Güvenlik, ekonomi, ticaret, siyaset ve örgütlenmelerin yerle bir olduğu ulusal ve uluslararası sistemin nasıl bir paradigma ile şekilleneceği hususu son günlerin en popüler soruları içinde yer alıyor. Geliştiğini düşündüğümüz dünyanın aslında geriye doğru gittiğini, sisteme dair parametrelerin neredeyse 15. yüzyıla eşdeğer hal aldığını görüyoruz.
İçinde bulunduğumuz süreç, Batı paradigmasının bütün kurum ve kuruluşlarıyla birlikte yok olma tehlikesini içermektedir.
Düne kadar algoritması Batılı devletlerce kurgulanan sistemin bugün kontrol edilemez boyutlara gelmesi, yeni bir çağın başladığının en büyük göstergesi. Dün sistemin bir parçası olan devletlerin bugün müstakil olarak yaptıkları açılımlar bunu destekler mahiyettedir. Bu, sadece “ötekilerin” bir başkaldırısı değil aynı zamanda, Batı içinde de farklı zihniyet yaklaşımlarının ortaya çıkmasıdır. Hiç beklenmedik ittifakların, mevcut yapıları yerle bir etmeye yönelik gayretlerini anlamlandırabilmekte aciz kalmamızın nedeni de bu.
Yeni aktörler Birleşmiş Milletler, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi Batılı ülkelerin oluşturduğu yapılanmalara alternatif oluşturacak şekilde hareket ediyor.
Batı bloku içindeki amansız fikir ayrılıkları; hükümetlerin bir “Afrika ülkesini” aratmayacak şekilde tasfiye edilmesi; göç, rezerv para, borçlar, kalkınmadaki orantısızlık, enerji krizi, askeri güç kullanımları ve de en önemlisi güvensiz bir dünya algısı yeni bir çağın müjdecileri olarak kendini gösteriyor.
Nükleer güçlerin kullanımıyla desteklenebilecek bu dönüşüm sürecinin Batı ülkelerini diğerlerine göre daha fazla etkileyeceğini söyleyebiliriz. Zira içinde bulunduğumuz süreç, Batı düşüncesinin bütün kurum ve kuruluşlarıyla birlikte yok olma tehlikesini içermektedir. Mevcut sistemi sorgulayan uluslararası aktörler, Birleşmiş Milletler, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi Batılı ülkelerin oluşturduğu yapılanmaları yeniden tasarlıyor veya alternatiflerini oluşturacak şekilde hareket ediyor.
Son 550 yıllık tarihi yok sayacak bir süreç mi?
Peki, uluslararası sistemin 15. yüzyıla döndüğü algısını oluşturan nedir? Sömürgecilikle başlayıp emperyalizm ile sürdürülebilir kılınan Batı zihniyetinin oluşturduğu uluslararası sistem uzunca bir zamandır sorgulanıyor. Türkiye’nin “dünya beşten büyüktür” söylemi, Çin’in dünya ticaret kurallarına bağlı kalmaksızın ticari faaliyetler yapma arzusu, Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’ya müdahalesi ile uluslararası hukuku sorgulatan girişimleri bu sürecin somut örnekleridir.
Mevcut uluslararası sistemin bütün kurum ve kuruluşlarıyla yeniden tasarlanma arzusu yeni kurulacak düzenin rekabet şartlarını yüzlerce yıl öncesine taşıyan en önemli nedendir. Alternatif bir sistem arayışındaki ülkeler en azından kendilerini daha güçlü hissettikleri bir dönem ile özdeşleştirme arayışı içinde. Batılı ülkelerin sadece zihniyetlerindeki bozulmalar değil, aynı zamanda içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi sorunlar da bu taleplerin ciddiye alınmasının önemli bir gerekçesi olmaya devam ediyor.
Yeni uluslararası sisteme dair son rötuşlar tamamlandığında, 15. yüzyıl ile bugünün rekabet şartları arasında ciddi benzerlikler göreceğiz.
Yeni uluslararası sisteme dair son rötuşlar tamamlandığında, 15. yüzyıl ile bugünün rekabet şartları arasında ciddi benzerliklerin ortaya çıktığını göreceğiz. Bu, devletlerin yeni bir sistem oluşturmalarına dair sahip oldukları tutku ve ideallerine dair bir eşleşmedir. Fiziki güç ve yetenekler her ne kadar bu rekabetin bir unsuru olmaya devam etse de devletlerin yeni bir çağa geçiş yapma sürecindeki psikolojik yeterlilikleri ve tarihsel birikimlerinin bir o kadar önemli olduğunu göreceğiz. Ortalama 550 yıllık bir geriye dönüş, yeni çıkar ilişkilerinin kurgulanması hasebiyle, bugün ile geçmiş arasındaki ortak paydayı oluşturmakta. Bunu, yeni bir sistemin kurulması sürecinde, tarih kronometresinin sıfırlanması olarak tanımlamak da mümkündür.
