Sudan’da neler yaşanıyor?: “İki generalin savaşı değil, uluslararası toplumun ahlak sınavı”

HDK’nin 26-27 Ekim 2025’te Faşir’i ele geçirmesi yalnızca Darfur’da değil tüm Sudan’da otorite ve egemenlik anlayışını kökten değiştiren bir kırılma noktasıdır.
Nisan 2023’te Sudan’da başlayan savaş bugün artık askeri güç mücadelesinden bir devlet çöküşü ve toplumsal yıkım süreci haline gelmiştir. Hızlı Destek Kuvvetlerinin (HDK) 26-27 Ekim 2025’te Faşir’i ele geçirmesi yalnızca Darfur’da değil tüm Sudan’da otorite ve egemenlik anlayışını kökten değiştiren bir kırılma noktasıdır. Nitekim, Faşir’in HDK’nin kontrolüne geçmesi, paralel hükümetle de konsolide edilen bir coğrafi ayrımla ülkenin fiilen iki ayrı otoriteye bölünmesi ihtimalini güçlendirmiştir. Savaşın bu aşamasında siviller hedef haline gelmiş ve insani kriz eşiği aşılmıştır. Uluslararası toplumun etkisizliği ve gecikmiş tepkileri, Sudan’ı bugünkü duruma getiren en temel etken olarak değerlendirilebilir.
Faşir’in kuşatılması süreci bir yıldan uzun sürmüştür. Şehirde açlık, susuzluk ve ilaç eksikliği sistematik biçimde silah olarak kullanılmış ve yardım girişleri engellenmiştir. Birleşmiş Millletler’e (BM) göre 250 binden fazla sivil, yarısı çocuk olmak üzere kentte mahsur kalmıştır. HDK, 56 kilometrelik toprak set inşa ederek şehri dış dünyadan tamamen izole etmiş, gıda ve ilaç girişini engellemiştir. Bu yöntem, savaşın artık salt askeri bir çatışma olmaktan çıkıp, siviller üzerinde baskı ve açlık yoluyla kontrol kurmaya dayalı ahlak dışı bir stratejiye dönüştüğünü göstermektedir.
HDK’nin Faşir’i ele geçirmesinin ardından kentte toplu infazlar, hedefli suikastlar ve sistematik şiddet dalgası yaşandığı rapor edilmiştir. Eski Milletvekili Siham Hasan Husballah Ali’nin öldürülmesi, sivil yardımları koordine eden aktörlerin hedef alınmasının en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu durum, HDK’nin yalnızca askeri değil, toplumsal otoriteyi de tekeline almak istediğini ve muhalefeti sivilleştiren her girişimi tehdit olarak gördüğünü göstermektedir. Gazetecilerin gözaltına alınması, iletişim altyapısının çökertilmesi ve hastanelerin bombalanması, sahada bilgi karartması ve korku temelli yönetim modelinin uygulandığına işaret etmektedir.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği ve çeşitli bağımsız kuruluşlar, HDK savaşçılarının etnik temelli infazlar gerçekleştirdiğine dair kanıtlar elde ettiklerini açıklamıştır. Bu iddialar, Darfur’un 2000’li yılların başında tanık olduğu soykırım tartışmalarını yeniden gündeme taşımaktadır. Tarihsel hafıza, Darfur’da devlet-dışı silahlı yapıların sınırsız otorite kazandığında ortaya çıkan yıkımın ne kadar kalıcı olduğunu göstermektedir. Bugün yaşananlar, “bir daha asla” sözü verilen dönemin tekrarı niteliğindedir.
Sudan ordusu ise bu tablo karşısında giderek pasifleşmektedir. Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı General Abdulfettah el-Burhan, Faşir’den “daha güvenli bir bölgeye çekilme” kararını savunarak geri adımı taktiksel bir hamle olarak çerçevelemiştir. Ancak bu adım, sivillerin korumasız kalması ve orduya olan güvenin sarsılması sonucunu doğurmuştur. Devletin meşruiyet iddiası zayıfladıkça HDK’nin Darfur merkezli bir “bölgesel yönetim” oluşturma hedefi fiili zemin kazanmıştır. Bu durum, Sudan’ın toprak bütünlüğünü tehdit eden paralel bir otorite yapısının inşasına işaret etmektedir.
Uluslararası toplumun ahlak testi
Uluslararası tepkiler ise son derece sınırlı kalmıştır. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Faşir’deki gelişmeleri “dehşet verici” olarak nitelendirmiş, Afrika Birliği (AfB), “insanlığa karşı suç” uyarısında bulunmuştur. ABD, Avrupa Birliği (AB), Türkiye ve Mısır gibi aktörler acil ateşkes çağrısı yaparken, Çad sınır güvenliğini artırmış ve yeni bir mülteci dalgasına hazırlanmaya başlamıştır. Ancak bu açıklamalar, sahadaki şiddet dinamiklerini değiştirecek bir kapasiteye sahip değildir. Diplomatik söylemle fiili baskı gücü arasındaki fark her geçen gün büyümekte ve HDK’nin sahadaki kurumsallaşmasını kolaylaştırmaktadır.
