11 Eylül'ün 20. yılında Afganistan'da ikinci Taliban dönemi - M5 Dergi
Öne ÇıkanStrateji Analiz

11 Eylül’ün 20. yılında Afganistan’da ikinci Taliban dönemi

Abone Ol 

ABD’nin, uluslararası kamuoyunun, örgütlerin ve hukukun desteğini arkasına alarak icra ettiği terörle mücadele politikası, teori ve pratikteki farklılıklardan ötürü kısa sürede tepki çekmeye başladı.

ABD tarihinin en ölümcül terör saldırısı olan 11 Eylül; saldırının stratejik niteliği, devletlerin terörizmle mücadele politikaları, askeri doktrinler, uluslararası hukuk ve devlet dışı silahlı aktörlerin imkân ve kabiliyetleri ile güvenlik literatürü açısından bir kırılma noktası teşkil eder.

Saldırıların ardından “terörle küresel savaş” ilan eden ABD, bu savaşın gerekçesi, aracı ve amacı hususunda sadece uluslararası kamuoyunun değil, aynı zamanda uluslararası hukukun da desteğini arkasına aldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), 11 Eylül’ü müteakiben bir dizi karar aldı; BM Şartı’nın 51. maddesine referansla hem saldırıya mukabelede bulunma yetkisinin tanınması (askeri harekâtın meşruiyeti) hem de koalisyon uzlaşısının sağlandığı müşterek meşru müdafaa geçerli kılındı. İlaveten bölgesel bir örgüt olan NATO, kuruluş anlaşmasının en kritik normlarından biri olan 5. maddeyi tarihinde ilk kez yürürlüğe soktu: “Birimize yapılan saldırı hepimize yapılmıştır” prensibiyle “müttefiklik ilişkisi” ve “ortak savunma” ilkesini hayata geçirmek üzere ilk kez (ve gerçek anlamda ilk defa tek başına) askeri harekât kararı aldı.

Fakat Beyaz Saray Yönetimi, stratejik sürpriz olarak nitelenen 11 Eylül saldırısına mukabele anlayışını ileriye taşıdı ve “Bush Doktrini” şeklinde kavramsallaştırılan yeni terörle mücadele politikası “önleyici” ve “ön alıcı” anlayış üzerine yeniden şekillendirilirken, “erken meşru müdafaa” uluslararası hukuk literatürünün yeni ve can alıcı tartışma konusu haline geldi.

Böylece ABD, El-Kaide ve işbirlikçilerine karşı yürüteceği terörle mücadelede bölgesel ve uluslararası örgütlerin desteğini arkasına almış oldu; 1373 sayılı BMGK kararı başta olmak üzere kuvvet kullanma hukuku açısından önem arz eden ve kendisine tanınan tüm hak ve yetkiler doğrultusunda 7 Ekim 2001 günü Afganistan’a yönelik “Kalıcı Özgürlük Harekâtı” başlatıldı. Fakat Beyaz Saray Yönetimi, stratejik sürpriz olarak nitelenen 11 Eylül saldırısına mukabele anlayışını ileriye taşıdı ve “Bush Doktrini” şeklinde kavramsallaştırılan yeni terörle mücadele politikası “önleyici” ve “ön alıcı” anlayış üzerine yeniden şekillendirilirken, “erken meşru müdafaa” uluslararası hukuk literatürünün yeni ve can alıcı tartışma konusu haline geldi.

Ne var ki, ABD’nin uluslararası kamuoyunun, örgütlerin ve hukukun desteğini arkasına alarak icra ettiği terörle mücadele politikası teori ve pratikteki farklılıklardan ötürü kısa sürede tepki çekmeye başladı. Bu bağlamda ABD’nin terörle küresel ölçekte mücadele eden, dünyaya barış, istikrar ve demokrasi vaat eden hegemon güç konumundan hızla “işgalci” ve “yayılmacı” statüsüne evirildiği gözlemlendi.

Birincisi, ABD, kuvvet kullanma hukukundaki “orantılılık” ilkesine riayet etmedi. İkincisi, ABD, “sivil kayıp” başta olmak üzere çok taraflı zararlara sebep oldu. Üçüncüsü, ABD, düşman unsur olarak nitelediği “savaşçılara” ve “tutuklulara / mahkûmlara” doğru şekilde muamele etmedi. Dördüncüsü, ABD, “ulus” ve “devlet” inşa etme projesini “yayılmacı devlet” yaklaşımıyla kendi kurum, kural ve kültürünü dayatmaya çalışarak gerçekleştirmeye çalıştı.

