Milenyum Sonrası Yeni Güvenlik Algıları, Covid-19 ve Muhtemel Gelecek Senaryoları - M5 Dergi
DergiKapakMakalelerÖne ÇıkanSayı-346-Mayıs-2020Son sayı

Milenyum Sonrası Yeni Güvenlik Algıları, Covid-19 ve Muhtemel Gelecek Senaryoları

Abone Ol 

Dünyanın koronavirüs sonrasında hem siyasi hem de ekonomik olarak yeni bir hal alacağı konusunda kimsenin şüphesi yok. Yaşanan Covid-19 krizi küresel üretimin temel ilkelerini şimdiden sarstı, küresel tedarik zincirinde sorunlar yaşanmaya başladı. Hükümetler şirketleri, çok aşamalı, çok ülkeli tedarik zincirlerini yeniden değerlendirmeye zorluyor. Covid-19’un tetiklediği yenidünya düzeni ve yeni sistemin ne olacağı merakla bekleniyor. Görülen Bilişim Çağının tekâmül etmesiyle birlikte bildiğimiz anlamda hükümetlerin ve ulus devletlerin yıkılabileceği ve yenidünya düzeninin 2050’ye kadar olan süreçte adım adım insanoğlunu yeniden şekillendireceği düşünülüyor.

Bu çalışmanın amacı; uluslararası ilişkiler epistemolojisinde yaşanan ve post-pozitivizme gidiş olarak adlandırılabilecek dönüşümü, yeni güvenlik paradigması kapsamında ele alarak modern dünyada çok boyutlu güvenlik anlayışının nasıl algılandığını kavramak ve yaşanan evrimsel gelişmelerin neticesinde insanlığın nasıl bir gelecekte yaşamak zorunda kalacağı öngörülmeye çalışmaktır.

İnsanoğlunun hayatta kalma becerilerinde genel olarak sıçrama yaptığı üç büyük devrim vardır. Bunların ilki Tarım Devrimi, ikincisi Sanayi Devrimidir. Üçüncü devrim ise içinde olduğumuz Bilişim Devrimidir. Son 50 yıldaki bilimsel sıçramanın gelmiş geçmiş tüm bilimsel gelişmişlik düzeyini yakaladığından bahsedilir. Her bir devrimden sonra insanlık yeniden şekillenmiştir. Sanayi Devrimi sonrası 1878 Krizi Birinci Dünya Savaşına yol açmıştı. Devamında Milletler Cemiyeti kuruldu. 1929 Krizi İkinci Dünya Savaşına yol açtı. Savaştan sonra ise Milletler Cemiyeti geçerliliğini kaybetti ve Birleşmiş Milletler kuruldu. 2000 yılına doğru SSCB dağıldı. Küreselleşmeyle ve devamında 2008 Kriziyle insanoğlu yeni tehditlerle yüzleşmek zorunda kaldı. 20’nci yüzyılın temel ideolojik çatışması kapitalizm ile sosyalizm arasında gerçekleşmişti. 21’inci yüzyılda ise bu ideolojik çatışmanın evrildiğine şahit olunmaktadır. 21’inci yüzyılın temel ideolojik çatışması ise globalciler ile kapitalistler arasında olmaktadır. Modern dünyanın algı yönetiminde yanılsama ve yanılsatma söz konusudur. Bu, en çok da subjektif olan güvenlik algısı için geçerlidir. Medya bunun önemli bir unsurudur. Algı; felsefe, sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin temel konularından birisidir. SSCB’nin dağılmasıyla iki kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçilmiştir ve böylece Soğuk Savaşın statik yapısı sona ermiş, uluslararası sistem ve alt-sistemler dinamik bir yapı kazanmaya başlamıştır. Yeni fırsatların yanı sıra yeni riskler, tehlikeler ve tehditler de bu süreçte yeniden şekillenmiştir. Bu yeni süreçte simetrik tehdit algılamalarından asimetrik tehdit algılamalarına geçiş olmuştur. Bu çalışmada uluslararası ilişkiler dinamiğinde milenyum sonrası değişen dünyada yeniden şekillenen güvenlik algısı ele alınacak ve gelecek stratejilerinin belirlenmesine olan etkileri analiz edilecektir.

