[Analiz] Kabotaj hakkından Mavi Vatan'a: Deniz yetki alanlarında egemenlik mücadelesi - M5 Dergi
GündemÖne Çıkan

[Analiz] Kabotaj hakkından Mavi Vatan’a: Deniz yetki alanlarında egemenlik mücadelesi

Abone Ol 

Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye için deniz güvenliği, her zaman devletin öncelik verdiği konulardan biri olmuştur. Saat yönü takip edildiğinde Türkiye’nin, Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan “beş deniz havzası” içerisinde yer aldığı görülür. Bu coğrafi gerçeklik, denizlerden gelebilecek tehditlerin önlenmesi, deniz yetki alanlarının korunması ve ekonomik çıkarların güvence altına alınması başta olmak üzere bir dizi tehdit ve fırsatı beraberinde getiriyor.

Antik çağlardan bugünlere, uygarlıklar arasında mal ve kültür alışverişinin ana taşıyıcı kolonları olan denizler, günümüzde enerji taşımacılığı, uluslararası ticaret, deniz altı iletişim kabloları, balıkçılık ve savunma açısından stratejik önemini artırarak sürdürüyor. Denizlerin tarih boyunca ekonomik güç, stratejik üstünlük ve küresel etkileşimin kilit unsuru olduğu, bilinen ve çok sık tekrarlanan bir gerçekliktir.

Denizlerde ulusal güvenlik

Amerikalı deniz subayı Alfred Thayer Mahan (1840-1914) tarafından 19. yüzyılın sonlarında geliştirilen “Deniz Hakimiyet Teorisi”, tam da bu noktada denizlerin uluslararası ilişkilerde oynadığı belirleyici role dikkati çekmiştir. Mahan, şöyle demiştir: “Bir devletin büyük bir güç haline gelmesi, denizlere hükmetmesine ve deniz ticaret yollarını kontrol etmesine bağlıdır.”

Esasında Mahan’ın ileri sürdüğü bu tespitler Türkler için yeni sayılmaz. Zira, Mahan’dan asırlar önce Türk Denizcilik Tarihi’nin sembol isimlerinden Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa (1478-1546) “Denizlere hakim olan cihana hakim olur” stratejisiyle Akdeniz’deki Türk hakimiyetini zirveye taşımıştı.

Şurası çok açıktır ki, Osmanlı Devleti’nin gerek yükselişinde gerekse de çöküşünde, denizlerdeki güç durumu oldukça belirleyici rol oynamıştır. Öyle ki denizlerdeki hakimiyetin yitirilmesi bir yandan ekonomik gelirlerin azalmasına, askeri ve siyasi etkinliğin daralmasına yol açarak çöküş sürecini hızlandırmıştır. Diğer yandan da Osmanlı Devleti, Avrupalı devletlerin kapitülasyonlar yoluyla elde ettiği ayrıcalıklar nedeniyle kendi iç ve kara sularında, hatta limanlarında bile egemenliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Dahası Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde işgaller, adaların el değiştirmesi, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının kontrol altına alınması ve Sevr Antlaşması gibi askeri, siyasi ve hukuki düzenlemeler yoluyla Türkiye’nin denizlerle olan irtibatı kesilmek istenmiştir.

Kabotaj hakkının yeniden sağlanması

Kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması uyarınca lağvedilince Türkiye yeniden kabotaj hakkına kavuşarak kendi kara suları içindeki deniz taşımacılığı faaliyetlerini kendi vatandaşları ve kendi bayrağını taşıyan gemiler vasıtasıyla gerçekleştirme imkanı kazandı. Bu kazanım Türkiye açısından pozitif kırılmaya işaret ediyordu. Zira kabotaj hakkı, deniz yetki alanlarında tam egemenliğin önemli bir göstergesi olduğu gibi yerli ve milli denizcilik sektörünün gelişmesini sağlama potansiyeli taşıyordu. Dolayısıyla kabotaj hakkı sayesinde denizlerde ulusal güvenlik yeniden tesis edilirken Türk deniz ticaret filosu, tersanecilik, balıkçılık ve denizcilik eğitimi gibi alanlar desteklenerek Türkiye’de denizcilik kültürünün ilerlemesinin de önü açıldı. Tüm bu gelişmelerden dolayı her yıl 1 Temmuz tarihi “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olarak kutlanıyor.

Mavi Vatan’ın önemi

Sadece bir taşımacılık yetkisi olmayan kabotaj hakkı; milli egemenlik, ekonomik kalkınma ve güvenlik politikalarının vazgeçilmez bileşeni olarak Türkiye’nin denizlerdeki siyasi ve ekonomik bağımsızlığının temel taşlarından biridir. Günümüzde bu anlayışın bir devamı olan “Mavi Vatan” doktrini, Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki egemenliğini, doğal kaynaklarını koruma iradesini ve denizlerdeki milli menfaatlerini savunma kararlılığını yansıtıyor.

