Tunus'da Darbenin Perde Arkası ve Türkiye Karşıtı İttifakın Planı - M5 Dergi
Öne ÇıkanStrateji Analiz

Tunus’da Darbenin Perde Arkası ve Türkiye Karşıtı İttifakın Planı

Abone Ol 

Türkiye’ye karşı atılan adımlar ne olursa olsun artık bölgede Türkiye’nin olmadığı bir denklem söz konusu değildir. Ve Türkiye Ekseni şunu net bir şekilde ilan etmektedir: Batılı dünya düzeni çöktü. Güçlü, kadim medeniyetimiz ve yeni cümlelerimizle geri dönüyoruz.

Pandemi sürecini ‘komplo teorileri’ ile süsleyen birçok farklı fikir olsa da neredeyse herkesin hemfikir olduğu nokta Pandemi sonrası dünyadaki dengelerin birçok bakımdan kökten değişeceği yönünde. Zira bu durum artık öngörüden ziyade ete kemiğe bürünmüş şekilde birçok alanda görünüyor.

Pandemi; dünya genelinde çok sarsıcı güç kaymalarına, ekonomik/jeopolitik eksen hareketliliğine, Doğu-Batı güç haritasının sarsılmasına ve güç haritaları kadar fiziki haritaların da değişmesine yol açacak ve açmaya başladı.

Peki bu durum Pandemi’nin bir sonucu mu, yoksa Pandemi bu süreci tetiklemek için oluşturulan bir araç mı?

Bu tartışmaya hangi açıdan bakarsak bakalım; istenen sonuç küresel bir merkezi sistem kurulması ve sistemin içerisine dahil olmak istemeyen ülkelerin ve güçlerin tamamen pasifize edilmesi. Fakat işleyen bu ‘plan’ içerisinde tabir yerinde ise ‘çarka çomak sokan’ birkaç önemli unsur ciddi bir şekilde “sorun” haline gelmiş durumda. Bunların başında da şüphesiz; hem jeopolitik konumu, hem tarihi kökenleri, hem dini ve etnik bağları hem de ‘artık ben de varım politikaları” ile Türkiye geliyor.

ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu, 100 yıldır tamamen onların “kazancı ve refahı” üzerine işleyen Atlantik merkezli küresel sömürü ve güç yapılanması sistemi artık büyük bir tehlike içerisinde.

Peki Türkiye bu kadar önemli mi? Hemen sürece göz atarak gözler önüne serelim.

“Arap Baharı Süreci ve Türkiye”

2011 yılında Tunus’da üniversite mezunu ve işsiz olan Muhammed Buazizi adlı bir gencin seyyar satıcılık yaparken tezgahına el konulması ve ardından kendini yakması ile başlayan protestolar çok kısa bir zaman içerisinde Tunus’dan bölge ülkelerinin neredeyse tamamına sıçradı ve bölge yaklaşık 11 yıldır devam eden iç çatışmaların fitilini ateşledi.

Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de büyük çapta; Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta küçük çapta olmak üzere tüm Arap dünyasını etkileyen protestolarla ilgili tüm ayrıntıları burada vermek imkansız. Fakat bu ülkelerin süreç içerisindeki “demokratikleşme” adımları ile ilgili bir kaç örnek verelim.

1- Fransız gazetesi Le Figaro’da yer alan makalede, Ortadoğu Uzmanı Pierre Russelin bölgede yaşanan ‘devrimlerin’ ilk döneminde (2011) şu analizi kaleme almıştı.

“Türkiye, yaşayan bir demokrasi ve uluslararası sahnede farkına varılır bir özerklik sağlamış modern Müslüman bir ülke.Türkiye Arap halkları için bir ilham kaynağı haline geldi”

2-Tunus’da yaşanan süreçte 23 yıllık iktidarının ardından Zeynel Abidin Bin Ali yönetimi devrilmiş ve ardından ülkeyi yönetmek için ön plana çıkan Nahda Haraketi’nin lideri Gannuşi şu açıklamayı yapmıştı.

“Demokrasi ve İslam uyumunun yakalamasında Türkiye önemli bir örnek. Türkiye’yi bir model olarak görüyoruz.”

3-Mısır’da yaşanan süreçte 30 yıllık iktidarının ardından Hüsnü Mübarek yönetimi devrilmiş ve ardından ilk meşru seçimlerde iktidara gelen Muhammed Mursi şu açıklamayı yapmıştı.

“Türkiye modeli Mısır için en uygun model. Türkiye güçleniyor ve Türkiye Akdeniz’e indiğinde kimin kazandığını göreceksiniz.”