***

Uygarlık veya medeniyet, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder. Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavmi olan Uygurlardan gelmektedir. İnsanlık Tarihi; Taş Devri, Bronz Çağ Devri, Tunç Çağı, Tarım Devri, Sanayi Devrimi, Teknoloji ve Bilgi Çağı (Bilişim, teknoloji) olarak çeşitli süreçlerden geçmiştir.

İçinde bulunduğumuz Bilgi Çağında her gün yeni yeni buluşlar yapılmakta ve son elli yılda üretilen bilginin önceki 5.000 yılda üretilen bilgiden çok daha fazla olduğuna dikkat çekilmektedir. Yaşanan tüm bu süreçlerde, avcı toplayıcılıktan tarım devrine geçilmesiyle birlikte insan toplulukları organize olabilmeyi ve millet haline gelmeyi başarmışlardır.

Millet; insanlığın bugün ulaştığı uygarlık düzeyinde oluşturabildiği en yüksek toplumsal aşamayı ifade etmektedir. Şüphesiz ki bir millete mensup olmanın geçmişle ve gelecekle yoğun ilişkisi vardır. Birlikte yaşanan ve kuşaktan kuşağa devredilerek şekillenen ortak geçmiş, toplumların daha iyi bir geleceği birlikte inşa etme ülküsünü güçlendirmektedir.

Güneşi hiç batmayacak olan ihtişamın temsilcisi olarak tanımlanan Romanın yıkılışı Avrupa’yı koyu bir karanlığa sürükledi ve insanlığın medeni merkezi Doğu’ya kaydı. Türk kültür ve medeniyeti de bu tarz bir travmayı 18’inci yüzyılda yaşamıştır. Roma’nın çöküşünden sonra Batı’nın sürüklendiği “karanlık çağ” kendi yükseliş dinamiklerini oluşturmaya çabalarken, medeniyetin merkezi olan Doğu’daki öncülük 11’inci yüzyıldan başlayarak Araplardan Türklere geçmiştir. Medeniyet merkezlerindeki kayma 17nci yüzyılda tekrar Batı’ya yönelmiştir. İşte bu noktada yaşanılan her tarihsel döngüde güvenlik algılarını kimin belirleyeceğine oyunu kazananın karar verdiğini söyleyebiliriz. Esasında dünya üzerinde yaşanan, yaşanmakta olan tüm sosyolojik ve konjonktürel gelişmelerin alt yapısında bu temel kuram yer almaktadır.

Günümüzde düşmanın belli, tehditlerin oldukça açık, verilebilecek uygun karşılığın tahmin edilebildiği Soğuk Savaş döneminin ardından iyice ivme kazanan küreselleşmenin de etkisiyle uluslararası alanda ortaya çıkan belirsizlikler, güvenlik algısında bir dizi değişimi zorunlu kılmıştır. Yaşanan değişim süreci ile birlikte güvenlik kavramının anlaşılabilir, güvenilebilir ve devamlılık arz eden bir tarifini yapmak ya da herkesin üzerinde anlaşabileceği sınırlarını ve çerçevesini ortaya koymak gittikçe zorlaşmıştır. Zira ilk olarak kimin güvenliği sorusuna verilen yanıt salt alışılan ve otomatik hale gelen ulus devlet yerine, başta bireyin, devlet-üstü ya da devlet-altı başka toplulukların da olduğu süjeler kümelenmesine doğru evirilmiştir.

Sanayi Devriminden sonra gerçekleşen iki büyük ekonomik krizin arkasından dünyanın iki büyük savaşa girdiği görülmektedir. Son yaşanan ekonomik krizden sonra ise toparlanamayan dünyanın yeniden toparlanabilmesi için yeni büyük küresel krizlere ve insanlığı kendilerini bekleyen yenidünya düzenine uyum sağlatabilecek yeni ideolojilere ihtiyaç duyulduğu görülmektedir.

