ABD, Çin’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya siyasi ve ekonomik sistemine entegre olmasını, kendi ulusal çıkarlarıyla uyumlu şekilde tanımladı.
Bu sebeple ABD, Çin’in dünya pazarına açılmaya başlamasıyla zenginleşeceğini, zaman içinde güçlü bir orta sınıfa sahip olacağını ve bu sınıfın da ülke içinde liberal demokrasi reformlarını hızlandıracağını düşündü.
ABD’nin Çin beklentisi
Liberal-kapsayıcı bir bakış açısıyla 1970 sonrası dönemde Çin’e yaklaşan ABD, mevcut sisteme eklemlenme üzerinden zenginleşecek Çin’in, sorumlu bir küresel aktör olarak davranacağını umdu. Halbuki, 2008’de yaşanan küresel finansal krizin dünyanın genelinde yarattığı büyük altüst oluşların sıcağında 2012’de iktidara gelen Şi Cinping yönetimi, Çin’in dış politika ve mevcut uluslararası dünya düzenine yönelik bakış açısını değiştirdi. Zamanını kollayıp kapasitesini gizlemeye çalışan eski Çin gitti, yerine daha arzulu ve iddialı yeni bir Çin geldi.
“ABD’nin Çin’e yönelik tutumu 2012 sonrası dönemde liberal-kapsayıcı olmaktan uzaklaşıp realist-dışlayıcı olmaya başladı.”
Liberal-kapsayıcılıktan realist-dışlayıcılığa
Bu sürece paralel olarak ABD’nin Çin’e yönelik tutumu da liberal-kapsayıcı olmaktan uzaklaşıp, realist-dışlayıcı olmaya başladı. Obama döneminde ABD’nin stratejik ilgisini Avrupa ve Orta Doğu’dan kademeli olarak Çin’in merkezinde olduğu Hint-Pasifik ve Doğu Asya bölgelerine kaydırmaya başlaması, Trump döneminde Çin’e yönelik hasmane bir tutuma dönüştü. Ulusal güvenlik ve savunma belgelerine Çin’in adını birinci derece tehdit olarak yazdıran Trump yönetimi, Çin’in yükselişini geciktirmek ve baskılamak adına, elindeki bütün araçları kullanmaktan çekinmedi. Fakat, uyguladığı politikalarla geleneksel müttefiklerini küstüren Trump yönetimi, Çin’e karşı hedeflediği amaçlara ulaşamadı.
“Trump’ın aksine Biden yönetimi, Çin’i eş zamanlı olarak hem ortak hem rakip hem de düşman olarak tanımladı.”
Trump’tan Biden’a ABD’nin Çin’e bakışı
Trump’ın yerine iktidara gelen Biden yönetimi, selefinin Çin’e yönelik bakış açısını daha sofistike ve iyi kurgulanmış yöntemlerle devam ettirdi. 2021 yılının ilkbaharında ipuçları ortaya çıkmaya başlayan bu yaklaşıma göre ABD, yapabildiği oranda Çin ile iş birliği gerçekleştirecek, elinden geldiğince rekabet edecek ve mecbur kaldıkça da çatışacaktı.
Trump’ın aksine Biden yönetimi, Çin’i eş zamanlı olarak hem bir ortak hem bir rakip hem de bir düşman olarak tanımladı. Yine Trump’tan farklı olarak Biden, stratejisini hayata geçirmek için daha sofistike bir planı uygulamaya soktu. Buna göre ABD, Çin’in karşısına yalnız çıkmayacak ve daha önceki dönemlerde küstürülen geleneksel müttefiklerini kendi yanına çekecekti.
Diğer taraftan Biden yönetimi, Çin karşısında kaybetmekte olduğu küresel zemini tekrar kazanmak adına, ülke içinde ciddi bir restorasyon başlatacak ve ABD’yi diğer devletlerin gözünde takip edilmek istenen bir rol modele dönüştürecekti. 6 Ocak 2021 tarihindeki Kongre baskını sonrasında Amerikan demokrasisinin önce kendi evinde güçlenmesi, ABD’nin küresel ölçekte Çin’e karşı yürütmekte olduğu ideolojik ve normatif savaşı kazanmasını mümkün kılacaktı. Bu bakış açısıyla eş zamanlı olarak ABD, yanına müttefiklerini de alarak Çin’in dünyaya sunmuş olduğu küresel kalkınma modeline alternatif yaklaşımlar sunmaya ve Çin’in Yol-Kuşak projesinin karşısına küresel kalkınma ve altyapı modelleri koymaya başladı.
