birlikte 05 Kasım 2018’de Libya’ya gitti. Heyet, Libya Savunma Bakanı da olan Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez Mustafa Al-Sarraj ve diğer yetkililerle Savunma, askeri iş birliği ve bölgesel güvenlik konularını görüştü. Bu görüşmeden üç gün sonra 09 Kasım 2018’de bu kez Konsey Başkanı Al-Sarraj Türkiye’ye geldi. Bu görüşmelerde bugün hayata geçirilen sürecin temelleri atıldı.
DİPLOMATİK SÜREÇ
Uluslararası aktörler; Barka ittifakının çözülmesinden dolayı mevcut kazanımları kaybetme riskinin doğması ve Rusya’nın askeri ve ekonomik saha varlığını artırması nedeniyle Libya konusunda müzakere masasının kurulması çabalarına hız verdiler. Bu girişimde maksat şüphesiz Hafter’in kontrolü ele geçirmesine destek vermekti. Diplomatik süreç Mayıs 2018 de Fransa’nın ev sahipliğinde Paris’te başladı, İtalya Palermo’da devam etti ve Berlin görüşmeleri ile de varlığını sürdürmeye çalışıyor.
İtalya’nın ev sahipliğinde Palermo’da yapılan Uluslararası Libya Konferansı’na Libya’ya komşu ülkelerin yanı sıra Türkiye, Katar, Fransa, Rusya ve BAE’nin de aralarında bulunduğu 27 ülke ve 4 uluslararası kuruluş katıldı. Konferansa Türkiye’yi temsilen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ile Türkiye’nin Libya Özel Temsilcisi Emrullah İşler katıldı. Toplantıda bir oldubittiyle Türkiye’nin ve Katar’ın dışarıda bırakıldığı gayri resmi bir toplantı daha yapıldığı ortaya çıktı. Olay toplantı konferansın ikinci gününde gerçekleşti. Toplantıdan sonra toplantıda çekilen bir fotoğrafı kamuoyu ile paylaşan İtalya Başbakanı Conte, fotoğrafın altına, “İtalya Akdeniz’in başrol oyuncularını bir araya getiriyor ve Libya için diyalogu yeniden başlatıyor” cümlesini yazdı. İtalya’nın bu riyakâr tutumu Türkiye’nin asla kabul edemeyeceği bir durumdu ve Fuat Oktay başkanlığındaki heyet görüşmelerden çekildi. Ev sahibi İtalya, Türkiye’yi konferansta tutabilmek için yoğun gayret gösterdi ama ikna edemedi.
AKDENİZ KALKANI
Doğu Akdeniz’de sinsi planlar Irak ve Suriye denklemiyle birlikte kuruldu. İyi okunduğu takdirde bugünlerin temelinin o günlerde atıldığı net olarak görülebilir. İsrail; 2001 başlarında işgal ettiği Gazze açıklarında çok zengin hidrokarbon yataklarının olduğunu tespit etti. Bu gelişme GKRY gazetelerinde sevinç naraları atılarak manşetlere taşındı. Keza Yunan basını da konuyu manşetten işledi. Bu olayın hemen ardından GKRY İsrail’den aldığı akılla Mısırla MEB anlaşması imzaladı. Düğün değil bayram değil GKRY ile Mısır neden öpüştü, bu anlaşma neden imzalandı sorusunun cevabı bugünlerde daha da anlam kazanmış durumda. Evet, tahmin ettiğiniz gibi bu anlaşma bugünlere zemin hazırlamanın anlaşmasıydı.
Türkiye’nin Libya ile işbirliğini kesmek ve böylelikle Anadolu’yu kendi içine kapatmak isteyen ciddi bir kesim var. Çünkü başta Afrika olmak üzere tüm yakın coğrafyada dengeleri değiştirecek,m kanlı sömürü planlarını bozacak bu işbirliğinin diğer ülkeler arasında domino etkisi yaratması emperyalistlerin en büyük korkusu.
Bu gelişmeler ışığında Doğu Akdeniz’de yaşananların genel kronolojik sıralaması şöyle adlandırılabilir; 2000’li yıllar kaynakların keşfi, 2010’lu yıllar kaynakların paylaşımı, 2020’li yıllar ise kaynakların işgali.
Ardından bir önemli gelişme de 17 Aralık 2010 günü yaşandı. Bu tarihte bu kez GKRY ile İsrail arasında Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalanır. Tesadüf bu ya (!) bu imza gününden bir gün sonra “Arap Baharı” patlar.
İşte böylesine kirli ve karmaşık denklemler içinde Türkiye, Libya ile yaptığı kritik deniz yetki alanları anlaşması sonucu bir Fırat Kalkanı Harekâtı’nı da Akdeniz de yapmış oldu. Gelecekte “Akdeniz Kalkanı” olarak anılacak bu anlaşma Akdeniz’deki Sevr diyebileceğimiz işgal planlarını ve haritalarını çöpe atan tarihi bir anlaşma oldu.
HAFTER?
Bu antlaşmaya kendisini güden emperyalistlerin verdiği talimatla şiddetle karşı çıkan ve sürekli Türkiye’yi tehdit eden biri vardı…
Hafter.
Devamı M5 Dergisi Ocak 2020 Sayısında…