Modern dünyanın algı yönetiminde yanılsama ve yanılsatma söz konusudur. Bu en çok da subjektif olan güvenlik algısı için geçerlidir. Güvenlik konusundaki algı yönetiminde yanılsama ve yanılsatmayı yönetecek aktör veya aktörler başat olan güçlerdir. Medeniyet merkezindeki tahterevalli üzerinde yaşanan kayma dünyayı kimin istediği şekilde yönlendirebileceğine ve dolayısıyla da insanlığın algılarını kimin kontrol edebileceğine karar verir. Algı konusu; felsefe, sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin de temel konularından biridir. Gerçeklik ya da doğrular, çeşitli yanılsamalarla değiştirilir ve sanal bir alan yaratılır. Algı yönetimi gerçekler, yansıtma, yanıltma ve psikolojik operasyonların bir bütünüdür. Sosyal medya, modern ve karmaşık dünyamızda bizlere güvende olduğumuzu ya da olmadığımızı hissettiren önemli bir argümandır. Kişi kendini ve dış dünyayı öğrenmeler sonucu edindiği paradigmalar penceresinden algılar. Paradigmayı; eğitim, bakış açısı, dünya görüşü ya da kök düşünce diye tanımlayabiliriz.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla, iki kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçilmiş ve Soğuk Savaşın statik yapısı sona ermiştir. Uluslararası sistem ve alt-sistemler dinamik bir yapı kazanmaya başlamıştır. Yeni fırsatların yanı sıra yeni riskler, tehlikeler ve tehditler de bu süreçte yeniden şekillenmiştir. Bu yeni süreçte simetrik tehdit algılamalarından asimetrik tehdit algılamalarına geçiş olmuştur. Tüm bu gelişmeler ittifakların ve bölgesel işbirliklerinin önemini de canlı tutmuştur.

Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, 1990’lardan itibaren küreselleşme olgusunun hız kazanmasıyla artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünü doğrularcasına, her alanda çok hızlı ve önüne geçilemez bir değişim süreci başlamıştır. Böylece önceki devirlerde benimsenen ekonomik, politik ve güvenlik stratejilerinin dayandırıldığı parametrelerin çoğunun sarsıldığı ya da ortadan kalkmaya yüz tuttuğu bir sürece girilmiştir. Bu noktadan, Soğuk Savaş döneminin sona ermesini bir kırılma noktası olarak ele alıp güvenlik olgusunda meydana gelen değişimi; kimin ya da neyin güvenliğinin sağlanması gerektiği (edilgen boyut), güvenliğe yönelen tehditlerin neler olduğu (etken boyut) soruları kapsamında ortaya konulması bir gereklilik halini almıştır. Bu bağlamda Sanayi Devrimiyle birlikte oluşan o dönemdeki yenidünya düzeninde insanlığı yeniden formatlama maksadıyla uygulamaya sokulan geçen yüzyılın ideolojilerinin tükenme çizgisine geldiği önermesini yapabiliriz.

Günümüz uluslararası sistemi liberaller ile muhafazakârlar arasındaki rekabete göre değil globalciler ile milliyetçiler arasındaki rekabete göre şekillenmektedir. Bu rekabetin de bu yüzyıla damgasını vurması beklenmektedir. Bu rekabete dayalı olarak dünya iktisadi ve siyasi düzeni yeniden oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda günümüzde Batı’nın kudretinin zirvesinde olması ve hegemonik yapısını devam ettirebilmek maksadıyla “Küreselleşme” metodunu devreye sokmuştu. Bu durum ise beraberinde Küreselleşmeye direnç gösteren Küreselleşme karşıtı Batılı olmayan medeniyetlerin Ecdat Fenomenine dönüşüne neden oldu. Japonya’da Asyalılaşma, Çin’de Çinlileşme, Hindistan’da Hindulaşma ve Orta Doğu’da yeniden İslam’a dönme ve -1700 öncesi geçmişe dönme- özlemi duygularını canlandırdı. Dünyada yaşanan gelişmeler beraberinde yeni güvensizlik ve belirsizlik ortamlarını getirmiştir. Güvenlik kelimesi en basit tanımıyla tehditler, kaygılar ve tehlikelerden uzak olma hissi anlamına gelmektedir. Batı’nın küreselleşme, liberalleşme dayatmaları ve bunun Orta Doğu ve Avrasya’da bir proje olarak tetiklendiği “Renkli Devrimler” ve “Arap Baharı” milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine ve yine milyonlarca insanın evsiz kalarak göç etmesine yol açmıştır. Milenyum insanlığa kan, gözyaşı, kaos ve belirsizlik olarak getirilmiştir.