4-Libya’da yaşanan süreçte 42 yıllık Kaddafi iktidarının devrilmesinin ardından göreve gelen Başbakan Ali Zeydan şu açıklamayı yaptı.

“Türkiye ile ilişkileri her anlamda geliştirmeliyiz. İster ticari, ister siyasi isterse de eğitim ve sağlık alanında olsun Türkiye ile ilişkilerde en iyi noktaya ulaşmak istiyoruz. Türkiye model bir ülke.”

Sadece birkaç örnek verdim. Ve bu açıklamaları yapan liderlerin tamamı devrilmiştir. Zira; neredeyse süreci yaşayan tüm ülkelerde darbeci ordulardan sonra iktidara gelen sivil yönetimlerden benzer açıklamalar yapıldığını rahatlıkla görebilirsiniz.

“Kukla Liderler İle Yeni Adım”

Bir halk hareketi olarak başlayan ve ardından batı ülkelerinin yeni iktidarları istedikleri gibi belirlemek için bir mücadele arenasına dönüşen bölgede geçen 11 yıl içerisinde neredeyse darbe süreçleri ve iç karışıklıklar hiç bitmedi.

Özellikle bölgede yeni gelen iktidarlarla istediğine ulaşamayan batı güçleri çeşitli klikleri silah ve istihbarat faaliyetleri ile destekleyerek bölgede süregiden karışıklıkların devam etmesine neden oldu ve sürekli “demokrasi’den bahseden güçler “kullanışlı” iktidarlar gelmediği sürece yeni darbelerin önünü açtı.

Gelinen noktada ise artık demokrasi söylemlerini tamamen rafa kaldırarak “kukla” liderlerle yola devam etme adımlarını artırmaya başladılar. Her ne kadar üzerine “Halifelik” planı yaptıkları (geniş bir konu) Veliaht Selman planı çökse de; diğer konularda Suudi Arabistan’da yaşanan sessiz bir devrimle kukla Veliaht Prens Selman ve BAE’de kukla Veliaht Prens Muhammed bin Zayed’in etkin olarak daha “kullanışlı” olması Batı’nın planlarını revize etmesine neden oldu.

Bunun son örneği ise; belki de Arap Baharı sürecindeki en sağlam demokrasi sürecini yaşayan, geniş katılımlı bir anayasa yapmayı başaran ve iç karışıklıları diğer ülkelere göre çok büyük ölçüde azaltan Tunus’da görüyoruz. Ve bir bakıma Tunus’ta 11 yıl önce başlayan süreç yeniden Tunus’ta şekilleniyor.

Tunus Örneği

Tunus’ta devrim sonrasında yaşanan olumsuzlukların diğer Arap ülkelerindeki gibi bir iç karışıklığa yahut darbeye dönüşmemesinde Nahda Hareketi Lideri Gannuşi’nin payını yadsımak mümkün değil.

Raşid Gannuşi, 1990’lı yıllarda yazdığı ‘İslam Devleti’nde Kamusal Özgürlükler’ isimli kitabında İslam ve Demokrasi uyumunu savunmuş, demokrasinin ‘şirk’ veya ‘küfür’ olduğunun savunulduğu yıllarda bu görüşü savunan ilk teorisyen olmuştur. Bu tavrı, Arap dünyasındaki bazı Selefilerin kendisini tekfir etmesine neden olmuştur.

Gannuşi, 2016 yılında yaptığı bir açıklama ile Nahda Hareketi’nin siyasal İslam’ı geride bırakarak demokratik İslam’a geçtiğini ifade ederek kendilerini Müslüman Demokratlar olarak tanımladıklarını ifade etmiştir.

Gannuşi ayrıca, pek çok açıklamasında Türkiye’nin İslam ülkeleri açısından örnek alınması gereken bir ülke olduğunu ifade etmesiyle bilinmektedir. Demokrasi ve İslam uyumunun yakalamasında Türkiye’nin önemli bir örnek olduğunu savunan Gannuşi, devrimden hemen sonra 2012 yılında verdiği bir röportajında da “Türkiye’yi bir model olarak görüyoruz.Türkiye’nin insan haklarında ve demokraside edindiği kazanımlardan da faydalanmalıyız” ifadeleriyle Türkiye’nin Tunus’un dönüşümünde önemli bir ülke olacağını ifade etmiştir.

