Cumhuriyetin 102. yılında: Şahi’den KAAN’a uzanan yol

Türkiye 2000’li yıllardan itibaren, ekonomik krizinden çıkardığı derslerle birlikte “milli ve yerli” parolasını ön plana çıkarttı. Kamu veya özel tüm teşebbüsler kendi ayakları üzerinde durma yolunu seçti.
Fatih Sultan Mehmet’in Macar Orban’a döktürdüğü Şahi topu, dünya tarihinde bir devrin kapanışını simgeler. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminin teknik ilerlemelerle yakından ilişkili olduğunu söylemek abartı olmaz. Duraklama döneminde bu ivmenin azaldığı, gerileme döneminde ise teknik eksikliklere çare aranıldığı malum.
İlk atılımlar mühendis mektepleri ile atılıyor. III. Mustafa tarafından 1773 yılında kurulan Mühendishane-i Bahri Hümayun ile tersane ve donanmanın geliştirilmesi, III. Selim tarafından 1795 yılında kurulan Mühendishane-i Berri Hümayun ile de topçu ve istihkam subayı yetiştirmenin amaçlandığı biliniyor. Mühendishaneler, Osmanlı’nın askeri alanda Batı’yla arasındaki farkı kapatmak için attığı önemli adımlardı. Ancak Batılı ülkelere keşiflerin, tekniğin ve yayılmacılığın hakim olduğu bu dönemde Osmanlı, gereken ivmeyi yakalayamadığı için bu durum Batı’da “Şark Sorunu” olarak nitelendirildi.
Balkan Felaketi ve sonrasında Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yokluk, yorgunluk ve yoksulluk genç Cumhuriyetin kurulmasında yaşanan çaresizlikleri anlatır nitelikte. Sermaye eksikliği nedeniyle o dönemde girişimciliğin devlet eliyle yürütülmesi zorunlu hale gelmişti. Öncelik olarak vatandaşın temel tüketim ihtiyaçlarının milli imkanlarla karşılanması, kapitülasyonların ve Duyun-u Umumiye’nin lağvı hedefleniyor, “Tam Bağımsız Türkiye” idealinin ekonomik, toplumsal ve askeri boyutlarına ilişkin kapsamlı planlamalar yapılıyordu.
Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifiyle 1933 yılında kurulan Sümerbank, pamuklu dokuma, yünlü dokuma, deri ve ayakkabı, kimya, toprak ve seramik, kâğıt ve demir-çelik sanayisi alanında üretim sorumluluğunu üstlenmiş. Etibank ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünün kurulması ise İngilizlere, Fransızlara veya Almanlara verilen imtiyazlara karşı atılmış bir adım. 1911 itibarıyla madenciliğin yüzde 80’den fazlasının yabancıların elinde olması, bağımlılığın boyutunu gösteriyor.
Aynı dönemde Türkiye, savunma sanayinde tamamen dışa bağımlı. Sakarya Savaşı’nda Sovyet mühimmatına muhtaç Türk Ordusu’nun başarılı topçu atışları hedefe düşünce patlamıyor. Cumhuriyet kurulunca TSK’nın ihtiyaçlarını karşılamak için maddi olanaklar ölçüsünde İngiltere, Fransa ve ABD üretimi hafif tank, zırhlı araç ve top alımları yapılıyor. II. Dünya Savaşı yıllarında M3 Stuart, M4 Sherman, M24 Chaffee gibi silah ve araçlar ABD ve İngiltere’den tedarik ediliyor. Bu dönemde Almanlara karşı savaşa girmek kaydıyla Türkiye’ye silah satışı yapıldığını hatırlatmakta fayda var.
Cumhuriyet ruhuyla kurulan sanayi
Atatürk sanayi atılımını devlet eliyle yaparken genç Cumhuriyetin savunma sanayi, gerekli doygunluğun eksikliğini hissetmekteydi. Sanayi atılımının devlet eliyle yapılıyor olmasının aslî nedeni ise sermaye, yetişmiş insan gücü ve bilgi birikimi eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle devletçilik ilkesi benimsendi: Vatandaş eliyle gerçekleştirilemeyecek girişimlere devletin öncülük etmesi.
II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşulları ve savaş sonrasında küresel güvenlik ve ekonominin iki kutuplu bir hâl alması Türkiye’yi Batı yanında olmaya itiyor. Sovyetlerin, savaş sonrasında Boğazları ve Kafkasya’ya yakın üç vilayeti istemesi hala hatıralarda. Bu nedenle Türkiye, ABD liderliğindeki Batı yarıküreyle birlikte güçler dengesine yöneliyor. ABD’nin Marshall yardımı ise o dönemin daralmış ekonomisi için bir çare şeklinde algılanıyor.
1950’li yıllardan itibaren iç siyasi mücadeleler ve askeri darbelerle zaman kaybeden Türkiye’de önemli bir sanayi adımı olarak 1950 yılında Makine Kimya Endüstrisi kuruluyor. Bununla birlikte Türk sanayileşmesi yeni bir evreyle tanışıyor. Öte yandan üretimin istenen niceliğe ve niteliğe ulaşmasında gecikme yaşandığı da bir gerçek. Savunma alanında 1960’lı yıllarda ABD’den M48 ve M60 tankları ile F-104 jetlerinin TSK envanterine girmesi önemli dönüm noktaları. Keza, 1960’larda ABD’nin F-4 savaş uçağı satışı Türkiye’yi Doğu blokuna karşı cephe ülkesi haline getiriyor.