Öyle ki, ABD Afganistan topraklarını terk ederken 29 Ağustos 2021 günü DEAŞ’ın Afganistan kolu DEAŞ/H unsurlarına karşı Kabil’de düzenlediği İHA saldırısında, aynı aileden altısı çocuk 10 kişinin yaşamını yitirmesine neden olarak bir katliama daha imza attı.

Örneğin, ABD’nin orantısız şekilde kullandığı yoğun hava saldırıları ve bu saldırılarda yaşamını yitiren binlerce sivil, Afgan halkının ABD ve uluslararası koalisyon güçlerine karşı giderek büyüyen güvensizliğine ve öfkesine yol açarken, Taliban’ın halk desteğini kazanmak üzere kullandığı en güçlü gerekçe ve söylemlerden birisini oluşturdu. Sadece 2016-2020 yılları arasında gerçekleşen toplam sivil kayıp 3 bin 977 oldu. Bunun yüzde 40’ını çocuklar teşkil ederken, sivil ölümlerin yüzde 62’si uluslararası koalisyon güçleri yüzünden gerçekleşti. Öyle ki, ABD Afganistan topraklarını terk ederken 29 Ağustos 2021 günü DEAŞ’ın Afganistan kolu DEAŞ/H unsurlarına karşı Kabil’de düzenlediği İHA saldırısında, aynı aileden altısı çocuk 10 kişinin yaşamını yitirmesine neden olarak bir katliama daha imza attı.

Yine Bush, Küba’daki Guantanamo Üssünde bulunan ABD Ordusu’na ait askeri hapishanede tutuklu bulunanlara Cenevre Sözleşmeleri uyarınca muamele edildiğini iddia etmesine karşın haklarında herhangi bir suçlama olmaksızın tutulan, işkence vb. insanlık dışı uygulamalara maruz kalan mahkûmlara ait görüntülerin medyaya yansımasıyla Guantanamo Hapishanesi ABD tarihine bir utanç kaynağı olarak geçti ve uluslararası toplumun eleştiri oklarına hedef oldu. Oysa aynı ABD, Guantanamo’da “terör zanlısı” şeklinde adlandırdığı El-Kaide ve Taliban militanlarını, Şubat 2020’de imzalanan barış anlaşmasını müteakiben meşruiyet kazandırdığı siyasi bir aktöre dönüştürdü. Her ne kadar ABD için halen El-Kaide “terör örgütü” olarak adlandırılsa da yakın geçmişte salınan binlerce mahkûmun arasında El-Kaide ve Taliban unsurlarını net olarak ayrıştırmak mümkün değil. Kaldı ki, 2021 yılı bahar aylarından itibaren Kuzey’deki teritoryal kontrolünü hızla genişleten Taliban militanları içinde çok sayıda El-Kaide unsurunun barındığı da açığa çıktı.

Keza ABD’nin bir yandan ülkelere güç kullanarak demokrasi ihraç etmeye çalışması, diğer yandan acımasızca şiddet kullanarak halkı sindiren ve teritoryal kontrolü ele geçiren terör örgütleriyle anlaşma yapması ABD için uluslararası toplum nezdinde büyük bir itibar kaybı ve küresel liderliğinin sonuna dair somut bir tezahür olmuştur.

Bunun da ötesinde ABD’nin mevzubahis barış anlaşmasında öne sürdüğü en kritik şartlardan biri Taliban ile DEAŞ’a karşı mücadele edecek olması ki, bu durum ABD’nin 20 yıl boyunca El-Kaide ve Taliban’a karşı yürüttüğü terörle mücadele politikasının ne kadar yapay, pragmatik ve değişken olabileceğini kanıtlar mahiyette. ABD’nin bu tutumu “kimin”, “ne zaman”, “hangi şartlar altında” ve “nasıl” terör örgütü yahut meşru siyasi aktör şeklinde tanımlanması gerektiğine dair büyük bir tartışma ve sorunsal yaratmış oldu. Keza ABD’nin bir yandan ülkelere güç kullanarak demokrasi ihraç etmeye çalışması, diğer yandan acımasızca şiddet kullanarak halkı sindiren ve teritoryal kontrolü ele geçiren terör örgütleriyle anlaşma yapması ABD için uluslararası toplum nezdinde büyük bir itibar kaybı ve küresel liderliğinin sonuna dair somut bir tezahür olmuştur.