ABD’nin Çin’i çerçeveleme siyaseti
Çin’in sorumlu bir küresel aktör gibi davranmadığını öne süren ABD, Komünist Parti yönetiminin ülke içinde baskıcı, dış politikadaysa yayılmacı ve zorlayıcı bir çizgi benimsediğini iddia ederek, Çin’e yönelik küresel tepkilerin artmasını amaçladı. ABD’nin bu hamlesi kısmi olarak karşılık da buldu. Nitekim Çin’in yükselişinden ve dış politikasındaki buyurgan ve uzlaşmaz dilden rahatsız olan birçok ülkede, Çin’e yönelik bakış açısı olumsuza döndü. Japonya, Avustralya ve Hindistan gibi Çin karşısında zemin kaybettiklerini düşünen ülkeler, ABD’nin yanında saf tutmaya başladı. Hint-Pasifik bölgesinde QUAD ve AUKUS gibi çok-taraflı stratejik girişimler; Avrupa’da ise NATO ve Avrupa Birliği, ABD’nin stratejik tercih ve öncelikleri doğrultusunda politikalar benimsemeye başladı. Bu durum; Biden yönetiminin Çin’i çevreleme ve Çin’in yükselişini geciktirme odaklı stratejisini ileri bir safhaya taşıdı.
ABD’nin Çin’e yönelik yeni dış politika yaklaşımı
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, 26 Mayıs 2022’de yaptığı konuşmada, Biden yönetiminin Çin’e yönelik dış politika yaklaşımını yeni bir kavramsal zemin üzerine oturtmaya çalıştı. Buna göre ABD; üç ayaklı bir strateji temelinde bir taraftan kendini yeniden diriltecek, diğer taraftan müttefikleriyle olan ilişkilerini iyileştirecek ve son olarak da Çin ile mümkün olan her alanda rekabet edecek.
ABD’nin Çin karşısında izlediği politikayı eleştirenler temelde ABD’nin tam olarak neyi hedeflediğinin belirsiz olduğunu söylüyor. Eş zamanlı olarak Çin’in düşman, rakip ve ortak olarak görülmesinin uygulama aşamasında ciddi sorunlar ve çelişkiler barındırdığını dile getiren çevreler, ABD’nin kafasının karışık olduğunu ima ediyor. Bu çelişkiler de birbirini düşman ve rakip olarak gören ABD ile Çin’in küresel sorunların çözümünde iş birliği yapabilmesini zorlaştırıyor.
Liberal dünya düzenini yeniden diriltme çabaları
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın konuşmasına etki eden baskın ruh halinin, ABD’nin uzun yıllardır küresel hakimiyetine olanak tanıyan kural-temelli liberal dünya düzenini yeniden diriltmek olduğu görülüyor. Doğrudan ve net bir şekilde Çin’i düşman görmek ve diğer ülkeleri taraf tutmaya zorlamak yerine ABD’nin yapmaya çalıştığı şey; Çin’in iç ve dış politika tercihlerini oluştururken, kendisinin de faydalandığı liberal dünya düzenini bazı reformist adımlar üzerinden yeniden oluşturmak. Çin’in yükselişini önlemek imkansız olduğu için bu süreci kendi çıkarları açısından en iyi şekilde yönetmeye çalışan ABD, Çin’in içinde bulunduğu bölgesel ve küresel sistemi yeniden oluşturmaya çalışıyor.
Rusya, ABD’nin Çin karşısındaki konumunu güçlendirdi
İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan dünya düzeninin temel norm ve kurallarına uyduğu müddetçe Çin’in yükselişinden rahatsız olmayacağını ima eden ABD, Çin’i bu düzenin ruhuna uymayan alternatif model ve kurumlar oluşturmaktan caydırmaya çalışıyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ABD’nin bu yöndeki stratejisini ve kararlılığını güçlendirdi. Ukrayna’yı işgaliyle NATO’yu dirilten, transatlantik ilişkilerdeki çatlağı onaran, liberal dünya düzeninin temel kural ve normlarının önemini yeniden hatırlatan Rusya, ABD’nin Çin karşısındaki konumunu da güçlendirmişe benziyor.
ABD’nin Çin’e karşı başarısı
ABD’nin yapmaya çalıştığı, Çin’e kalkınmasını ve zenginleşmesini borçlu olduğu liberal dünya düzenine sahip çıkmayı hatırlatmaktan ibaret. Sıkıntı, artan güç kapasitesi ve öz güvenine paralel olarak Çin’in, ABD ve müttefiklerinin kendisinden oynamasını beklediği bu rolü oynamak istememesi ve kendi çıkarlarıyla daha uyumlu olacağını düşündüğü bir dünya düzenini oluşturmak istemesi. Ancak Çin, buna ABD’nin nasıl karşılık vereceğini tam olarak kestiremiyor. Bu belirsizlik durumu her iki taraf için de devam edeceğe benziyor. Bu süreçte ABD’nin Çin’e nazaran daha başarılı olduğu noktaysa, kendi öz eleştirisini yapmaktan çekinmemesi ve Çin’in son dönemde takip ettiği politikalardan rahatsız olan birçok ülkeyi kendi liderliği etrafında bir araya getirmeye başlamasıdır.