Böylesi bir sıfırlama aşamasında ülkeler, tarihleri boyunca yetiştirdiği en büyük kralların, padişahların ve devlet adamlarının ruh ikizlerini aramakla meşguller. Yeni liderler, kurmay ekip ve idealleriyle yerlerini aldıklarında oyun daha canla başla oynanmaya başlayacak. Bu yüzden Avrupa, hiç olmadığı kadar stresli ve bir o kadar da hassasiyetle yönetici takımlarını oluşturuyor. İngiltere bile bir “üçüncü dünya ülkesi” edasıyla art arda başbakan değiştirebiliyor.
Peki, bunca yıllık tecrübeyle devletler yeni bir çağı inşa ederken nasıl davranacaklar?
Öncelikle sömürgecilik ve egemenlik alanlarının oluşturulması hususunda her şey yeniden kurgulanacak. Ekonomi, kültür, siyaset ve güvenlik konusunda bu kadar stratejik bir hamlenin önemini herkes kabul etmek zorunda. Klasik sömürgecilik anlayışı bir daha asla var olmayacaksa da çıkar ilişkilerine dayalı birliktelikler yeniden tasarlanacak. Bugün “üçüncü dünya” diye tabir edilen ülkeler üzerinde kalkınma odaklı iş birlikleri daha aktif hale getirilecek ve güvenlik ise bu iş birliğinin en büyük destekçisi olacak.
Rusya, Asya bozkırlarından kurtulamamasının ıstırabını iliklerine kadar hissetti. Bir daha böylesi bir oyuna gelmek istemeyecek. Baltıklardan Doğu Avrupa’ya kadar bölgede bizzat var olmaya çalışacak. Türkiye ile ilişkilerinde Osmanlı döneminde yaptığı hatalardan kaçınmaya çalışacak. Yüzlerce yıldır zorla elde edemediği boğazları uzlaşma ile kullanabilmenin yollarını bulmak zorunda. Diğer taraftan Afrika’nın önemini geç de olsa fark etti. Ancak burada askeri bir varlık kurmaktansa ekonomik bir iş birliği modeli geliştirmeli. Latin Amerika, Ortadoğu, Pasifik ve Güney Doğu Asya’da her türlü rekabete hazırlıklı olmalı. Afganistan ve Pakistan üzerinden okyanusa inmenin boğazları kullanabilmek kadar önemli olduğu gerçeğiyle yeni stratejik açılımlar gerçekleştirebilmeli. Ayrıca, vaktiyle kendini her ne kadar bir Avrupalı gibi göstermeye çalışsa da bunun zorluğunu kabullenmeli.
Bu sürecin en mağdur ülkesi olan İngiltere, bezgin ve çaresizce yeni sistemi tasarlayabilmek için kendine enerji bulmaya çalışıyor. Sömürgeleri, Kıta Avrupası, Rusya ve Osmanlı arasında kurduğu ilişkileri yeniden tesis etmek sanıldığı kadar kolay olmayacak. Ülkelerin aynı oyunlara bir daha kanacağını düşünmek safça bir düşünce olur. Öncelikle Kıta Avrupası’nın güvenliğini tesis eden bir yapılanma kurmalı. Akabinde ise Rusya ile Türkiye arasında nerede duracağını belirlemeli. Dün Rus yanlısı olarak Osmanlı üzerinde acımasız politikalar üretirken, bugün şartların ziyadesiyle değiştiğini kabul ederek stratejiler oluşturmalı. Bundan böyle Türkiye merkezli bir politik söylem içinde olması kaçınılmaz gibi görünüyor.
Fransa ve Almanya uluslararası sistemde arzu ettikleri yeri tarihleri boyunca hiç elde edemediler. Tarihin bu ülkelere olan kırgınlığı ne yazık ki devam edecek gibi görünüyor. İkinci adam olmaktan kurtulamayacak olan bu ülkelerin Batı bloğu içinde hareket etmekten başka çareleri yok. İngiltere’ye olan kıskançlıkları onları farklı açılımlara sevk etmek istese de alternatiflerinin çok daha makbul olmayacağını görmeliler.
Uluslararası ticarette söz sahibi olmak ile emperyal bir güç olmak arasındaki hassas çizgiyi dikkate aldığımızda, Çin’in siyasi ve ekonomik alanda daha özgür bir uluslararası sistem öngördüğünü söyleyebiliriz. Zira Çin, herhangi bir blokun mutlak hakimiyetini kendi ekonomik rekabetine tehdit olarak görüyor.
15. yüzyılın en büyük güçlerinden biri olan Türkiye, geçmişten en fazla ders çıkartan ülke olacak. Türkiye; Akdeniz, Kızıldeniz, Afrika ve Türkistan coğrafyasında kimlerle nasıl ilişki kurabileceğini bugün çok net ve başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Kendi kültür coğrafyasındaki manevi varlığından aldığı güçle uluslararası sistemi kurgulayabilecek kudrette olduğu rahatlıkla söylenebilir. Devletler, yeni bir çağı inşa etmek üzere her şeyleri ile mücadeleye başladılar. Bugün için toplumları güçlü kılan tek şey geçmişte sahip oldukları deneyimlerdir.
“Türkiye Yüzyılı”nı kurguladığımız bir dönemin “3. Bin Yılda Türk Dünyası” hayaline dönüşmemesi için hiçbir neden yok.
Kaynak: AA