Devrim sırasında Tunus halkının yanında yer alan Türkiye, devrimden sonra Tunus’la ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirmiştir. Son zamanlarda Türkiye’nin yatırım hedeflerinden biri haline gelen Tunus’ta birçok alanda faaliyet gösteren 50’ye yakın Türk şirketi bulunmaktadır.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Tunus’ta Arap Baharı sürecinde Tunus Ordusu, protestolar başladığı sırada tarafsız kalarak halkın üzerine yürümemiş, sonrasında yaşanan süreçlerde de siyasete müdahil olmamıştır.

İkincisi, devrim sonrasında toplumun tüm kesimlerince müzakerelerin dikkatlice yürütülmesi ve iktidar sahiplerinin iktidarı paylaşma cömertliğini göstermesidir. Devrim sonrası yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkan Nahda Hareketi, tek başına hükümet kurabilecekken diğer kesimlerle bir üçlü koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu durum, anayasa çalışmalarının toplumun farklı kesimlerine yayılmasını sağlamış ve bir uzlaşma metni olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Nahda Hareketi, bu süreçte İslamcı kimliğiyle demokrasi kavramını ayrı tutmamış, demokrasiyle barışık bir tutum izlemiştir. Aynı şekilde kurucu meclis döneminde Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Munsif Marzuki’de çalışmaların ve hükümetin meclis bünyesinde kalması için yoğun çalışmalar yürütmüştür.

Son olarak, uluslarası aktörlerin Avrupa’ya oldukça yakın bir konumda bulunan Tunus’ta başlayacak bir karışıklığın Avrupa’nın huzurunu daha fazla kaçıracağı endişesi ve Tunus’un zengin doğal kaynaklara sahip olmayışı, bu aktörlerin Tunus’ta çözüme katkı sunmasını sağlamıştır.

Peki Tunus Neden Şimdi Gözde Haline Geldi: Sebep Yine Türkiye!

2019 yılında yapılan seçimlerden sonra, ülkeye siyasi istikrar kazandırma çabaları hız kazanmıştır. İşte bu süreçte, Türkiye’de Tunus ile ilişkilerini geliştirme ve uluslar arası meselelerde işbirliğini artırma yönünde çaba göstermiştir. Tunus’un yeni demokrasi tecrübesinde Türkiye yol gösterici olarak Tunus yönetiminin yanında olmuştur.

Ama Tunus’da şu anda atılan adımların arkasındaki asıl mesele; Batı güçlerinin ve bölgedeki taşeronlarının Libya’da istediklerini elde edememesi ve Libya açısından Tunus’un coğrafi konumunun önemidir.

Haritaya da baktığınızda Tunus’un doğrudan doğruya Akdeniz’in kapısı olması, Libya’ya komşu olması ve Libya’ya bir askeri güç gönderilecekse maliyet ve mesafe bakımından son derece elverişli olması Tunus’un yönetiminin değerini artırmıştır. Tunus hava hareketi açısından ve aynı zamanda diğer müdahaleler açısından Libya’ya yapılacak bir müdahalede önemli bir noktadır.

Libya’da Hafter’i açık bir şekilde desteklemesine ve uluslararası arenada Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışmasına rağmen özellikle Fransa, BAE, İsrail ve Mısır denklemi ve bunlara bağlı olarak İsrail ve Yunanistan bir başarı elde edememiştir.

Özellikle BAE’nin görevlendirildiği bu hamlede, BAE medyasındaki analizlere baktığımızda; BAE ve müttefiklerinin çıkar hesabına göre, Tunus’ta demokrasi karşıtı ‘eski rejim’ unsurlarının yer alacağı yeni bir yönetim biçimi hem demokrasi tecrübesini hem de yeni dış politikayı “hizaya” getirebilir.

Nitekim BAE’nin etkili isimlerinden olan olan Korgenaral Dhahi Khalfan’ın sadece 4 gün önce (22 Temmuz) “İyi haber, yeni bir darbe geliyor…” paylaşımında bulunması sürecin arkasında olduklarının itirafı olarak görülebilir.

Arap Baharı sonrası ‘tek Arap demokrasisi’ olarak kabul edilen Tunus’un nispeten başarılı seçim ve demokrasi tecrübesi ‘eski rejim’ yanlısı BAE başını çektiği ittifakı huzursuz ediyor. Gelinen noktada Libya’daki denklem için öneminin artması da bu adımın atılmasında tetikleyici unsur olmuştur.

Tunus ve Türkiye arasındaki yakın dönemde yaşananlara göz atalım ve sonuçlandıralım.