ABD’nin Afganistan’daki birincil varlık sebebi El-Kaide ve Taliban tehdidinin ortadan kaldırılması, Afganistan’ı “başarısız”, “zayıf”, “kırılgan” ve “çökmüş” devlet konumundan kurtararak bir ulus-devlet inşa etmek suretiyle ülkeye ve bölgeye barış ve istikrar getirmek iken, 11 Eylül’ün 20. yılında gelinen aşama, Afganistan’ı Taliban’a teslim etmek olmuştur. Yirmi yıl içerisinde Taliban’ın değişip değişmediğini ilerleyen zamanlardaki eylemlerine bakarak karar vermek daha doğru bir yaklaşım olsa da Taliban’ın barış görüşmeleri esnasında hiçbir zaman demokratik seçime yanaşmaması, geçici hükümet modellemelerinde diğer etnik grupların temsiliyet oranını ve düzeyini göz ardı etmesi pek de parlak bir geleceğin sinyalleri değil.

Afganistan’ı bekleyen senaryolar

Mevcut aktörler ve koşullar üzerinden değerlendirildiğinde Afganistan’a dair üç temel senaryodan söz edilebilir:

Birincisi, Taliban’ın 90’lı yıllara nazaran daha tavizkar bir tutum benimsemesi ve bu sayede dünyayla entegre olması. Bunun temel nedeni ülkenin tamamen dışa bağımlı yapısından; Afganistan’ın gıda maddelerinden mühimmata kadar yabancı ülkelerin yardımları olmadan öz idame ve öz savunma yapmasının mümkün olmamasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Taliban’ın, muhtaç olduğu desteği, en azından bir süreliğine diplomasi kanalıyla, uzlaşı mekanizmalarını devreye sokarak karşılama niyetinde olduğu görülüyor. Bir tür iyi niyet okumasına dayalı olan bu senaryo, Taliban’ın kısa sürede meşruiyet kazanması ve uluslararası tanınırlığı ile neticelenecektir.

İkincisi, Afganistan’ı salt Taliban’a teslim etmek istemeyen diğer aktörler vekalet savaşını hızlandırmak suretiyle diğer devlet dışı silahlı aktörleri destekleyeceklerdir. Bu da Taliban’ı ülkeyi savunma imkân ve kabiliyetinden yoksun aciz bir duruma sokacak ve böylece içerideki direniş mekanizmasını harekete geçirecektir. Bu minvalde Afganistan, istediği temsiliyet hakkını elde edemeyen diğer etnik grupların ayaklanmasıyla cereyan edecek bir iç savaşa sürüklenecek ve başka bir küresel gücün müdahalesini bekleyecektir.

Mevzubahis iş birliği ise üç muhtemel alternatifi gündeme taşıyabilecektir; eğer katılımcı bir hükümet olmayacaksa “konfederal devlet modeli” veya yerel yönetimler mekanizmasının değiştirilmesi (örneğin valilerin seçimle gelmesi) ya da ülkenin kuzey ve güney şeklinde ikiye bölünmesi olabilecektir.

Üçüncüsü, Taliban ülkedeki tek baskın aktör olamayacağını idrak edecek ve diğer aktörlerle iş birliğine gitmek zorunda kalacaktır. Mevzubahis iş birliği ise üç muhtemel alternatifi gündeme taşıyabilecektir; eğer katılımcı bir hükümet olmayacaksa “konfederal devlet modeli” veya yerel yönetimler mekanizmasının değiştirilmesi (örneğin valilerin seçimle gelmesi) ya da ülkenin kuzey ve güney şeklinde ikiye bölünmesi olabilecektir. Ancak bu tarz bir bölünme ihtimali, bölge açısından çok daha zorlu ve kırılgan bir jeopolitik sorunsalı doğuracaktır.

ABD, 11 Eylül’ün ve Afganistan işgalinin yirminci yıl dönümünde Afganistan’dan ağır kayıplar vererek çekilmek zorunda kaldı. Daha da kötüsü bunu, ülkeyi 20 yıldır savaştığı unsurlara teslim ederek ve küresel imajı ağır darbe alarak gerçekleştirdi. Yirmi yılın ardından Afganistan ise daha kırılgan bir devlete dönüştü. İkinci Taliban döneminde bu kırılganlık ya tamir edilecek ya da Afganistan bölge için daha ağır bir jeopolitik maliyet üretecektir. Bu maliyetin asgariye indirilmesi ancak Taliban’ın kapsayıcı bir hükümet kurarak baskıcı bir rejimi hayata geçirmemesine ve bölge ülkelerinin jeopolitik uzlaşısına bağlıdır.

[Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Merve Seren savunma, güvenlik ve istihbarat alanında çalışmalarını sürdürmektedir]

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close