Orta Doğu’da yeniden yeşeren bir sömürgecilik rüyası: Fransız mandası
Lübnan’ın Osmanlı Devleti’nden kopup Fransız mandası altına girişinin 100. yıldönümü olan 1 Eylül, Macron’un “Lübnan için yeni bir başlangıç” şiarıyla ülkedeki siyasilerle görüşüp ülkenin baştan kurgulanması için seçtiği gün oldu.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Lübnan’ın başkenti Beyrut’taki liman patlamasının ardından 31 Ağustos’ta ülkeye gerçekleştirdiği ikinci ziyaret, Fransa’nın bölgede uyguladığı dış politika stratejilerinin alt metnini göstermesi açısından epey açık işaretler sundu.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nden ayrılan Suriye Fransa’nın himayesine bırakılmıştı. O zamanki Suriye’ye dahil olup içinde Dürziler, Maruni Hristiyanlar ve Müslümanların yaşadığı Lübnan, Fransa’nın önerisiyle 1 Eylül 1920’de “Büyük Lübnan” ismiyle tarih sahnesine yeni bir ülke olarak çıkmıştı. Bu oluşumun 100. yılını yaşadığımız bugünlerde Macron’un ziyaretinin de bu ilanın yıldönümüne denk getirilmesi, Fransa’nın söylem düzeyinde de Lübnan’ın geleceğine dair tasarladıklarını aşikâr ediyor. İşte bu sakile, Fransa’dan bağımsızlığın kazanıldığı 22 Kasım (1943) değil, Osmanlı Devleti’nden kopup Fransız mandası altına girişin 100. yıldönümü olan 1 Eylül, Macron’un “Lübnan için yeni bir başlangıç” şiarıyla ülkedeki siyasilerle görüşüp ülkenin baştan kurgulanması için seçtiği gün oldu. Basit bir sembolden daha fazlasına işaret eden söz konusu ziyaret, zamanlamasıyla, Fransa’nın Doğu Akdeniz’den Orta Doğu’ya kadar uygulamak istediği, sömürgeci dönemin nostaljisi üzerine kurulu siyasetinin yeni safhasını oluşturuyor.
Lübnan’daki Hristiyanların hamisi olma iddiasıyla başlayan Fransız sömürgeciliği şimdi halkın bir kısmı nezdinde yine Fransa eliyle kurulan sistemden umutsuzca bir çıkış arzusuyla karşılık bulsa da, Macron’un Lübnan’a ayak basışından itibaren “Lübnan özgür kalacak” sloganlarıyla sokaklarda başlayan protesto eylemleri, Fransa’nın Lübnan’da halk sathında kapsamlı bir destek bulmasının, 100 yıl öncesine nazaran daha zor olacağını gösteriyor. Lübnan’ın sembol isimlerinden sanatçı Feyruz’la görüşmek üzere evine giden Macron’a karşı, evin önünde göstericilerin, geçiş sürecini Fransa’yla beraber yürütmesi beklenen Lübnan’ın yeni başbakanına yönelik olarak “Mustafa Edip’e hayır” sloganı atmaları da Macron’un ve Fransa’nın şaibeli yardım elinin pek de sıcak karşılanmayacağının erken bir kanıtı.
Yıllarca süren iç savaş, siyasi karışıklıklar, ekonomik kriz, İsrail’in işgal girişimi, Suriye meselesi, İran etkisindeki Hizbullah’ın ülkenin sosyokültürel ve siyasi yapısındaki tahakkümü, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını ve nihayetinde 4 Ağustos 2020’de Beyrut limanında gerçekleşen patlamalar, “Orta Doğu’nun İsviçre’si” olarak gösterilen Lübnan’ın devlet yapısındaki zayıflıkları açığa çıkarırken, Fransa arkaik ve sömürgeci izler taşıyan söylemini Lübnan’a yeni bir politika önerisi kisvesi altında dayatmak için önünde bir boşluk bulmuş oldu. İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’yu paylaştığı San Remo Konferansı ile tohumları atılan, güçlü bir devlet yapısından ziyade müstemlekeci devletlerin çıkarı doğrultusunda, içinde yaşayan etnik unsurların toplumsal, siyasi ve iktisadi düzlemlerde sürekli karşı karşıya getirildiği bir yönetilememe hali üzerine kurulan Lübnan, işbu ziyaret ve oluşturduğu etkiyle ambalajı değiştirilse de içeriği aynı, sorunlarla dolu yeni bir döneme adım atmanın eşiğinde duruyor.