Bilindiği üzere Sanayi Devriminin ilk ekonomik krizi olan 1878 ekonomik krizi üretim fazlası nedeniyle yaşanmıştı. 20 Eylül’den itibaren New York Menkul Kıymetler Borsası’nın faaliyetleri “Long Depression” olarak adlandırılmış ve 10 gün süreyle işleme kapatılmıştı. Kriz, genel itibariyle piyasadaki üreticilerin talebin zıttı bir şekilde üretimi büyütmesi ve ardından piyasadaki nakit sıkıntısının borsaya vurması şeklinde meydana gelmişti. Zararına satışlar oluşmuş birçok şirket iflas etmişti. Siyasi Tarih uzmanları Birinci Dünya Savaşına bu krizin yol açtığını söyler.

1929’da yaşanan Büyük Buhran ya da diğer adıyla Dünya Ekonomik Bunalımı ABD’de başlayıp etkisini tüm dünyaya gösteren küresel krizdir. Öncesindeki ticari odaklara göz atmak gerekirse New York Down Jones Borsası 1928 yılının başından 1929 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükselmiş ve yatırımcılarına yüksek kazanç sağlamıştı. Fakat 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde birkaç şirketin hissesinde aşırı düşüşler meydana gelmiştir. Bu düşüş sonrası 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kâğıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlanmış ve ardından 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurmuştur. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok olmuş ve 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülmüştür. Bu süre zarfında 3.000’den fazla banka batmış ve milyonlarca kişi işsiz kalmıştır. ABD’de başlayan buhran ise İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır.

Sanayi Devrimi’nin üçüncü büyük ekonomik krizi olarak da 2008 Krizi gösterilmektedir. ABD’deki Mortgage sisteminin çökmesi ve piyasalarda bir anlık nakit kıtlığı neticesinde büyük parasal şirketler batmaya başlamış ve bunun zincirleme etki yapmasıyla birlikte bir anda Büyük Buhran’dan daha etkili bir kriz baş göstermiştir. 2008’e kadar olan süreçte ABD Dolarının değer kaybetmesi de etkili olmuştur. Tüm dünyaya sıçrayan bu kriz AB ülkelerini derinden etkilemiş, İzlanda, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkeler kriz çıkmazı içerisine girmiştir. Dünya henüz tam olarak 2008 yılında tetiklenen bu krizden kendisini kurtaramamıştır.

Özet olarak Sanayi Devriminden sonra gerçekleşen iki büyük ekonomik krizin arkasından dünyanın iki büyük savaşa girdiği görülmektedir. Son yaşanan ekonomik krizden sonra ise toparlanamayan dünyanın yeniden toparlanabilmesi için yeni büyük küresel krizlere ve insanlığı kendilerini bekleyen yenidünya düzenine uyum sağlatabilecek yeni ideolojilere ihtiyaç duyulduğu görülmektedir.Bu pencereden bakıldığında dünya genelinde yaşayan insanların sağlığını tehdit eden bulaşıcı hastalık olan Koronavirüs hastalığı (COVID-19)’un dünyayı yeniden şekillendirmede önemli bir angajman olabileceği düşünülebilir. Halen tüm dünya koronavirüs ile nasıl mücadele edileceğini bulmaya çalışıyor. Virüsün yayılma hızı artıkça yaşanan kaygı seviyesi de yükseliyor. Almanya Şansölyesi Merkel’in de ifade ettiği gibi, insanlık İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük felaketle yüzleşiyor. Virüsün yayılma hızını engellemek için sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Demokratik rejimler virüsün yayılmasını önlemek için gerekli tedbirleri almamakla itham ediliyor.

