Ne kadar para o kadar güvenlik mi? - M5 Dergi
MakalelerÖne ÇıkanSayı 350 Eylül 2020

Ne kadar para o kadar güvenlik mi?

Abone Ol 

Soğuk Savaş sonrasında özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinin güvenlik paradigmalarındaki değişim dönüşüm, bütçelere de yansıdı. ABD dünyanın en büyük savunma bütçesine sahip olan ülke/güç olma özelliğini korurken, bu bütçeyi küresel politik/ekonomik/ askeri hedeflerine göre belirlemeyi ihmal etmedi. Avrupa ülkeleri ise ABD’ye göre çok daha küçük ölçekte bütçelere sahip. Ancak bu güçlerin bileşeninden oluşan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu NATO, Türkiye’ye karşı bakış açısında sıkıntıları ortaya koydu. Oysa NATO ve özelde Avrupa deyim yerindeyse önüne güvenlik seddi çeken Türkiye’yi yalnız bıraktı. O zaman Türkiye’nin de bu ilişkiyi sorgulamasının zamanı gelmedi mi?

ABD ve Avrupa ülkelerinin güvenlik harcamaları, NATO’nun mevcut pozisyonları dikkate alındığında müttefiklerinin ve AB’nin Türkiye’nin güvenliğini önemsemediği ortada. ABD’nin özellikle Trump yönetimi tarafından dile getirilen gerekçeler, Türkiye tarafından Avrupa’ya iletilebilir. Son olarak Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın safında yer alan Avrupalılara “Türkiye sizin için ciddi bir güvenlik harcaması yapamaz” diyebilmeli.

Winston Churchill’in ‘insanların savaş ile hiçbir sorunun çözülemeyeceğini söylemeleri naiflikten başka bir şey değildir, zira tarihte hiç bir sorun savaş dışında çözülmemiştir’ sözü, belki biraz abartı olabilir lakin dünya harp tarihine bakıldığında Churchill’in haksız da olmadığı söylenebilir. Tarih boyunca büyük ve bölgesel güçlerin savaşları ve savaşa hazır olma pratikleri; uluslararası siyasetin de dinamiklerini belirlemekle kalmamış, sınırların ve ekonomik değerlerin de paylaşımını güçlü bir şekilde belirlemiştir.

1. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde başlayan Soğuk Savaş’ın 1991 yılında sona ermesi tampon devlet jeopolitiğinin sonunu getirmekle kalmamış, bir taraftan Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Avrupa ve ABD’de yarattığı ‘sonsuza kadar barış’ söylemlerini naif bir şekilde havalandırırken, diğer taraftan zaten varolan ve fakat bastırılmış her türden nefretin (etnik, sekteryen, ekonomik vb.) pandoranın açılmış kapağından dışarıya çıkmasına neden olmuştur.

Atlantik ittifakı 1991 yılında icra edilen Roma Zirvesi’nde yeni bir stratejik konsept üzerinde mutabık kalarak, NATO’nun kolektif savunma anlayışına her zamanki gibi vurgu yapmanın dışında daha hareketli ve daha küçük birlikler şeklinde teşkillenme hususunun da altını çizmişti. Roma Zirvesi’nde alınan ‘bu tatlı bir seda’ modundaki kararlara Avrupa’nın ortasında patlak veren Yugoslavya iç savaşı eşlik etti ve yüzbinlerce Müslümanın katledilmesi ile Yugoslavya coğrafyası üzerinde birden fazla devletin doğmasına yol açtı. Soğuk Savaş konseptine uygun olarak dizayn edilmiş Avrupa ve NATO güvenlik mimarisinin mezkur iç savaşa müdahalede yetersiz ve etkisiz kalması tüm Avrupa ülkelerini ‘yeni güvenlik’ diye de adlandırılan güvenlik anlayışına ve güvenlik mekanizmalarını bu anlayış doğrultusunda yeniden teşkilatlandırmasına sebep oldu. Bu süre içerisinde, özellikle 1989-1995 yılları arasında tüm Avrupa, ABD’yi Avrupa içerisinde tutabilmenin telaşı içerisinde bir siyaset takip ederken;

– Batı Almanya’nın Doğu Almanya ile birleşmesinden kaynaklanan korku,

– Soğuk Savaş döneminin sona ermesi sebebiyle ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığını geri çekmesi korkusu,

– İlk iki seçeneğin bir tecellisi olarak Avrupa’nın genetiğinde var olan yıkıcı ırkçılığın Avrupa’yı tekrar yakması korkusu gibi nedenler ile içeride bir Avrupa Savunma Birimini (European Defense Identity) oluşturmaya yöneldi.

