Analiz: Netanyahu’ya tutuklama talebi ve ABD'nin uluslararası sistemle imtihanı - M5 Dergi
DünyaÖne Çıkan

Analiz: Netanyahu’ya tutuklama talebi ve ABD’nin uluslararası sistemle imtihanı

Abone Ol 

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM), soykırım ve insanlık suçları kapsamında yürüttüğü soruşturmada, İsrail Başbakanı Netanyahu, Savunma Bakanı Gallant ve diğer İsrail hükümet yetkilileri hakkında tutuklama kararı çıkarma ihtimali, Biden yönetimi için yeni bir uluslararası itibar testi ortaya çıkarabilir.

Netanyahu’nun son derece endişeli olduğu ve Beyaz Saray’dan UCM’ye baskı yapmasını istediği şeklindeki haberler, davanın Washington için uluslararası arenada yeni bir ‘utanç vesilesi’ olmaya aday olduğuna işaret ediyor. Geçmişte Afganistan özelinde UCM’nin yetkisini tanımayan ABD, Darfur ve Kongo gibi çatışmalarda mahkemenin soruşturma ve kararlarını destekleyerek katkıda bulunmuştu. İsrail mevzu bahis olduğunda bugüne kadar uluslararası baskıya karşı durmak adına elinden geleni yapan Biden yönetiminin gene Netanyahu’yu desteklemek zorunda kalarak prestij ve meşruiyet kaybına devam edecektir.

ABD UCM’YE TARAF DEĞİL

ABD UCM’nin kurulmasını sağlayan Roma Statüsü’ne taraf değil ve UCM kararlarını da tanımıyor. Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi yetkilileri şimdiden UCM kararlarını tanımadığını ve İsrail’e karşı soruşturmayı da desteklemediğini açıklayarak İsrail’i korumaya çalışacağı sinyalini verdi. Washington, anlaşmaya taraf olan İngiltere’ye lobi yaparak UCM’ye dolaylı baskı yapmayı deneyebilir ancak UCM Netanyahu’yu tutuklama gibi tarihi bir karara imza atarsa bu şaşırtıcı olmaz. Bu senaryoda Avrupa’ya seyahat edemeyecek hale gelecek olan Netanyahu, İsrail’i Batı’da dahi parya devlet statüsüne getirmiş bir lider olarak tarihe geçecek. ABD’nin BMGK’daki veto yetkisini sıklıkla İsrail’i korumak için kullanması Netanyahu’yu cesaretlendirmekle kalmayıp Gazze’deki katliamlara devam etmesini sağlamıştı ancak ABD’nin elinde UCM’nin kararlarını engellemek için legal bir güç yok.

Amerika’nın UCM’nin kurulmasını sağlayan Roma Statüsü müzakerelerinde taraf olmasına rağmen Çin, Iraq, İsrail, Libya, Katar ve Yemen’le birlikte 1998’te Roma Statüsü’ne karşı oy kullanmıştı. 2000’de Başkan Bill Clinton anlaşmayı imzalamış ama Senato’ya göndermemişti. Halefi George W. Bush da 11 Eylül’den kısa bir süre sonra 2002’de anlaşmayı tanımadıklarını BM’ye iletmişti.

11 Eylül terör saldırılarının klasik savaş tanımını değiştirdiği bir dönemde, ABD ‘teröre’ savaş açmış ve savaş hukukundaki sivil asker ayrımı konusundaki ‘gri alanın’ çok genişlediği bir döneme girmişti. Irak’ta Ebu Greyb işkencelerinin ortaya dökülmesiyle ABD’nin ‘geliştirilmiş sorgu yöntemleri’ programı altında işkenceyi legal hale getirdiği ortaya çıkmıştı. Washington’un Afganistan’da da benzer yöntemler uyguladığı haberlere yansımış ve Afgan sivillere karşı işlenen suçların faillerine karşı soruşturmalarda idari ve disiplin cezalarının ötesine gidilmemişti.