Dünyanın koronavirüs sonrasında hem siyasi hem de ekonomik olarak yeni bir hal alacağı konusunda kimsenin şüphesi yok. Şu anda koronavirüs ile mücadelede Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyada bir liderlik krizi yaşanıyor. ABD küresel bir güç olarak virüs ile mücadelede öncü rol üstlenemedi. AB ve kurumları krizle mücadelede yetersiz kaldı. NATO ise henüz aktif olarak virüs ile mücadeleye katılmış değil. Virüsün bu şekilde yayılmaya devam etmesi durumunda uluslararası sistemin güç yapısının değişeceği ve bunun küresel ölçekte hem siyasi hem de ekonomik sonuçlarının olacağı öngörülmektedir.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI GÜVENLİK YAKLAŞIMLARI

Soğuk Savaşın sona ermesi, iki kutuplu sistemin değişimine yol açmış ve güvenlik çalışmalarının da çeşitlenmesine neden olmuştur. İki blok arasında İkinci Dünya Savaşını müteakip başlayan rekabetin son bulması, hem uluslararası ilişkiler hem de güvenlik çalışmalarının yeni bir görünüm edinmesine olanak tanımıştır.

Devlet davranışlarına yön veren temel olgu bakımından realist yaklaşımda yeni klasikçiler; insan doğasına işaret etmişlerdir. Doğa durumunda insanların hepsini birden belirlenimi altında tutacak genel bir pozitif yasanın varlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla insanlar arasında sürekli şiddet eğiliminin ve ölüm korkusunun hüküm sürdüğü, herkesin kendi gücü ve olanaklarıyla yaşamda kalabilmek için her şeyi yapmaya hakkı olduğu, bu anlamda zaman ve mekân tanımayan sürekli ve genel bir savaş durumu söz konusudur. İşte bu nedenle Hobbes’un da ifade ettiği gibi herkes kendi yaşamını korumak ve güvenliğini sağlamak zorundadır.

Realist yaklaşımın diğer bir kolu olan neo-realistlere göre de devlet davranışlarını asıl kısıtlayan unsur uluslararası sistemin anarşik yapısı, yani aktörler arasında hiyerarşiden yoksun olan düzendir. Her hangi bir üst yönetimin olmadığı sadece siyasi açıdan eşit varsayılan aktörler tarafından düzenlenen uluslararası sistemde bir devletin varlığı sahip olduğu güçle doğru orantılı olarak temin edilebilir. Zira muhtemel bir askeri saldırı durumunda başkalarının yardıma gelmesi kesin değildir. Bu durumda geçerli kural “self-help” denilen ve herkesin kendisini koruması ve ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesini gerektiren durumdur. En üst ulusal çıkar da devletlerin varlıklarını sürdürmeleri, yani güvenliktir. Bir diğer ifadeyle devletin öncelikli amacı hayatta kalmaktır. Güvensizlik ortamıysa, işbirliklerinin ve ittifakların geçici olmasına zemin yaratmaktadır. Yani oluşturulan işbirliğine veya ittifaka güvenilmemesi, amaç veya araç olarak gücün pekiştirilmesi gerekmektedir.