Avrupalı liderler bu dönemde ABD önderliğindeki güvenlikli yaşamlarının çok taraflılıktan ırkçılığa, NATO şemsiyesi altındaki şeffaf ve işbirlikçi yaklaşımdan rekabetçi, otonom ve işbirliği üretmeyen bir döneme evrilmesinden çok endişe duymaya başladılar.

Soğuk Savaş konseptine uygun olarak dizayn edilmiş Avrupa ve NATO güvenlik mimarisinin mezkur iç savaşa müdahalede yetersiz ve etkisiz kalması tüm Avrupa ülkelerini ‘yeni güvenlik’ diye de adlandırılan güvenlik anlayışına ve güvenlik mekanizmalarını bu anlayış doğrultusunda yeniden teşkilatlandırmasına sebep oldu.

NATO; 1990-2000 yılları arasını Soğuk Savaş sonrası dönemin yapısal adaptasyonlarıyla ve genişleme ile ilgili prosedürleri yerine getirmek ile geçirdi. Bu dönem aynı zamanda Doğu Avrupa ülkelerinin ve Batı Avrupa’nın savunma kaynaklarını ülke refahı için kullanarak kişi başına düşen milli gelirlerini ve insani gelişim indekslerini arttırdıkları yıllar oldu.

Soğuk Savaş sürecinde güvenlikçi ve sırtını ABD/NATO ekseninde alınan kararlara yaslayarak ve konformist bir yönetim tarzını benimseyerek geçiren yönetici Türk siyasi eliti, 2000’li yıllara kadar süregiden konformist ve güvenlikçi anlayışını devam ettirmeyi tercih ettirmiştir. Soğuk Savaş süresince liberal demokrasinin savunma hattında madden ve manen can siperane vazife ifa eden Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir, muhafızlığını yaptığı ülkelerin kişi başına düşen milli gelirlerinin çok altında kalmıştır. Aynı durum 1990’lı yıllardan 2000’li yıllara kadar geçen 10 yıllık süre içerisinde de devam etmiş, 1990’lı yılların başlarında 2500 $ civarında olan milli gelir, 2000’li yıllara gelindiğinde ancak 2700 $ civarında tahakkuk etmiştir.

11 EYLÜL 2001 VE DEĞİŞEN TEHDİT ALGISI

Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip özellikle ABD ve AB topraklarında belirgin olmayan tehdit algısı, güvenlik ve savunma anlayışına kafa yoran yönetici elitlere ve akademik çevrelerde yazan entelektüel kesime kısmen romantik bir bakış açısı getirmişti ki, ABD’de 11 Eylül 2001 terör saldırıları meydana geldi. Bu, Pearl Harbour saldırılarından bu yana ABD’nin kendi topraklarında ilk kez vurulması idi ve ortada belirgin olmayan yeni tehdit algısı Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyadaki radikal terör örgütleri olarak tayin edildi.

Tarihe ‘Bush Doktrini’ olarak da geçecek olan teröre karşı küresel savaş ve önleyici askeri vuruş kavramının (preventive strike) bir adım daha ilerisi demek olan ‘şüpheye dayalı saldırı’ anlamına da gelebilecek olan ön alıcı askeri vuruş (pre-emptive strike) kavramı devreye sokuldu. Bu kavram ile birlikte ABD başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada terör ile iltisaklı olabileceği bilgisine dayandırdığı her türden hedefi, ön alıcı askeri vuruş söylemi ile ortadan kaldırmakta ve Soğuk Savaş sonrası daha da küreselleşen dünyadan bu yaklaşıma çok yoğun protestolar yükselmekteydi.

Trump yönetimine Savunma Bakanı olarak atanan James Mattis’in ABD Merkez Kuvvetler Komutanı olduğu dönemde, 19 Mayıs 2004 tarihindeki emriyle Irak’ın Suriye sınırına yakın Mukaredeeb köyündeki bir düğün töreninin vurulması sonucunda 13’ü çocuk 42 sivilin öldürülmesi ile Felluce’deki Amerikan paralı askeri firması olan Blackwater şirketinin dört çalışanının Felluce’de öldürülmesi sonrasında Felluce’de yapılan katliam, dünya kamuoyunun teröre karşı küresel savaş kavramına soğuk bakmasına neden oldu.