NETANYAHU’NUN KARİYERİ Mİ ULUSLARARASI DÜZEN Mİ?

Amerikan güçlerinin Irak ve Afganistan savaşlarında işlediği suçların ya üzeri örtülebilmiş ya da geçiştirilebilmişti. Delillere ulaşılması başlı başına bir sorun olmakla birlikte UCM’de Amerikan askerlerinin yargılanması siyasi destek olmayınca neredeyse imkânsız hale gelmişti. İsrail’in Gazze’de yaptıklarına baktığımızda ise çok daha farklı bir tablo ortaya çıkıyor. İsrail askeri ve siyasi yetkililerinin 7 Ekim’den beri beyanatları, sahada AA ve diğer haber ajanslarının topladığı resim ve video kanıtları, insani yardımın bir savaş aracı olarak kullanılması, on binlerce sivil öldürülmesi ve orantısızın güç kullanımının adeta kitabının yazılması UCM’deki davayı farklı kılıyor.

Avrupa kamuoyunun ve bazı devletlerinin İsrail’e karşı tavrı da siyasi meşruiyet sağlıyor. Dolayısıyla Netanyahu’nun kaygılarının boş yere olmadığı açık. Amerika UCM’den böyle bir karar çıkmasına karşı lobi ve karar çıksa bile uygulanmaması için Avrupalı hükümetlere baskı yapacaktır.

İsrail’i BM’de korumak adına derin itibar kaybına uğrayan ABD’nin UCM kararlarına karşı da benzer bir tavır alacağının kesin olduğunu söyleyebiliriz. ‘Uluslararası kurallara dayalı sistemi’ savunduğunu iddia eden Biden yönetiminin bu iddiasının arkasında durmamasının uluslararası sistem açısından da sonuçları olacak. Amerikan Dışişleri Bakanlığı raporlarının İsrail’e silah sevkiyatını tehlikeye atacak şekilde insan hakları suçları işlediğini ifade ettiğinin basına yansıması yönetim içindeki rahatsızlığın da boyutlarını gösterir nitelikte.

İsrail’i koruma güvencelerine sadık kalmak adına Netanyahu’nun siyasi kariyeri etrafında düzenlenmiş işgal ve etnik temizlik politikalarının destekçisi durumuna düşen Biden yönetimi, bir yandan Amerikan üniversitelerindeki protestolar üzerinden gençlerin desteğini kaybediyor bir yandan da İsrail’in uluslararası hukuka uymak zorunda olmadığı mesajında ısrar ediyor.

Amerika’nın süper güç olması sayesinde kendini uluslararası kural ve normların üzerinde tutabilme lüksü var. Ancak bu ayrıcalıklı konumun İsrail için de geçerli hale getirilmeye çalışılması artık mümkün değil. Gerek BMGK kararları gerekse UCM kararları uluslararası kamuoyunun İsrail’in Filistin’de yaptıklarının herhangi bir meşruiyet çerçevesinde sunulamayacağını defalarca gösterdi. Bu da Amerika’nın uluslararası sistem ve meşruiyet iddiasının tamamen altını oyan bir durum ortaya çıkardı. Biden yönetiminin uluslararası meşruiyeti yeniden inşa etmek için ne enerjisi ne de Netanyahu hükümetine ‘artık yeter’ deme kabiliyeti var. Biden yönetimi cesur bir politika geliştirmek yerine İsrail’in İran’ın varoluşsal tehdidiyle karşı karşıya olduğu, Amerika içinde antisemitizmin kabul edilemeyeceği ve uluslararası kurumlarda da taraflı ve art niyetli yetkililerin İsrail karşıtı tavırları gibi kolaycı açıklamalara yönelmeyi tercih ediyor. İsrail’e destek vermek için bahane bulmakta zorlanmayan Biden yönetimi, Amerika’nın uluslararası arenada uğradığı itibar ve meşruiyet kaybının boyutlarını da görmezden gelmeyi tercih ediyor.

Kaynak: SETAV / Kadir Üstün

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close