Tayvan sorunu sadece güncel jeopolitik gerilimlerin değil bölgesel ve küresel düzenin geleceğiyle de ilgili en hassas kırılma noktalarından biri olarak okunabilir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Tayvan’a 228 milyon dolarlık askeri teçhizat satışını onaylamasının ardından ABD ve Çin arasında Tayvan üzerinden şekillenen gerilim senaryolarına bir yenisi daha eklendi. Tayvan sorunu, sadece güncel jeopolitik gerilimlerin değil bölgesel ve küresel düzenin geleceğiyle de ilgili en hassas kırılma noktalarından biri olarak okunabilir. Peki, bu yeni durum taraflara ne gibi bir avantaj sağlıyor? ABD ve Çin rekabetindeki jeopolitik gerilim nereye evrilebilir? Bu durum bölgesel veya küresel bir sıcak çatışmaya dönüşebilir mi?
Bu soruların her birinin cevabı Tayvan sorununa yaklaşım tarzlarına göre birbirinden farklı senaryolar düşünüldüğünde değişebilir. Tayvan ve Çin arasındaki gerilimlerin tarihsel arka planı düşünüldüğünde, durum bir asra yaklaşan ideoloji, kimlik ve egemenlik sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bu gerilime sosyolojik olarak bakacak olursak, yaklaşık 80 yıldır birbirinden farklı zaman ve mekanlarda farklı modernleşme tecrübelerine sahip iki Çin’den bahsedebiliriz. Tayvan ve Çin iktisadi anlamda birbirlerine hem işbirliği hem de rekabet unsurları üzerinden bağımlı ama siyasi anlamda neredeyse iki farklı uçta bulunan taraflardan söz ediyoruz. Yine de kısa vadeli ve güncel bir okumayla, uluslararası hukuku içeren bir egemenlik tartışmasıyla küresel ve bölgesel güç rekabetini içeren jeopolitik bir krizin tam ortasında olduğumuzu kolaylıkla ifade edebiliriz.
Sorun nerede başladı?
Bu karmaşık sorun aslında 1979’da ABD ve Çin arasında resmi ilişkilerin başlamasıyla neredeyse rafa kaldırıldı. Hatta 1982’de yayımlanan ve üçlü ortak deklarasyonların da sonuncusu olan deklarasyona göre Çin ve Tayvan eğitim, bilim ve teknoloji gibi alanlarda ortak faaliyetlerde bulunacaklardı. Anakara ve ABD arasındaki bu son deklarasyon Tayvan tarafından silah satışlarının da durdurulacağını ima ettiği gerekçesiyle eleştirilince dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından deklarasyon hakkında resmi bir açıklama yayımlandı. Açıklamada, deklarasyonda geçen ABD’nin Tayvan’a silah satışlarını azaltma arzusunun, “Çin’in Tayvan sorununa yönelik barışçıl çözüme olan bağlılığı koşuluyla mümkün” olduğu ve “Bu iki konu arasındaki bağlantının ABD dış politikasının kalıcı bir zorunluluğu olduğu” ifade edildi.
Açıklamadan da anlaşılacağı üzere ABD’nin Tayvan’a olan siyasi, ekonomik ve askeri desteği açık bir şekilde anakaranın Tayvan ile ilgili askeri önlemlerini de içeren politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. ABD-Çin arasında 1972, 1979 ve 1982 yılları arasında gerçekleşen 3 kritik diplomatik müzakere sürecinde oluşan konsensüsün aslında diplomatik nezaket dışında tarafları bağlayıcı bir yönü yoktur. Dolayısıyla, şu anki mevcut durumun çatışma ve hatta savaşa dönmemesi de tarafların diplomatik görüşmeleri sürdürmelerine ve barışçıl niyetlerine bağlıdır.
Bölgeyi gerilime sürükleyen üç gelişme
Ancak son yıllarda ortaya çıkan üç temel gelişme yukarıda bahsedilen üçlü deklarasyonla ulaşılan diplomatik statükoyu neredeyse ortadan kaldırdı. Bunlardan birincisi, Çin’in ekonomik yükselişinin doğal olarak kendi yakın coğrafyasındaki siyasi ve jeopolitik nüfuz alanlarının genişlemesine sebep olmasıdır. Ekonomik olarak yükselen Çin, bu ekonomik kalkınma hikayesini sürdürmek ve aynı zamanda ekonomik nüfuz alanını genişletmek için Tayvan gibi ekonomik olarak kalkınmış bir coğrafyayla bütünleşmek istiyor.
İkinci olarak, Çin’in ekonomik yükselişinin arkasındaki siyasal dinamizmi yöneten Çin Komünist Partisinin (ÇKP) kurduğu siyasal düzeni ve rejimi koruma kaygısında ciddi bir değişim yaşanıyor. ÇKP özellikle kurucu Mao Zedong’un ölümü sonrasında rejimin meşruiyetini ideolojiden daha çok pragmatist bir söyleme dayandırdı.
Deng Xiaoping ve ardından Jiang Zemin ile özdeşleşen ekonomik pragmatizm ÇKP’nin radikal Marksist fraksiyonları tarafından sürekli eleştirilse de ekonomik kalkınma modelinin başarısıyla ulaşılan refah halkın gözünde rejimin de meşruiyetini arttırdığı için bu tartışma uzun bir süre sümen altı edildi. Ancak 2008’deki küresel ekonomik krizden bu yana Çin’de ekonomik kalkınma modeli üzerinden devşirilen meşruiyet gittikçe zayıfladı ve bugün Şi Cinping dönemiyle beraber daha milliyetçi, kimlik ve ideolojiyi vurgulayan bir siyasal söylem inşa edildi. Bu durum, Tayvan sorununun daha çok Çin’in toprak bütünlüğü ve egemenlik hakları çerçevesinde değerlendirilmesini tekrar ön plana çıkardı.
Son olarak, Asya-Pasifik bölgesindeki bazı ülkeler Çin’in ekonomik yükselişi ve jeopolitik nüfuz alanının genişlemesinden hissettikleri tehdit algısı dolayısıyla varoluşsal bir endişe duymaya başladı. Son yıllarda, Japonya ve Filipinler’in ABD ile imzaladığı yeni güvenlik anlaşmaları göze çarpsa da aslında Tayland, Vietnam ve Endonezya gibi ülkeler de Güney Çin Denizi’nde Çin’in agresif ve tek taraflı uygulamalarından dolayı Çin’i tehdit olarak görüyor. Bu durum, bölge ülkelerini Çin’in Tayvan’a herhangi bir askeri müdahalesinin emsal oluşturabileceği endişesine sürüklüyor. Bununla birlikte, Çin tarafı da bu küçük adayı ABD’nin kendisine karşı uyguladığı çevreleme stratejisini kırmak hususunda önemli bir noktaya koyuyor.
Sonuç olarak, bütün bu sebeplerle ABD bir kez daha hem kendi çıkarları gereği hem de bölgedeki aktörler tarafından Çin’e karşı bir denge oluşturmak ve tehdit algısını bertaraf etmek amacıyla bölgedeki varlığını vurguluyor. ABD’nin Tayvan’a yönelik silah satışını onaylaması, ABD ve Çin arasındaki rekabette yeni bir gerilim alanının açıldığını gösteriyor.
Kaynak: AA / Dr. Kadir Temiz