-Nahda lideri Gannuşi yukarıda da verdiğim örnekler üzerine diğer konularda olduğu gibi Libya konusunda da Türkiye’nin tezlerine yakındır.

-Geçtiğimiz haftalarda Gannuşi’nin Türk yetkililer ile yaptığı yazışmalar basına sızdırılmıştır.

-Gannuşi’yi görevden aldığını açıklayan Cumhurbaşkanı Said’in seçimler sırasında ABD’den fon desteği aldığı açığa çıkmıştır.

-BAE, Gannuşi karşıtlarını finanse ettiğini açıkca ifade etmektedir.

-Tunus geçtiğimiz Ekim ayında Türkiye ile ANKA Siha, BMC Kirpi, Ejder Zırhlı Araçları ve Aselsan Elektro-optik sistemlerini kapsayan büyük bir güvenlik anlaşması imzalamıştır.

Sonuç:

Bu gelişmeler ışığında analizin en başına dönerek analizi tamamlamakta fayda var.

Türkiye; Ortadoğu’dan Kafkasya’ya, Akdeniz’den Afrika’ya kadar ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu, 100 yıldır tamamen onların “kazancı ve refahı” üzerine işleyen Atlantik merkezli küresel sömürü ve güç yapılanması sistemini tehdit eden en büyük unsur haline gelmiştir.

Türkiye ABD, Rusya ve Fransa’nın eşbaşkan olduğu MINSK Grubu ülkelerinin çözemediği Karabağ sorununa müdahil olmuş ve sadece 44 günlük bir süreçte çözüm noktasına getirmiştir.

Türkiye Libya’dan Somali’ye, Orta Afrika’dan Tunus’a kadar Fransa’nın 100 yıldır sömürge olarak gördüğü bölgede 40’dan fazla konsolosluğa ulaşmış, bunun yanı sıra TİKA, Yunus Emre Vakfı ve Kızılay gibi kurumları ile etkisini artırmıştır.

Türkiye, Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün, Fransa ve Mısır’ın kurmak istediği Gaz Forumu’nun planlarını Libya anlaşması ile bozmuştur.

Yıllardır çözümsüzlüğe mahkum edilmiş ve GKRY’ne yönelik taraflı tutumla izlenen politikalara karşı iki devletli çözüm konusunda dik duruşunu hem fiili hem de politik anlamda ortaya koymuştur.

Suriye’de kurulmak istenen bir kullanışlı terör devleti planlarını yaptığı operasyonlarla durdurmuş ve İsrail, ABD ve destekçileri olan batılı güçlere rağmen bu planları bozmuştur.

Özellikle gelişen ve dünyada etki uyandıran savunma sanayisi ile AB ve NATO’nun zayıf karnı olan Doğu Avrupa bölgesi de dahil olmak üzere dengeleri değiştirmiş ve tam bağımsız dış politikası ile artık göz ardı edilemeyecek bir güç olduğunu ispatlamıştır.

Dünyada jeopolitik fay hatları hareketlendi ve kırılmalara az kaldı. Kırılma demek şüphesiz ki aynı zamanda çatışma demektir. Doğu ile Batı’nın sınır hatlarında bulunan bütün bölge ve ülkelerde bu çatışmanın sinyallerini alıyoruz. Afganistan’dan Kırım’a, Doğu Akdeniz’den Keşmir’e Lübnan’dan Suriye’ye kadar bir çok alanda bu kırılmalar son noktasına yaklaşmıştır.

Artık tamamen tam bağımsız bir dış politika yaklaşımı ile etki politikası üreten Türkiye, kurmak istedikleri yeni düzende hesaplamadıkları şekilde dengeleri değiştiren bir güç olarak dünya arenasındaki yerini alacak. Ve gelinen noktada artık Türkiye’yi her alanda zorlamaya çalışılarak ve son kozları sahneye sürecekler.

Özellikle Suriye’de Türkiye’nin operasyon alanlarında yeni hareketler yaşanacak bir sürece giriyoruz. Ve Türkiye çok kısa sürede bu bölgede yine büyük bir operasyon ile gerekli cevabı verecektir.

Türkiye’ye karşı atılan adımlar ne olursa olsun artık bölgede Türkiye’nin olmadığı bir denklem sözkonusu değildir. Ve Türkiye Ekseni şunu net bir şekilde ilan etmektedir. Batılı dünya düzeni çöktü. Güçlü, kadim medeniyetimiz ve yeni cümlelerimizle geri dönüyoruz.

          Adem KILIÇ
Siyaset Bilimci -Yazar

Kaynak: M5

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close