Türkiye'nin Öz-Savunma İmkân ve Kabiliyetleri - M5 Dergi
Kapak

Türkiye’nin Öz-Savunma İmkân ve Kabiliyetleri

Abone Ol 

TÜRKİYE’NİN ÖZ-SAVUNMA İMKÂN VE KABİLİYETLERİ:
KAVRAMSAL VE KURUMSAL DEĞİŞİM

Hâlihazırda ulusal güvenlik ve savunma politikalarındaki uzlaşmazlık düzeyine bakıldığında; Türkiye’nin gerek NATO gerekse AB ilişkilerine yansıdığı üzere, Batı ile arasındaki güven sorunu gittikçe derinleşmektedir.

Bu olumsuz gidişat; Türkiye’nin Batı’dan Asya’ya doğru bir eksen kayması yaşayıp yaşamayacağından ziyade, herhangi bir eksene bağımlı kalmaksızın kendi öz-savunma ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceği sorununu önemli kılmaktadır.

Türkiye, 2000’li yılların başından itibaren ‘geleneksel’ savunma politikasında değişime gitti. Bu değişimin kökeninde, Türkiye’nin on yıllardır biriktirdiği olumsuz tecrübeler yatıyordu. Söz konusu deneyimler, esasında Ankara’nın, İkinci Dünya Savaşı sonrası izlediği iç ve dış politik tercihlerinin birer çıktısıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde Türkiye, sadece siyasi ve ekonomik anlamda değil, ulusal güvenlik ve savunmada da Batıya angaje olmayı kabul etti.

ABD merkezli Batı kampı için Türkiye, Sovyet yayılmacılığı karşısında sunduğu jeostratejik konumu itibarıyla bir kalkan misyonu üstleniyordu. Ayrıca Türkiye; bölgesel politikalarda sınır komşularıyla ilişkisi, yumuşak gücü, enerji kaynaklarına yakınlığı, yeraltı zenginlikleri, ulaşım ve taşımacılık güzergâhı, nüfusu, mal ve hizmet üretimi için gereken işgücü kapasitesi gibi birçok farklı açıdan geleceğe dönük fırsatlar barındırıyordu. Türkiye’nin sunduğu olanakların farkında olan iki süper güçten ABD, Sovyetlere karşı, Türkiye’yi uzun süre yanında, aslında himayesi altında tutması gerektiğinin farkındaydı. Bu bilinç ve niyetle ABD, Türkiye’ye mali ve askeri yardım yapma kararı verdi ve böylece 1947’deki Truman Doktrini ve 1948’deki Marshall Planı uygulamaya konuldu. Türkiye’nin özelde ABD genelde Batı ile arasındaki yakın işbirliğini sağlayan temel parametre ise 1952 yılındaki NATO üyeliği oldu. Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisinin artık bir parçası haline gelen Türkiye, ortak savunma sistemine dâhil edilmesinin ardından ulusal ve bölgesel tehdit değerlendirmelerini ve tehditlere ilişkin cevaplarını Batı’nın algısı üzerinden şekillendirmeye başladı. Kuşkusuz 1950’li yılların ekonomik koşulları, Türkiye’nin öz-savunmasını sağlayabilecek koşulları yaratmaktan uzaktı. Bu anlamda Türkiye’nin bir dizi ikili anlaşma kanalıyla ABD’den temin ettiği askeri ve ekonomik yardımlar, dönemin Ankara Hükümeti için iç ve dış politikada bir zaruret olarak görülüyordu. Ne var ki Türkiye’nin ulusal güvenlik ve savunma politikalarındaki “Batı bağlılığı”, zamanla “kronik bir bağımlılık” sendromuna dönüştü. Bu bağımlılık semptomunun en bariz tezahürü, 1964’te ABD Başkanı Johnson’un kaleme aldığı mektuptaki ültimatom ve tehditlere yansıyordu.

Tam 10 sene sonra 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ertesi yılında ABD Kongresi’nden “silah ambargosu” kararı çıktı. Böylece yumuşak karnından vurulan Türkiye, savunmadaki bağımlılık zafiyeti yüzünden ihtiyaç duyduğu mermi ve yedek parçaları Libya’dan temin etmek zorunda kaldı. Şüphesiz 1975–1978 yılları arasında süren silah ambargosu, Türkiye için büyük bir ders oldu; bu sayede Ankara, savunmadaki bağımlılıktan kurtulma arayışına yöneldi. Nitekim söz konusu arayışın neticesinde bugün Türkiye, ASELSAN gibi global ölçekte mevcudiyet gösterebilecek bir şirkete kavuştu.