Gelinen nokta itibarıyla Türkiye’nin kabotaj hakkıyla başlayan denizlerdeki egemenlik mücadelesini, Mavi Vatan doktriniyle daha geniş coğrafyaya taşıdığı söylenebilir. Bu çerçevede Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından desteklenen İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ittifakına karşı etkili bir diplomasi yürütürken; diğer yandan da Doğu Akdeniz’de hem Kıbrıs Türklerinin hem de kendi hak ve menfaatlerini caydırıcı şekilde koruyabilmek adına güçlü bir donanma kurmuş, aynı zamanda yetkin bir sondaj filosu oluşturmuştur.

Zira Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik haklarını koruyabilmesi, olası jeopolitik kırılmalarda telafisi güç ya da imkansız zararlara uğramaması ve Kıbrıs Türkleri ile KKTC’nin hak ve menfaatlerini layıkıyla savunabilmesi için diplomatik ve askeri gücünü dengeleyen etkin bir politika izlemesi gerekiyordu. Nitekim, söz konusu meselelerde ortaya çıkabilecek en küçük bir kayıp bile ülkenin bağımsızlığına ve geleceğine doğrudan tehdit oluşturma potansiyeli taşıyordu.

Deniz merkezli stratejik vizyon

Mavi Vatan doktrini, Türkiye’ye deniz merkezli yeni stratejik vizyon kazandırmıştır. Türkiye’nin güvenlik anlayışı, bu doğrultuda kara sınırlarıyla sınırlı olmaktan çıkarılıp kara suları dışındaki deniz yetki alanlarını da kapsayacak şekilde genişletilmiş; ayrıca yeni güvenlik mimarisi kapsamında Türk Deniz Kuvvetlerinin modernizasyonu ve güçlendirilmesi hızlandırılmıştır. Milli gemi projeleri (MİLGEM), TCG Anadolu, denizaltı programları, insansız deniz araçları ve hava unsurları bu vizyon doğrultusunda geliştirilerek çok uluslu ve çok cepheli senaryolara karşı Türk Donanması’nın caydırıcılığı artırılmıştır.

Güvenlik ve savunma eksenli çalışmaların yanı sıra Barbaros Hayreddin Paşa, Oruç Reis, Fatih, Yavuz, Kanuni ve Abdülhamid Han sismik araştırma ve sondaj gemilerinden oluşturulan filo sayesinde Türkiye, kendi deniz yetki alanlarında deniz altı enerji kaynaklarının araştırılmasını ve işletilmesini sağlayan bağımsız enerji arama kabiliyetini güçlendirmiştir. Bu gelişme, Türkiye açısından tarihi bir dönüm noktasıdır. Zira 2013’e kadar ülkenin deniz yetki alanlarında petrol ve doğal gaz kaynaklarının araştırılması ve işletilmesine ilişkin faaliyetlerin tamamı, yabancı enerji şirketlerinden hizmet alımı yöntemiyle gerçekleştiriliyordu.

Son yıllarda meydana gelen tüm bu gelişmeler dikkatlice ele alındığında, Mavi Vatan doktrininin kapsamlı devlet politikası haline gelmesiyle birlikte Türkiye’nin 1926 Kabotaj Kanunu ile kazandığı denizlerde egemenlik hakkını, sadece kıyı taşımacılığıyla sınırlı tutmayıp çok daha geniş jeopolitik ve stratejik vizyona taşımış olduğu kolaylıkla görülebilir. Dolayısıyla Mavi Vatan doktrini, Türkiye’nin yalnızca savunma stratejisini değil, aynı zamanda jeopolitik duruşunu, ekonomik bağımsızlık hedeflerini ve bölgesel caydırıcılığını da şekillendirmiştir.

Bu doktrin sayesinde Türkiye, denizlerde yalnızca hak iddia eden bir ülke olmaktan çıkmış; kara suları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi uluslararası hukukla tanımlanmış alanlarda egemenlik ve deniz yetki haklarını sahada savunan etkin bir aktöre dönüşmüştür. Sonuç olarak Mavi Vatan doktrinini Yunanistan’ın maksimalist politikalarına karşı geliştirilmiş bir anti-tez ya da refleks olarak değil, Türkiye’nin uluslararası deniz hukukundaki hak ve çıkarlarını korumaya yönelik, aktif ve stratejik bir dış politika aracı olarak değerlendirmek daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.

Kaynak: AA / Prof. Dr. İsmail Şahin, Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi (USKAM) Başkanı ve Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close