Analiz: İran ve Suudi Arabistan üzerinden ABD ve Çin rekabetinde yeni perde - M5 Dergi
DünyaÖne Çıkan

Analiz: İran ve Suudi Arabistan üzerinden ABD ve Çin rekabetinde yeni perde

Abone Ol 

İran ve Suudi Arabistan arasından yedi yılı bulan soğuk ilişkiler Çin’in araya girmesiyle farklı bir boyut kazandı. İki ülke karşılıklı olarak büyükelçilik açma konusunda anlaştı.

İçinde bulunduğumuz günlerde Orta Doğu’da büyük sürprizler cereyan ediyor. Bunlardan birisi de İran ile Suudi Arabistan arasında normalleşme sürecinin başlaması. Tahran ile Riyad arasındaki diplomatik ilişkiler 2016 yılında kopmuştu. Suudi Arabistan ile İran Orta Doğu’nun iki rakip ülkesi.

Bu yüzden aralarındaki gerilimin uzun bir hikayesi bulunuyor. Bölgesel liderlik, Sünni ve Şii ayrışmasına dayalı mezhepsel farklılıklar ve petrol kaynakları üzerindeki rekabet, iki ülkeyi karşı karşıya getiren başlıca konular olarak ön plana çıkıyor. İran İslam Devrimi (1979), siyasi anlaşmazlıkları daha da derinleştirdi. Zira devrim sonrasında başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesi, İran’ın bölgede Şii İslamcı hareketleri desteklemesinden endişe duydu.

‘Batı ve İsrail karşıtı’

İran ile Suudi Arabistan arasındaki tansiyon, Arap Baharı sürecinde de yükseldi. Bu süreçte Tahran kendi tabiriyle Batı yanlısı “laik diktatörlükleri” hedef alan protestolardan memnuniyet duyduğunu gizlemekten geri durmuyordu. İran’ın dikkat ettiği tek husus, bu hareketlerin bölgedeki Şii iktidarlara zarar vermemesiydi.

Bu nedenle Tunus ve Mısır’da iktidarı hedef alan hareketleri selamlayan İran, benzer tavrı Suriye için göstermedi. Öte yandan İran hükümetleri, bölgesel politikalarını tayin ederken “Batı ve İsrail karşıtı” tutumlarından sıkça istifade ettiler. Bu bağlamda Batı ve İsrail ile yakın ilişkileri bulunan ülkelere ihtiyat ve temkin düzeyi yüksek bir konseptle yaklaşılırken zaman zaman da bu ülkeler Batı’nın taşeronluğunu yapmakla suçlanmıştır.

Tahran’ın bölgesel nüfuzu

Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap ülkelerinin İran’a yönelik politikalarının özünde, Tahran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlamak vardır. Buna göre İran, Orta Doğu’daki etki sahasını Şiilik üzerinden genişletmeye çalışmaktadır. Dahası İran bölgede Şii Hilali oluşturarak Sünni ülkeleri kuşatmayı ve çevrelemeyi amaçlamaktadır. Tahran’ın kendisiyle aynı mezhepte bulunan bölge ülkelerindeki gruplara askeri, ekonomik ve siyasi destek sağladığı bilinen bir gerçek.

Suriye, Irak ve Lübnan’daki olayların yanı sıra bu durum, İran destekli Husiler ile Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyonun destek verdiği hükümet güçleri arasında 2015 yılında patlak veren Yemen İç Savaşı’nda da bir kez daha teyit edilmiştir. İran’ın bölgesel politikalarını yalnızca mezhepsel ilişkilerle sınırlandırmak eksik bir değerlendirme olur. Nitekim mezhepsel ilişkiler kadar jeopolitik gerçeklikler de İran’ın dış politika davranışlarını etkilemektedir.

İran’ın bölgesel gücü ve varlığı, büyük ölçüde Suriye, Lübnan ve Irak gibi ülkelerdeki müttefiklerine bağlıdır. Bu müttefikler sayesinde İran, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki etki alanını diri tutabiliyor, kendisine yönelik baskı ve yaptırımları göğüsleyebiliyor. Mesela İran bir taraftan Suriye üzerinden Lübnan’daki varlığını konsolide ederken diğer taraftan bölgedeki ortakları aracılığıyla Kıbrıs’a kadar etki ve gücünü bölgeye yayabiliyor.