TÜRKİYE’NİN BATIYLA ARASINDA GİTTİKÇE DERİNLEŞEN GÜVEN SORUNU

Elbet Türkiye’nin ulusal güvenlik ve savunma politikalarına ilişkin Batı kanadıyla restleştiği mevzular, 1990’lı yıllara has değildir. Malum 2000’li yıllara damga vurması itibarıyla; 1 Mart tezkeresi, Çuval hadisesi, Patriotların geri çekilmesi, Suriye İç Savaşı boyunca PKK/YPG/PYD’ye silah yardımı yapılması, F–35 programının akıbeti, NATO üyeliğinin geçerliliği gibi birçok vuku ve tartışma defalarca kez temerküz etmiştir. Kaldı ki Türkiye ve Batı Bloğu arasında; bölgesel politikalar (özellikle Orta Doğu coğrafyası, İsrail-Filistin meselesi), doğal zenginliklerin kullanılması, enerji kaynaklarının paylaşımı, yerüstü ve yeraltı kaynaklarına erişim kanalları, siyasi, dini (mezhepsel) ve etnik konular başta olmak üzere en baştan beri var olan çıkar çatışmaları gittikçe büyüyen bir sarmala dönüşmektedir. Dahası 2000’li yılların Türkiyesi, özellikle iç ve dış kaynaklı terörle mücadele boyutunda (FETÖ/PDY, PKK/PYD, DEAŞ vd.) kendi tehdit algısı ve çıkarlarını öncelemeye devam ettikçe bu sarmalın daha meydan okuyucu bir hal alacağı aşikârdır. Hâlihazırda ulusal güvenlik ve savunma politikalarındaki uzlaşmazlık düzeyine bakıldığında; Türkiye’nin gerek NATO gerekse AB ilişkilerine yansıdığı üzere, Batı ile arasındaki güven sorunu gittikçe derinleşmektedir.

Bu olumsuz gidişat; Türkiye’nin Batı’dan Asya’ya doğru bir eksen kayması yaşayıp yaşamayacağından ziyade, herhangi bir eksene bağımlı kalmaksızın kendi öz-savunma ihtiyaçlarını nasıl karşılayabileceği sorununu önemli kılmaktadır. Zira artık Türkiye’nin güvenlik ve savunma ihtiyaçlarını herhangi bir eksene devretme durumu da lüksü de yoktur. Aksine Türkiye’nin kendisine özgü, yerli, milli, bağımsız, fonksiyonel ve etkin bir savunma mekanizması inşa etmeye ihtiyacı vardır.

REFORMA ODAKLANILACAK ÜÇ TEMEL ALAN

Bu hakikatten hareketle Türkiye, mevcut ve gelecekteki muhtemel tehditlerin (siyasi, askeri, ekonomik, sosyokültürel, bölgesel ve küresel ölçekli krizler vb.) üstesinden gelebilecek imkân ve kabiliyetlere haiz olmak adına üç temel alanda reforma odaklanmalıdır. Birincisi; Türkiye’nin kendisine özgün ve modüler bir kavramsallaştırmaya yönelerek, risk ve tehdit önceliklendirmesini yeniden belirlemesidir. Bu sıralama, NATO ve AB’deki devletlerle uzun zamandır hemfikir olunan müşterek iç/dış tehditleri göz önünde bulundurmakla birlikte, bilhassa Türkiye’nin bulunduğu Orta Doğu coğrafyasındaki (istikrarsızlık paterni ve güvenlik pratikleri) tehdit skalasını hesaba katmalıdır. Bunun için özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte, Türkiye’nin ulusal güvenlik mimarisini yeniden teşkil eden tüm kurum ve kuruşların (bakanlıklar, komisyonlar, kuruluşlar, çalışma grupları vb.) ortak bir çalışma yapması zaruridir. Bu bağlamda Türkiye’nin risk ve tehdit algısına, askeri ve sivil kurumların (üniversiteler, düşünce kuruluşları, ilgili –mülteci meselesi, sınır güvenliği gibi- ulusal ve bölgesel ölçekte çalışan dernek ve vakıflar dâhil ) eş zamanlı ve interaktif bir şekilde entegre edilmeleri ziyadesiyle mühimdir.