Teröre karşı küresel savaş kavramının Soğuk Savaş kavramında olduğu gibi dünyadan kabul ve meşruiyet görmemesi ve ABD milli hasılasının yüzde 2,9’una düşen savunma harcamalarını tekrar yüzde 4’lere çıkarması 2008 yılında iş başına gelen Obama yönetimini rahatsız etti.

Teröre karşı küresel savaş kavramının Soğuk Savaş kavramında olduğu gibi dünyadan kabul ve meşruiyet görmemesi ve ABD milli hasılasının yüzde 2,9’una düşen savunma harcamalarını tekrar yüzde 4’lere çıkarması 2008 yılında iş başına gelen Obama yönetimini rahatsız etti. Obama yönetimi tam bu noktada özellikle Ortadoğu’dan alacaklarını teminat altına almak şartı ve kaydı ile ‘bırakalım başta Ortadoğu olmak üzere çatışan taraflar kendi kendilerini bitirsinler, ayakta kalanlar ile istediğimiz şart ve haritalarda yeniden devam ederiz’ şeklinde özetlenecek bir strateji ile yola devam ettiler. Obama yönetimi bu anlayış doğrultusunda savunma harcamalarını Amerikan milli hasılasının yüzde 4,5 seviyelerinden 2015 yılında yüzde 3,3 seviyelerine düşürdü.

NATO VE AKILLI SAVUNMA

Obama yönetiminin yönetim felsefesi ile de doğrudan alakalı olarak ve 2008 yılından bu yana kendini ağır bir şekilde hissettiren ekonomik durgunluk ile de doğru orantılı bir şekilde, NATO üyesi ülkelerin de savunma harcamalarının düşürülmesi, bunun sonucunda savunma ve güvenlik alanında sorunların baş göstermemesi maksadıyla NATO içerisinde akıllı savunma doktrini hayata geçirilmeye başlandı.

Akıllı Savunma; ittifakın ihtiyacı olan modern savunma kapasitesini daha etkin ve verimli olacak şekilde müşterek olarak geliştirilmesini öngörmekte, kaynakların heba edilmeksizin mümkün mertebe bir yetenek havuzuna harcanmasını öngörmekteydi. Akıllı savunma kapsamında kaynaklar daha çok müşterek bir şekilde akıllı mühimmat ve atma vasıtalarının, siber savunma ekipmanlarının, balistik füze savunma sistemlerinin ve müşterek istihbaratın her ülke tarafından tek tek tedarikinden ziyade, ortak tehdide yönelik olarak müşterek kaynak havuzundan tedarik edilerek ilgili ülke içerisinde konuşlandırılmasını öngörmekteydi.

Akıllı Savunma stratejisi ortaya atıldığı 2008’li yıllardan bu yana dikkatle irdelendiğinde aslında yeni bir kavram olmadığı, biraz da NATO zirvelerinde sıklıkla kullanılan bir yığın sloganik ifadeden başka bir şey olmadığını kolaylıkla söylenebilir. Bu tür stratejiler söylemde kolay olsa da, Yunanistan ile kuzey komşusu Arnavutluk ve doğu komşusu Türkiye’nin, Fransa ile Almanya’nın, kara Avrupası ile İngiltere’nin stratejik savunma ihtiyaçlarını nasıl NATO marifetiyle müşterek yürütebileceğinin pratik hayatta elle tutulur örneklerini bulmak zordur.

Örneğin Libya’daki ayaklanmalar başladığında NATO’nun erken uyarı sistemlerine çok acil ihtiyaç doğmuştu ve bu sistemlerin bazı bölümleri Alman mürettebat tarafından kullanılmaktaydı. Almanya’nın Libya’da icra edilen operasyona katılmama kararı, erken uyarı sistemlerinin kullanılmasında birçok aşılması gereken sıkıntıyı ortaya çıkartmıştı. Trump yönetiminin NATO’nun hantal ve işlevini yitirmiş bir yapı olduğundan dem vurmasının ana sebebi de aslında bu türden yaşanmış olaylar olmuştur.

Ayrıca, Türkiye gibi terörle mücadelesinde NATO tarafından kayda değer hiçbir destek görmeyen, tüm bunlara ilaveten ülkedeki meşru hükümeti silah zoru ile devirmeye kalkışan askerlerin NATO üyesi ülkelerde barındırıldığı güvensizlik ortamında, hangi stratejik silah ve ekipmanının nerede kullanılacağına dair inisiyatifin NATO koridorlarına devredilmesi ne dereceye kadar kabul edilebilir?