İster “Doğa Durumu” isterse “Anarşik Yapı” doğru kabul edilsin, realist dünya görüşüne göre devletler uluslararası sistemin başat aktörleridir. Devletin bekâyla ilgili davranışlarına da esas olarak güvenlik olgusu yön vermektedir. Dolayısıyla güvenlik olgusunun varlık sebebi olarak tanımlanabilecek tehdit algılaması kabul edilebilir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşme sürecinin itici gücüyle tehdit olgusunda niceliksel bir artış ve niteliksel boyutta bir çeşitlenme meydana gelmiş olmasına rağmen majör etki yine güvenlik olarak belirlenmiştir. Bu yeni dönemde öncelikle askeri olduğu kadar ekonomik, sosyal, dini ya da kültürel, ideolojik, çevresel, toplumsal ve sağlıkla ilgili yeni tehdit unsurları ortaya çıkmıştır. Ayrıca tehdit tek boyutlu, devletten devlete olma klasik konumundan çıkmış, asimetrik ve çok boyutlu olduğu bir konuma ulaşmıştır. Böylece risk ve tehditlerin kaynağının, zamanının ve şeklinin önceden tahmin edilmesinin güçleştiği, hatta neredeyse imkânsız bir hale geldiği, yeni mücadele alanının bütün dünya olarak ortaya çıktığı bir duruma gelinmiştir. Devletler özelinde güvenlik askeri ve ekonomik açıdan öncelikliyken, farklı kuramlar bireyin ekonomi güvenliği veya çevresel güvenlik gibi kaygılarını paylaşmıştır. Ayrıca enerji güvenliği gibi, ekonomi güvenliğiyle bağıntısı olabilecek konular da önem kazanmaya başlamıştır.

SSCB’nin dağılmasıyla; iki kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçilmiş, Soğuk Savaşın statik yapısı sona ermiş, uluslararası sistem ve alt-sistemler dinamik bir yapı kazanmaya başlamıştır. Yeni fırsatların yanı sıra yeni riskler, tehlikeler ve tehditler de bu süreçte yeniden şekillenmektedir. Modern dünyada simetrik tehdit algılamalarından asimetrik tehdit algılamalarına geçiş olmuştur.

Dünyada yaşanan gelişmeler beraberinde yeni güvensizlik ve belirsizlik ortamlarını getirmiş ve modern dünyanın güvenlik kuramlarında bir takım revizyonist gelişmeler belirmeye başlamıştır. Bu çalışmalarda global düzeyde inisiyatif alarak öne çılan iki okul bulunmaktadır.

Bu okullardan birisi, Kopenhag Okuludur. Bu okulun önde gelen kuramcıları ise Barry Buzan ve Ole Waever’dir. Kopenhag Okulu’nun temeli 1985’te Kopenhag Üniversitesi’nde “Barış ve Çatışma Araştırma Merkezinin” kurulmasıyla atılmıştır. Diğer okul ise Galler’de yerleşik Aberystwyth Okuludur. Bu okulun önde gelen kuramcısı ise Ken Booth’tur. İşte günümüz dünyasının kaotik ortamında güvenlik konusu hakkında ortaya konulan kuramlar, Batı dünyasında yer alan bu iki global okulda genel olarak bu üç Batılı akademisyen tarafından ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla modern dünyada yeni güvenlik kuramlarıyla ilgili çalışma yapmakta olan akademisyenlerin çoğu bu kuramcıların fikirlerinden istifade etmek durumunda kalmaktadır. Bu da günümüzde güvenlik konuları hakkında fikir üretimi ve akademik araştırmalarda Batı endeksli politikaların global düzlemde yaygınlaşmasına yol açmaktadır.

Güvenlik kelimesi en basit tanımıyla tehditler, kaygılar ve tehlikelerden uzak olma hissi anlamına gelmektedir. Güvenliği uluslararası ilişkiler disiplininde kavramsal açıdan ilk ele alan Arnold Wolfers’a göre güvenlik, kazanılan mevcut değerlere yönelik bir tehdidin olmaması halidir. 1990’larda güvenlik kavramına yeni bir açılım getiren Barry Buzan, güvenliği devletlerin ve toplumların tehditlerden kurtulma arayışları ve bağımsız kimliklerini ve işlevsel bütünlüklerini koruma yetenekleri olarak tanımlamaktadır. Richard Ullman ise farklı bir yaklaşımla, güvenliği bir ülkenin vatandaşlarının hayat standardı ve kalitesinin devlet tarafından garanti altına alınması olarak yorumlamaktadır. Tüm bunlar günümüzde güvenlik konusunun geçmişten farklı algılandığını göstermektedir ve gelecekte de farklı algılanabileceğinin işaretidir.