Patlamanın ardından ülkeye gerçekleştirdiği ilk ziyaretinde Macron, bir iyi niyet gösterisinden çok, ülkede gerçekleşmesi elzem hale gelmiş ekonomik reformlardan, hükümet değişikliğinden ve siyasetin baştan dizayn edilmesinden dem vurmuştu. Henüz enkaz altında kalmış insanların tamanına ulaşılamamış bir günde yapılan bu açıklamalar, ziyaretin amacının ve ülkenin içinde bulunduğu krizin Fransa tarafından bir fırsat olarak algılandığının ilk emareleriydi.
Ülkede daha önce gerçekleşmesi imkân dairesinde görülmeyen Fransız mandası söyleminin tekrar güç kazanmaya başlaması, Lübnan’daki siyasi sıkışmışlığın, bilinçli bir şekilde, Lübnan halkının değil Fransa’nın bölgesel çıkarları uğruna tekrar kurulabileceğini gösteriyor. Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın sömürgeleştirme tarihini bütün çıplaklığıyla anlattığı “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” eserinin ismi bile bize Lübnan örneğinde çok şey anlatıyor. Fransa yıllardır Orta Doğu’nun kesik damarlarından biri olmuş Lübnan’a tedavi için değil, yarayı açık tutmak için gidiyor.
Macron’un ikinci ziyareti sırasında konuşulanlar, yani Lübnan’daki bankaların genel durumu ve Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) yapılacak bir anlaşmanın gerekliliği, ülkedeki tüm siyasi kanaat önderlerinin Lübnan’ın geleceği için önerilerini “Büyük Lübnan” sömürge devletinin de kurulduğu yer olan Beyrut’taki Fransa Büyükelçiliği’nde Emmanuel Macron’a yazılı şekilde sunacak olması gibi, bir uluslararası ziyaretten çok denetimi, yardımdan çok yukarıdan konuşan bir buyurganlığı anımsatan konulardan müteşekkil. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Fransa, tıpkı bugün yaşandığı gibi, elinde parayla gelerek kendini “Lübnan’ın “kurtarıcısı ilan etmişti. Bunu yaparken bölgede mezheplere dayanan ve asla tam bağımsız olamayacak bir sistem kurdu. Makamlara ve temsiliyete erişim, düzenli aralıklarla kaşınan, çevresindeki gerilimlerden etkilenen etnik ayrılıklar üstüne tesis edildi. Kendi ülkesinde dini grupların ibadet için bir araya gelişini bile bir ayrılıkçılık nişanesi sayan Fransız yönetimi, yönetilmesi kolay devletsi yapılar kurup, bunun ucunu da sürekli istikrarsızlığa çıkacak biçimde toplumsal mühendislikle harmanlayarak, bölgede kuvvetli siyasi iradelerin, bağımsızlık cereyanlarının çıkmasını engelledi. Resmen 1943 yılında Fransa’dan ayrılsa da bugün bile hâlâ Fransız mandası isteyen Lübnan vatandaşlarının ortaya çıkmasını sağlayacak bu kısır döngü, işte bu kasıtlı aksaklıklar üstüne kuruluydu.
Bugün de Fransa’nın Lübnan politikası, ülkenin tam bağımsızlığı üstüne kurulu değil. Aksine, ülkedeki istikrarın önündeki en büyük engel olan mezhepçilik, cemaatleşme gibi (Fransa’nın kendi ülkesindeki Müslüman vatandaşları alelade fişlerken de kullandığı) kavramlar, konu bu durumdan gerçekten muzdarip olan Lübnan’a geldiğinde hasıraltı ediliyor. Hizbullah’ın silahlı bir örgüt olarak ülkedeki diğer siyasi ve toplumsal odaklar üstünde kurduğu şiddet ve baskı sarmalı Lübnan’ın öncelikli problemlerinden birini oluşturuyor. Buna karşın ülkeye yeni bir umut olacağı iddiasıyla yola çıkan Macron, Lübnan’ın bağımsız ve istikrarlı bir geleceğe sahip olması için konuşulması şart olan bu konuya değinmiyor. İdealizm söylemleriyle süslenmiş vaatler ve öneriler, İran’la Fransa arasında Lübnan’ın kaderi hakkında yapılan olası uzlaşının ve Hizbullah’ın ülke siyasetinde oluşturduğu çıkışsızlığın pragmatik gerekçelerle görmezden gelindiğini gizleyemiyor. Bunun aksine, yürütülmesi artık imkânsız hale gelen mezhepçi, etnik unsurlara dayalı sistemin üstü örtülerek, yine aynı çözümsüzlüklerin daha ehil ve modern bir şekilde idaresi, Fransa’nın adını büyük değişim olarak koyduğu ve gerçek bir yarar sağlaması imkânsız olan önermelerini oluşturuyor. Lübnan Hizbullah’ı lideri Hasan Nasrallah’ın Macron’la yeni bir Lübnan’ın inşası için görüşmeye açık olduklarını belirtmesi ve Fransız cumhurbaşkanının Hizbullah’ın meclisteki grubunun lideri Muhammed Raad’la görüşmesi, ülkedeki statükonun biraz makyaj yapılacak olsa bile tamamen değişmeyeceğinin bir kanıtı.