Ayrıca bu ortak çalışmanın, nihayetinde MGK gibi savunma ve güvenlik mekanizmasının ana bileşenini temsil eden analitik ve uygulayıcı bir merkez üzerinden işlevsel kılınması gerekliliği dikkate alınmalıdır.

İkincisi; Türkiye’nin sadece konvansiyonel değil, hibrit tehditleri bir arada barındıran ve süratle karakter değiştiren yeni harp sahasına uyum sağlamasına ilişkindir. Bu çerçevede Türkiye’nin, TSK’nın yanı sıra teknolojik imkân ve kabiliyetlerini yeniden hesaplaması; güçlü ve güçsüz olduğu yönleri rasyonel, gerçekçi ve öngörülü bir şekilde tespit etmesi gerekmektedir. Nitekim günümüz harp meydanları; askeri mevcudun niceliğinden daha ziyade niteliğinin ağır bastığını, teknolojik gücün düzensiz ve asimetrik tehditler karşısında oynadığı kritik rolü kanıtlar mahiyettedir. Bu minvalde Türkiye’nin, mevcut ve muhtemel hasımlarına (gerek devlet, gerekse devlet-dışı aktörle karşı) sahip olması gereken yetenek ve kapasiteyi yeniden muhakeme edip belirlemesi elzemdir. Örneğin, füze tehdidinin alanı ve boyutuna ilişkin yapılacak tehdit ve caydırıcılık çıkarsamaları; Türkiye’nin S–400 meselesi gibi konularda yaşayabileceği siyasi, askeri ve ekonomik sorunların yanı sıra uzun vadeli akıllı yatırım araçlarının tespiti açısından da kritik öneme sahiptir. Kısacası Türkiye, mevcut ve muhtemel tehdit değerlendirmeleri ve hedefleri üzerinden kendisine harp meydanlarına daha süratli, esnek, kolay ve etkin dâhil olmasını sağlayacak bir yol haritası çizmelidir. Bu yol haritasının en önemli parametrelerinden birisi zamanlamadır ki; güvenlik ve savunma ihtiyaçlarının, ne kadar sürede yerli ve milli kaynaklarla üretilebileceği konusunda samimi ve gerçekçi bir yaklaşım benimsenmelidir. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise kurumsal reformdur. Zira Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte ulusal güvenlik mimarisini teşekkül eden kurum ve kuruluşlar yeni bir yapıya kavuşmuşlardır. Ne var ki bu yeni yapıda önemli olan, kurumların hangi yetkili üst makama bağlandığı değil; aksine yeni düzende ulusal güvenlik ve savunma mekanizmasının ne kadar fonksiyonel kılınacağıdır. Dolayısıyla kurumsal yapıdan ziyade, kurumsal zihniyetin değişmesi en kritik aşamayı teşkil etmektedir.

Kurumların rolleri yeniden belirlenirken, insan kaynağının ekseriyetle sabit kaldığı hatırda tutulmalıdır.
Bu nedenle savunma mekanizmasındaki mevcut kadroların; eğitimleri, bölüm dağılımları, ihtisas alanları, bilgi ve tecrübeleri dikkate alınarak kurum içi yeniden yerleştirilmeye tabi kılınmaları mühimdir. Böylece hem bürokratik yorgunluktan kaynaklı yavaşlamayı nispeten gidermek hem de daha etkin bir işleyiş yaratmak mümkündür. Keza geleceğin tehditlerine karşı öngörülü bir biçimde yeni istihdam alanlarının yaratılması (örneğin, siber, uzay, yazılım ve kriptoloji alanlarında) icap etmektedir ki bu tür yeni alımlardaki kriter ve kalite; Türk savunmasının gelecekteki yerli ve milli üretim kapasitesi açısından belirleyici olacaktır. Bilahare kurumsal reformasyon sürecinde, Türkiye’nin savunma planlamasını ve tedarik sistemini yeniden dizayn etmesi mecburidir.

Bu bağlamda Türkiye’nin uzun zamandır savunma sorunsallarından birisini temsil eden ve işletim açısından hayati rol oynayan, “zaman” ve “süreç” yönetimlerine eskisine nazaran çok daha hassasiyetle eğilmesi gerektiği açıktır. Son olarak Türkiye’nin güvenlik ve savunma mekanizmasında kronikleşen sorunları aşabilmesi; kavramsal, kurumsal ve uygulama alanlarının her bir boyutunda istikrara ve sürdürülebilirliğe bağlı olduğu unutulmamalıdır.

Etiketler
Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close