Bir zamanlar dünya politikasının görünümü de bugünkü gibi değildi ve gelecekte de muhtemelen böyle olmayacaktır. Bir başka deyişle, dünyada var olan siyasal durum, yani siyasal birimler, bunlar arasındaki ilişkiler ve bunun sonucu doğan yapılar farklı dönemlerde farklı biçimler almış ve gelecekte de alma potansiyeline sahiptir.

Bu bağlamda Nye ve Welch, dünya politikasının üç temel biçim aldığını ifade eder:

• “Otoritenin temasta olduğu ve dünyanın büyük bölümünü denetim altında tuttuğu “dünya imparatorluğu sistemi”,

• Bağlılıkların ve siyasi yükümlülüklerin öncelikle siyasi sınırlar tarafından belirlenmediği “feodal sistem”,

• Görece bütünlüklü olan, fakat üst bir yönetimi bulunmayan devletlerden meydana gelen “anarşik devletler
sistemi”

Nye ve Welch’in söz ettiği bu dünya politikası biçimleri kronolojik olmaktan ziyade kuramsaldır; çünkü onlara göre örneğin anarşik devletler sistemi M.Ö. 5. yüzyılda Çin ve Hindistan’da ya da Antik Yunan’da da görülmüştür.

Eleştirel Kurama göre güvenlik, aktörlerin yaptıklarına, beklentilerine ve aktörler arası etkileşime bağlı olarak algıda şekillenen bir olgudur ve sübjektif bir nitelik taşır. Eleştirel kuramın önde gelen kuramcılarından Cox, Linklater ve Habermas’a göre küresel güvenliği tehdit eden güncel sorunlar şöyledir:

• “Batı toplumlarının aşırı tüketimcilik modelinin ve endüstrileşmenin yarattığı çevresel felaketler,

• Sosyal çatışmalardaki ana faktörlerden eşitsizlik sorunsalı,

• Uluslararası finansal sistemdeki çöküntü,

• Güç ve bilgi ilişkisi çerçevesinde insanlığın tekil bir medeniyet olarak ele alınma riski ve buna bağlı olarak bireysel özgürlüklerin sınırlandırılması ve

• BM Güvenlik Konseyi örneğinde olduğu gibi güçlülerin güvenliğinin ön planda olması”.

Kısaca küreselleşmenin tarihsel süreç içerisinde eşine az rastlanır şekilde bireyi ekonomik, siyasal ve sosyal hayatta daha güçlü ve daha etkin, sahip olduğu bilgiyle daha değerli, kimliğini bir devletin tebaası olmanın ötesinde belirleme konusunda daha özgür, sınırın ötesindekilerle iletişim ve etkileşim kurmada daha yetkin bir duruma getirdiği söylenebilir. Benzer niteliklerin bu bireylerin oluşturdukları devlet-altı ya da devlet-üstü topluluklar için de söz konusu olduğu düşünüldüğünde, güvenlik olgusunun salt süjesinin devletler olarak kalması beklenemezdi. İnsan güvenliği kavramında ifadesini bulan bireyin, bireyin sahip olduğu kimliğin, birey refahına etki eden ekonomik, sosyal ve siyasal varlıkların, kültürel, psikolojik, çevresel, sağlıkla ilgili şartların, kısaca yaşam şeklinin korunup kollanması gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Güvenlik konusundaki genel dünya politikasına ilişkin bu yaklaşım, elbette yanlış olmamakla birlikte, bize tarihsel değişimi, bunu belirleyen etkenleri ve bu çerçevede “uluslararası ilişkiler” denilen özel dünya politikası biçimini yeterince açıklamamaktadır. Bu nedenle burada dünya politikasının aldığı farklı biçimler ve bu çerçevedeki değişim, belli bir tarihsellik içinde birtakım değişim ölçütleri çerçevesi içerisinde ele alınmıştır.