Yıllarca süren iç savaş, siyasi karışıklıklar, ekonomik kriz, İsrail’in işgal girişimi, Suriye meselesi, İran etkisindeki Hizbullah’ın ülkenin sosyokültürel ve siyasi yapısındaki tahakkümü, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını ve nihayetinde 4 Ağustos 2020’de Beyrut limanında gerçekleşen patlamalar, “Orta Doğu’nun İsviçre’si” olarak gösterilen Lübnan’ın devlet yapısındaki zayıflıkları açığa çıkarırken, Fransa arkaik ve sömürgeci izler taşıyan söylemini Lübnan’a yeni bir politika önerisi kisvesi altında dayatmak için önünde bir boşluk bulmuş oldu. İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’yu paylaştığı San Remo Konferansı ile tohumları atılan, güçlü bir devlet yapısından ziyade müstemlekeci devletlerin çıkarı doğrultusunda, içinde yaşayan etnik unsurların toplumsal, siyasi ve iktisadi düzlemlerde sürekli karşı karşıya getirildiği bir yönetilememe hali üzerine kurulan Lübnan, işbu ziyaret ve oluşturduğu etkiyle ambalajı değiştirilse de içeriği aynı, sorunlarla dolu yeni bir döneme adım atmanın eşiğinde duruyor.
Lübnan’daki Hristiyanların hamisi olma iddiasıyla başlayan Fransız sömürgeciliği şimdi halkın bir kısmı nezdinde yine Fransa eliyle kurulan sistemden umutsuzca bir çıkış arzusuyla karşılık bulsa da, Macron’un Lübnan’a ayak basışından itibaren “Lübnan özgür kalacak” sloganlarıyla sokaklarda başlayan protesto eylemleri, Fransa’nın Lübnan’da halk sathında kapsamlı bir destek bulmasının, 100 yıl öncesine nazaran daha zor olacağını gösteriyor. Lübnan’ın sembol isimlerinden sanatçı Feyruz’la görüşmek üzere evine giden Macron’a karşı, evin önünde göstericilerin, geçiş sürecini Fransa’yla beraber yürütmesi beklenen Lübnan’ın yeni başbakanına yönelik olarak “Mustafa Edip’e hayır” sloganı atmaları da Macron’un ve Fransa’nın şaibeli yardım elinin pek de sıcak karşılanmayacağının erken bir kanıtı.
Patlamanın ardından geçen 3 haftalık süre içinde Fransa’nın Lübnan’daki siyasi duruma dair yaptığı açıklamalarda sürekli vurguladığı “görev hükümeti” kavramının yürütücüsü olması beklenen Mustafa Edip, yaklaşık yedi yıldır Lübnan’ın Berlin büyükelçiliği görevini yürüten ve hükümetin istifası öncesinde adı başbakan adayları arasında anılmayan bir isimdi. Edip’in açıkladığı hareket planı içinde, uzmanlardan kurulu bir hükümetin ivedilikle oluşturulması ve ekonomik krizi aşmak için IMF’yle anlaşma yapılması, en üst sırada yer alan iki maddeyi oluşturuyor. Lübnan’da yıllardır süren siyasi ve ekonomik krizlerin aslında ülkenin kuruluş esaslarıyla başlayan yapısal problemlerden kaynaklandığı gerçeği satır aralarında geçiştirilirken, Fransa’nın 19. yüzyıl sonunda kendi sömürgelerine yönelik geliştirdiği “uygarlaştırma misyonu” (mission civilisatrice) siyasetini hatırlatan Emmanuel Macron’un ziyareti bir yapay umut olarak pazarlanıyor.
1 Eylül 1920 Fransa devletinin menfaatleri çerçevesinde Orta Doğu’da bir ülkenin kuruluşunun tarihiydi. Yarım kalan bu Fransız rüyası, tam yüzyıl sonra Fransa tarafından tekrar ihya edilmeye çalışılıyor. Ülkede daha önce gerçekleşmesi imkân dairesinde görülmeyen Fransız mandası söyleminin tekrar güç kazanmaya başlaması, Lübnan’daki siyasi sıkışmışlığın, bilinçli bir şekilde, Lübnan halkının değil Fransa’nın bölgesel çıkarları uğruna tekrar kurulabileceğini gösteriyor. Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın sömürgeleştirme tarihini bütün çıplaklığıyla anlattığı “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” eserinin ismi bile bize Lübnan örneğinde çok şey anlatıyor. Fransa yıllardır Orta Doğu’nun kesik damarlarından biri olmuş Lübnan’a tedavi için değil, yarayı açık tutmak için gidiyor.