AB VE ABD SAVUNMA HARCAMALARI

(1990-2015) Ne türden harcamaların savunma harcaması olduğu, nelerin savunma harcaması sayılamayacağı yönünde birçok ihtilaflı açıklamalar ve kabuller olsa da savunma harcamaları savunma hizmetine tahsis edilmiş askeri ve sivil personel ile ilgili harcamalardan (maaş, ücret, SGK vb.), bu sektör ile ilgili araç ve gereçlerin (silah, ekipman vs.) üretimi ve satın alınması, bunların bakım ve onarım giderlerinden, bina vb. inşa faaliyetleri ile araştırma geliştirme harcamalarından oluşmaktadır. AB ve ABD savunma harcamaları 1990 ile 2015 yılları baz alındığında karşımıza çıkan tablo şudur.

ABD Başkanı Donald Trump’ın NATO ve AB ülkeleri için yapmış olduğu savunma bütçelerinde artış yapılmasına yönelik çağrıyı analiz ettiğimizde, salt Tablo-1’e bakarak ABD Başkanı’nın haklı olduğunu söylemek mümkündür. Zira ABD gibi dünyanın en büyük ekonomisi GSMH’nın yaklaşık yüzde 3,5 kadar bir miktarını (yaklaşık 600 milyar $) savunma harcamalarına ayırmaktadır. AB ülkeleri ise Tablo-1’den açıkça görülebileceği üzere GSMH’larının ortalama yüzde 1,7 kadarını savunma maksatlı harcamaktadırlar.

Akıllı Savunma stratejisi ortaya atıldığı 2008’li yıllardan bu yana dikkatle irdelendiğinde aslında yeni bir kavram olmadığı, biraz da NATO zirvelerinde sıklıkla kullanılan bir yığın sloganik ifadeden başka bir şey olmadığını kolaylıkla söylenebilir.

Trump yönetiminin eski savunma bakanı James Mattis; Trump ile birlikte yeni bir gerçeklik ile karşı karşıya olduklarını ve bu gerçeklik doğrultusunda AB’nin kendi savunma yükünü omuzlamaktan daha fazla imtina edemeyeceğini söylese de, Alman Şansölyesi Merkel 2024’den önce savunma harcamalarında kayda değer bir artış imkanlarının olmayacağını açıkça ifade etmiştir.

ABD 600 milyar $ tutarındaki savunma bütçesi ile tüm dünyadaki savunma harcamalarının tek başına yüzde 36’sını yapmaktadır. Kendinden sonra gelen 8 ülkenin (Çin, Suudi Arabistan, Rusya, İngiltere, Hindistan, Fransa, Japonya ve Almanya) toplam savunma harcamalarından daha fazla savunma harcaması yapan ABD’nin, bu tablodan da açıkça görüldüğü üzere küresel askeri hedefler üzerine savunma harcaması yaptığı aşikardır. Ancak buna mukabil AB’nin küresel düzeyde müşterek ekonomik hedefleri olsa da, tüm üye ülkelerinin paylaştığı küresel askeri hedefleri bulunmamaktadır. Bu noktadan bakıldığında AB ülkelerinin yapmış oldukları savunma harcamalarının GSMH’ya oranları daha anlaşılabilir durumdadır.

Ayrıca AB için en belirgin askeri tehdit unsuru konumunda bulunan Rusya’nın askeri harcama miktarının 2015 yılı baz alındığında 91 milyar $ tutarında olduğu dikkate alınırsa, AB ülkelerinin toplamda yaptıkları 200 milyar $ tutarındaki savunma harcamasının hiç de az olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Trump yönetiminin eski savunma bakanı James Mattis; Trump ile birlikte yeni bir gerçeklik ile karşı karşıya olduklarını ve bu gerçeklik doğrultusunda AB’nin kendi savunma yükünü omuzlamaktan daha fazla imtina edemeyeceğini söylese de, Alman Şansölyesi Merkel 2024’den önce savunma harcamalarında kayda değer bir artış imkanlarının olmayacağını açıkça ifade etmiştir.