Uluslararası sistemin en büyük açmazı, Sudan’daki savaşı hala iki generalin iktidar mücadelesi olarak tanımlamasıdır. Oysa bugün yaşananlar bir elit rekabetinden çok daha derindir. Bu yaşananlar toplumsal gruplar, etnik aidiyetler ve insani değerler üzerinden yürütülen kitlesel cezalandırma sürecidir. Bu nedenle insani felaketin önlenmesi yalnızca siyasi bir müzakere meselesi değil, aynı zamanda uluslararası meşruiyetin sınandığı ahlaki bir testtir.
– Sudan’ın geleceği üzerine senaryolar
Faşir’in düşmesi, Sudan savaşında yalnızca bir dönüm noktası değil, ülkenin geleceğine dair karanlık senaryoların kapısını aralayan bir gelişmedir. Bugün itibarıyla Sudan’da savaşın sona erdirilmesi için ne sahada yeterli denge ne de masada güvenilir bir diyalog zemini bulunmaktadır. Bu nedenle ülkenin önünde fiili bölünme, zorunlu ateşkes ve yeniden tırmanma olmak üzere üç olası senaryo bulunmaktadır.
İlk senaryo, Sudan’ın fiilen iki otoriteye bölünmesidir. Darfur ve güney hattında HDK’nin, kuzey ve doğuda ise Burhan liderliğindeki ordunun hakimiyet kurması, ülkenin 2011’de Güney Sudan’ın ayrılmasıyla yaşadığı travmanın yeni bir versiyonuna dönüşebilir. Bu durumda ülke, etnik temelli yönetim bölgelerine ayrılmış, silahlı aktörlerin kontrol ettiği gevşek bir konfederasyona sürüklenebilir. Bu senaryo, insani felaketin derinleşmesi ve Darfur’daki etnik temizlik uygulamalarının kalıcılaşması anlamına gelecektir. Devlet otoritesinin parçalanması, Sudan’ı Somali tipi bir çöküş modeline yaklaştırabilir.
İkinci senaryo, uluslararası baskıyla şekillenecek zorunlu bir ateşkes sürecidir. Türkiye, Mısır, Çad, Körfez ülkeleri ve ABD gibi aktörlerin eşgüdümlü baskısı, tarafları geçici bir duraklamaya zorlayabilir. Ancak böylesi bir ateşkes, yalnızca sivillerin korunması ve insani yardım koridorlarının açılması açısından anlamlı olacaktır. Nitekim, bu yöntem kalıcı barışın teminatı değildir. Yine de bu senaryo, “nefes alma aralığı” oluşturarak tarafların diplomatik zemine çekilmesine olanak sağlayabilir. Bu durumda bölgesel aktörlerin, özellikle Afrika Birliği ve Hükümetlerarası Kalkınma Otoritesi’nin (IGAD), yeniden arabuluculuk rolünü üstlenmesi kritik olacaktır.
Üçüncü ve en riskli senaryo ise savaşın başkent hattına doğru yeniden tırmanmasıdır. HDK’nin Faşir’de kazandığı hareket serbestisini doğuya taşıması, Hartum ve Nil Vadisi ekseninde yeni cephelerin açılması ihtimalini artırmaktadır. Bu, Sudan’ı büyük ölçekli bir kent savaşına sürükleyebilir. Hava bombardımanları ve topçu saldırılarıyla desteklenen şehir çatışmaları, hem sivil kayıpları artıracak hem de ülkenin altyapısını geri dönülmez biçimde yok edecektir. Bu senaryo, savaşın “Darfur merkezli bir kriz” olmaktan çıkarak ulusal ölçekte bir yıkıma dönüşmesi anlamına gelir.
Bu üç senaryonun ortak sonucu, Sudan’ın yakın gelecekte merkezi bir otorite altında yeniden birleşme olasılığının son derece zayıf olduğudur. Devletin kurumsal kapasitesi çökerken aynı zamanda ekonominin çöküşü, kitlesel göç ve insani kriz ülkenin sınırlarını aşan bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Bu savaş Çad, Güney Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi kırılgan komşular için doğrudan istikrarsızlık ithalatı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Sudan’daki çatışma, yalnızca iç mesele değil, “Sahel–Kızıldeniz hattının genel güvenlik mimarisini” etkileyecek bölgesel bir krize dönüşmektedir.
Sonuç olarak Sudan’ın geleceği, askeri zaferlerin değil, insani vicdanın sınavıdır. Uluslararası toplum, çatışmayı “iki generalin iktidar mücadelesi” olarak görmeye devam ederse Faşir örneği Sudan’ın kalıcı olarak bölünmesinin ve milyonlarca insanın ölümle yaşam arasında sıkışmasının sembolü haline gelecektir. Bundan sonrası Sudan’da barışın yeniden inşasına yönelik diplomatik adımların atılıp atılmayacağına bağlıdır. Çünkü Sudan artık yalnızca bir savaş sahası değil, uluslararası sistemin sorumluluk bilincini ölçen bir aynadır.
Kayank: AA / Dr. Kaan Devecioğlu
					
					