Türk sanayisinin geçmişteki gelişimi umut verici olsa da yeterliliği konusunda özeleştiri yapmak faydalı olabilir. Cumhuriyet ruhuyla kurulan sanayi tesislerinin yeterince verimli işletilememesi, görev zararlarının artması ve rekabet gücünün düşmesi gibi gerçeklerle yüzleşmek gerekiyor. Nitekim 1970’li yıllardan bu yana kronikleşmiş ekonomik krizlerin bir nedeni de sanayileşmeyi başarmada geç kalmış olmak. Döviz darboğazının kısır döngüsüne kapılan Türkiye’nin 24 Ocak kararlarını, 1994 ve 2001 krizlerini tecrübe ettiği görülüyor. Cumhuriyetin 102’nci yılını kutladığımız 2025 yılındaki manzarayı da bu süreç ile karşılaştırmak faydalı olacak. Bu noktada amaç geçmişten ders çıkartmak ve aynı hatalara kapılmamak.
2025 yılı Türkiyesi
Türkiye 2000’li yıllardan itibaren, ekonomik krizinden çıkardığı derslerle birlikte “milli ve yerli” parolasını ön plana çıkarttı. Kamu veya özel tüm teşebbüsler kendi ayakları üzerinde durma yolunu seçti.
Savunma alanı çoğu zaman diğer sektörlere emsal gösterilse de, aslında daha da öte, sanayileşme hamlelerinin öncüsüdür. 2010’lu yıllara kadar terörle mücadelede dış yardımlara ve ithal silahlara bağımlı olan Türk Silahlı Kuvvetleri, artık kendi sanayisine yaslanmayı öğrendi.
Türk askeri, Türk firmalarının nanoteknolojiyle ürettiği botları ve üniformaları giyiyor. Görünüm caydırıcı, teçhizat ergonomik. Geçmişte Amerikalılardan M1, Almanlardan G3 patentiyle tedarik edilen piyade tüfekleri yerini Milli Piyade Tüfeğine bıraktı. Taarruz helikopteri ihtiyacının hat safhada hissedildiği 1990’lı yıllarda, Kobra helikopterler Türkiye’ye verilmezken, halen Türk pilotları ATAK ve GÖKBEY ile uçuyor. 2000’li yıllarda insansız hava aracı teknolojisine erişim sınırlıyken Türkiye, İsrail’den Heron satın almak zorunda kalmıştı. Bugün, o Heron’lar yerine TUSAŞ’ın ANKA’ları uçuyor. Pilotaj eğitiminde kullanılmak üzere tasarlanan, F-16 satışında uzayan sürece alternatif olarak ortaya çıkan HÜRJET’lerin saldırı uçağı olması planlanıyor. Geçmişte akıllı mühimmata sahip olmaktan esirgenen TSK’nın Stinger’ları NATO sayımına tutuluyordu. Artık SUNGUR, HİSAR, SİPER ve ALKA ile kendi Çelik Kubbesi’ni kuruyor.
Savunma sektörü yanında sivil sanayiyi de ele almakta fayda var. Kendi milli otomobilini üreten bir Türkiye’de maden, enerji, metalürji, inşaat gibi her ekonomik sektörde milli sermaye ile Türk şirketleri başarı hikayeleri yazıyor. Market raflarının hangi ülkeler tarafından doldurulduğu önemli bir parametre. Artık Türkiye diğer ülkelerin raflarına mal veriyor. O halde, Türkiye, artık Batı’nın kuşak veya yarı kuşak ülkesi olmaktan çıktı. Hammaddesini ve nihai mamulünü üreten bir merkezi devlet haline geliyor. Ancak başarıların övgüsünün yanında, alınması gereken mesafe ve mevcut durumun da eleştirel değerlendirmesi yapılmalıdır.
Türkiye bilgi çağını yakalamak için çabalasa da dijital alanda savunmada kaldı. Böyle bir eksikliğin giderilmesi için teknoloji devleri ortaya çıkmalı, milli yazılımları yapay zeka ile buluşturmalı. Bu yazılımların donanım ihtiyacını, özellikle çipler ithal edildiği sürece küresel sermayeye karşı durmak mümkün görünmüyor.
Nadir elementler ve metalürji alanlarında kendi doğal kaynaklarımızı kullanma konusunda yeni atılımlar olumlu. Ancak bu kaynakları mutlaka milli teknolojilerle birleştirmemiz gerekiyor. Türkiye, nadir elementleri ve madenleri ihraç eden değil, bunları nihai mamule dönüştüren bir sanayiye sahip olmalıdır.
Kimya ve ilaç sektöründe yabancı sermaye ile rekabet edebilecek teşebbüs sayısı pek fazla değil. Bu iki sektör, bizler farkında olmadan, günlük harcamalarımızı cebimizden diğer ülkelere aktarıyor.
Coğrafi keşiflerden 500 yıl sonra, önce okyanusların, şimdi de uzayın yeni bir yarışa ivme kazandıracağı dikkate alınırsa Türkiye’nin halen yaşadığı kalkınma sürecine ivme katması gerekiyor. Kapsamlı ve katmanlı bir anlayışla sinerji yaratacak ‘atılım eko-sistemini’ planlamayı düşünmek zorundayız. Kalite ve marka yaratma konusunda cesur olmak, Şahi’de başlayan süreci, KAAN sonrasına taşımalıyız.
Kaynak: AA / Doç. Dr. Murat Aslan