SONUÇ

Güvenlik anlayışı ve içeriği Soğuk Savaş zamanındaki anlamını tam olarak yitirmemiş ise de önemli miktarda değişime uğramıştır. Soğuk Savaş zamanının iki kutuplu ve konformist savunma ve güvenlik anlayışı, yerini asimetrik ve çok boyutlu bir anlama ve içeriğe bırakmıştır. Bugün NATO’nun rolü kuşkusuz kollektif savunma ve kriz bölgelerine operasyon niteliğinde çok değerli olsa da, ABD Başkanı Donald Trump’ı haklı çıkaracak şekilde Soğuk Savaş dönemindeki önemini yitirmiştir. Rusya kuşkusuz Avrupa için birincil derecede askeri tehdittir lakin AB ülkeleri perspektifinden baktığımızda, Rusya’nın askeri anlamda Soğuk Savaş döneminde olduğu formatta Avrupa’yı tehdit edebilecek askeri ve ekonomik gücü bulunmamaktadır. Kendi hinterlandı içerisinde yer alan Ukrayna ve Gürcistan’ın bazı bölgelerini işgal etmiş olması dahi bu hakikati değiştirmez.

Bugün NATO’nun rolü kuşkusuz kollektif savunma ve kriz bölgelerine operasyon niteliğinde çok değerli olsa da, ABD Başkanı Donald Trump’ı haklı çıkaracak şekilde Soğuk Savaş dönemindeki önemini yitirmiştir. Rusya kuşkusuz Avrupa için birincil derecede askeri tehdittir lakin AB ülkeleri perspektifinden baktığımızda, Rusya’nın askeri anlamda Soğuk Savaş döneminde olduğu formatta Avrupa’yı tehdit edebilecek askeri ve ekonomik gücü bulunmamaktadır.

Türkiye açısından tabloya bakıldığında Türkiye’nin AB ülkelerinin karşı karşıya olduğu güvenlik risklerinden daha fazla riskin bulunduğu bir coğrafyada mukim olduğu aşikardır. Güvenlik ve savunma anlayışını NATO ve AB’nin inisiyatifine bırakma keyfiyetinin olmadığı, özellikle Suriye krizi ve Doğu Akdeniz’de yaşananlar ile sabittir. Ülkenin meşru yollar ile seçilmiş hükümetini silah zoruyla devirmeye kalkışan askerlerin, tüm AB ve NATO değer ve normlarını ayaklar altına alma pahasına nasıl korunup kollandığı ortada durmaktadır.

Suriye ve Irak krizlerinde Türkiye’nin ödediği askeri ve ekonomik bedel ortadadır ve bu bedel kesin bir şekilde AB ve NATO tarafından paylaşılmamaktadır. AB yetkililerinin, ABD Savunma Bakanı’na verdiği cevap olan ‘Avrupa Birliği savunma dışında insani yardım ve kalkınma programlarına mali destek vererek de bütçesinden paralar harcamaktadır. Modern siyaset, savunma anlayışını tek kaleme indirgeyemez’ mealindeki açıklamalarını kriter alırsak, Türkiye sadece Suriye krizinde yaptığı 40 milyar doların üstündeki insani yardım harcaması ve AB dahil tüm bölge ülkelerine yönelik göç dalgasına neden olan terör unsurlarına karşı yürüttüğü askeri operasyonların maliyeti ile GSMH’sının yaklaşık yüzde 4’ünü savunma ve güvenlik konularına harcamaktadır.

Bu rakamlar gerek NATO, gerek ABD/AB ile olan ilişkilerde bundan sonraki süreçlerde sık sık tartışılacak konular olduğundan sürekli gündemde tutulmalı ve ABD’nin öne sürdüğü ‘Amerikalı vergi mükellefleri Batı değerlerinin savunulması için orantısız paylaşımın yükünü taşımaya devam edemez, Amerikalılar sizin çocuklarınız için sizden daha fazla çaba gösteremez’ şerhi, Türkiye-AB arasındaki güvenlik müzakerelerinde ‘Türkiye’deki vergi mükellefleri Batı değerlerinin savunulması için orantısız paylaşımın yükünü taşımaya devam edemez, ülkesinde 4 milyondan fazla sığınmacıya tek başına bakmakla mükellef tutulamaz, AB dahil tüm bölge ülkelerinde kitlesel göç dalgasına ve dolayısıyla istikrarsızlıklara neden olan terör örgütleriyle mücadelesini Avrupa’nın konforu için tek başına göğüsleyemez’ şeklinde gündeme getirilmelidir.

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close