DİLEMMA: SAVAŞ VE GÜVENLİK, GÜNÜMÜZ SAVAŞLARI

Günümüzde güvenlik hakkında yazılmış birçok kitap ve makale bulunmaktadır. Bu kitaplarda yer alan tanımlarda güvenlik için özetle “tehditler, kaygılar ve tehlikelerden uzak olma hissidir” veya “kazanılan mevcut değerlere yönelik bir tehdidin olmaması” halidir denir. İnsanlık tarihi, savaşların ve şiddetin tarihidir. Özellikle son yüzyılda savaşların küreselleştiği, savaş ve çatışma ortamlarının sivillerin yaşadığı metropollere ulaştığı, nereden gelebileceği belli olmayan asimetrik tehditlerin fazlalığı ve çeşitliliği güvenlikten bahsetmenin anlamsızlığını ortaya koymakta ve her geçen gün bu konuyla ilgili revizyonist uygulamalar gündeme getirilmektedir.

Günümüzde savaş ve şiddet tüm dünyanın gündemindedir. 5000 yıllık insanlık tarihinin yalnızca 292 yılı savaşsız geçmiştir. İnsanlar M.Ö. 3600 yılından bu yana birbirleriyle 14361 kez savaşmış ve bu savaşlarda 3 milyar 640 milyon insan hayatını kaybetmiştir.

Günümüzde savaşlar dördüncü nesil savaşlar olarak adlandırılmaktadır. Dördüncü nesil savaş, harp ile siyasetin, asker ile sivilin, barış ile çatışmanın, savaş alanı ile emniyetli bölgenin aralarında bulanık hatların olması olarak nitelendirilmektedir.

Savaşlar ve şiddet olayları zaman zaman katliamlara, sürgünlere, göçlere ve asimilasyonlara yol açmıştır. Bundan ötürü insanlar derin acılar yaşamıştır. Yaşanan acıların her bireyde ve toplumda farklı travmatik etkileri ve buna bağlı olarak ise farklı tepkileri olmuştur.

Bir tarafın siyasi veya iktisadi çıkarlar elde etmeye ve diğer tarafın korumaya çalışması temelinde, bireyden paktlara kadar var olmuş, var olacak bir rekabet sürecinde güç kullanma, “güven” olgusunu “risk” le birlikte ele almayı gerektiriyor. Paradigmatik bir durumu tanımlayan risk ve güvenlik, uluslararası hukuk ve ilişkilerin değişimi ile doğru orantılı bir tartışma zemini ortaya çıkarıyor. Sürekli olarak parametrelerin tespitini zorunlu hale getiriyor.

Günümüzde risk ve güvenlik parametrelerine bakıldığında genel olarak şunlar görülebilir:

• Güvenliğin ucu açık bir kavram olduğu,

• Birine güvenlik anlamına gelen, diğerine güvensizlik anlamına gelebileceği,

• Günümüzde güvenlik paradigmasının Batı merkezli olarak kurgulandığı.

Dolayısıyla bu bağlamda Batı merkezli olarak kurgulanan yenidünya sisteminde Doğuda yer alan ülkelerin zayıf ve karmaşa içinde bırakılması için sıklıkla negatif yönde manipüle edildiği önermesi yapılabilir.

Dünya tarihinin biraz da savaşların tarihi olduğunu söylemiştik. Şimdi biraz da savaşların tarihine göz atalım.

Savaşın Evrimi;

• Tarih öncesi savaş,

• Antik çağlarda savaş,

• Orta Çağda savaş,

• Barutlu silahlarla savaş,

• Sanayi Çağında savaş,

• Günümüzde savaş (Dördüncü Nesil Savaş)

DÖRDÜNCÜ NESİL SAVAŞ

En basit tanımı esas hasım tarafların bir devlet olmayıp onun yerine şiddetli bir ideolojik ağ olduğu herhangi bir savaşı içermektedir. Bu terim, terörizme ve asimetrik savaşa benzerlik göstermesine rağmen çok daha kapsamlıdır.

Devamı M5 Dergisi Mayıs 2020 Sayısında…

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close