Benzer şekilde, halkının yüzde 30-35’lik kısmının Şii olması kadar ülkenin Bab’ül Mendep Boğazı’na ev sahipliği yapması, İran’ın Yemen’le yakın ilişkiler kurmasını teşvik ediyor.

Bardağı taşıran son damla

İran ile Suudi Arabistan arasında süregiden gergin ilişkilerde bardağı taşıran son damla, 2 Ocak 2016 tarihinde vuku bulan idamlarla gerçekleşti. Bu tarihte Suudi Arabistan, “terörizm” suçlamasıyla Şii din adamı Şeyh Nimr’in de aralarında olduğu 47 kişiyi idam etti. 56 yaşındaki Şeyh El-Nimr, Suudi Arabistan’daki Şii azınlığın önde gelen dini liderlerinden biriydi. Basra Körfezi’nin kıyısında yer alan petrol zengini Katif’te sınır aşan bir üne sahipti.

Bilhassa Suudi Arabistan’ın yanında Bahreyn’deki Şii gençler üzerinde önemli bir etkisi bulunuyordu. Şeyh Nimr, Suudi Arabistan’daki Şii azınlığın yıllardır ayrımcılığa uğradığından hareketle Katif bölgesindeki kitlesel protesto hareketlerini organize ediyordu. Bu gösterilerde Nimr, gerek Suudi Arabistan’daki gerekse de Bahreyn’deki Sünni monarşileri sert dille eleştirmekten geri durmuyordu. Hatta Arap Baharı sürecinde Suudi Arabistan ile Bahreyn’de patlak veren protestoların sorumlusu olarak 2012 yılında tutuklanmıştı. Bahreyn’deki gösteriler ise Suudi askeri birliklerin desteğiyle ancak bastırılabilmişti.

Kitlesel protestolar

Şeyh Nimr’in idam kararı Ekim 2014’te verilmişti. Verilen karar sadece Suudi Arabistan’da değil Orta Doğu genelinde mezhepsel ihtilafa ve huzursuzluğa katkı yapmıştı. Nimr’in taraftarları ve destekçileri kadar uluslararası kurum ve kuruluşlar da onun adil bir şekilde yargılanmadığını düşünüyorlardı. Çoğunluk, Nimr’in başını çektiği Katif bölgesindeki kitlesel protesto hareketlerinin barışçıl ve şiddetten uzak olduğu fikrinde birleşiyordu.

Bu nedenle verilen kararın siyasi olduğu yönünde ciddi bir eleştiri söz konusuydu. Riyad kendisine yöneltilen tüm suçlamaları reddettiği gibi Nimr’i “terörist”, İran’ı da bölgeye terörist hücreleri yerleştirmek ve onlara silah desteği vermekle suçladı. Tüm tartışmalara rağmen Riyad geri adım atmadı ve 2 Ocak 2016 Cumartesi günü Şeyh Nimr’in de aralarında olduğu 47 kişiyi idam etti. İdam edilenlerin çoğunluğu, El Kaide ile bağlantıları olduğu iddia edilen kişilerden oluşuyordu. Ancak kıyamet, Şii din adamı Şeyh Nimr’in infazıyla koptu.

‘Adaletsiz bir saldırı’

Bu olay, İran ile Suudi Arabistan arasındaki gerilimi had safhaya çıkartırken iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri kopma noktasına getirecek hadiselerin de fitilini ateşledi. İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Mazlum şehit Şeyh Nimr’in adaletsiz bir şekilde kanı döküldü. O, barış yanlısı biriydi. Bu baskı altına alınmış alim, ne insanları silahlı eyleme çağırdı ne de gizli kapaklı komplolar içinde yer aldı.

Suudi siyasetçiler, ilahi intikamla yüz yüze gelecekler.” Iraklı Şii lider Ayetullah Ali Sistani idam için “adaletsiz bir saldırı” ifadesini kullanırken Lübnan’daki Şii Hizbullah hareketinin lideri Hasan Nasrallah ise Suudi Kraliyet ailesini, “Şii-Sünni iç savaşını ateşlemeye çalışmakla” itham etti. Olayın duyulması, Şii dünyasında büyük tepkilere yol açtı. İran’da ise gösteriler kısa zaman zarfında kontrolden çıktı. Suudi Arabistan’ın Tahran Büyükelçiliği ve Meşhed kentindeki konsolosluk binası, idamları protesto eden göstericiler tarafından ateşe verildi.

Bunun üzerine Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr, İran’daki diplomatik temsilciklerine yapılan saldırıları şiddetle kınadıktan sonra ülkesinin İran ile tüm diplomatik ilişkilerini kestiklerini duyurdu. Riyad’ın açıklamasından birkaç saat sonra, İran’ı Şii nüfusu kışkırtmakla suçlayan Bahreyn, Sudan ve Cibuti de Tahran ile diplomatik ilişkilerini tamamen kestiklerini bildirdiler. Aynı derecede olmasa da benzer diplomatik tepkiler diğer Arap devletlerinden de geldi. Böylece Suudi Arabistan kısa zaman içerisinde İran’a karşı büyük bir diplomatik cephe oluşturmayı başardı.

Çin’in arabuluculuğu

Yedi yıl süren gerginliğin ardından şimdilerde iki ülke arasında Çin’in arabuluculuğunda diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılması ve kapatılan büyükelçiliklerin karşılıklı olarak tekrardan açılması konusunda anlaşmaya varılması, Orta Doğu barışı için son derece önemli. Zira Suudi Arabistan ile İran bölgede etki gücü yüksek iki ülke. Her iki ülkenin Orta Doğu geneline yayılan siyasi ve dini fay hatlarını kontrol etme, yönlendirme ve harekete geçirme potansiyelleri bulunuyor.

Bu nedenle her iki ülkeyi blok temsilcisi ülkeler şeklinde görmek gerekiyor. Dolayısıyla Tahran ile Riyad’ın iki ay içinde elçilik ve misyonlarını yeniden açma ile güvenlik ve ekonomik iş birliği anlaşmalarını uygulama mutabakatına imza atmaları Orta Doğu için yeni bir başlangıç sunabilir. Nitekim Orta Doğu barışına bu iki ülkenin sunacağı katkı, inkâr edilemeyecek bir hakikattir.

İki ülkenin barış ve iş birliği masasına, Çin’in başkenti Pekin’de oturmuş olması da oldukça dikkat çekici. Suudi Arabistan ile İran’ın Çin’in arabuluculuğunda el sıkışması, Pekin’in Orta Doğu’da giderek artan ağırlığını göstermesi bakımından son derece önemli bir olay. Çin’in uzun süredir Orta Doğu’yla yakından ilgilendiği bir sır değil. Ancak Pekin yönetimi her defasında Orta Doğu sorunlarına karışmaktan, onlara taraf olmaktan olabildiğince uzak durmaya çalıştı. İçişlerine karışmama ilkesi doğrultusunda hareket etmeye gayret etti.

Kısacası çatışmalardan değil de iş birliğinden yana olduğunu her fırsatta hem söylemlerine hem de eylemlerine yansıttı. Orta Doğu’daki istikrarsızlığın ana kaynaklarından biri olarak resmedilen Şii-Sünni çatışmasının Batı tarafından da desteklenen bir strateji olduğuna ilişkin yaygın iddialar dikkate alındığında, 10 Mart’ta imzaları atılan mutabakatın başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere diğer Batılı ülkelerin Orta Doğu’daki imajına ağır darbe vurma ihtimali bir hayli yüksektir. O yüzden söz konusu anlaşmanın Washington’un Orta Doğu’daki nüfuzuna ve gücüne gölge düşüreceği buna mukabil Pekin’in bölgedeki nüfuzunu ve gücünü sağlamlaştıracağı yönündeki görüş ve açıklamalara ziyadesiyle hak verilmelidir.

Kaynak: Star Gazete / Prof. Dr. İsmail Şahin

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close