Dünyada Dondurulmuş İhtilaflar ve Donmuş Çatışma Bölgeleri (Dergi) - M5 Dergi
Genel

Dünyada Dondurulmuş İhtilaflar ve Donmuş Çatışma Bölgeleri (Dergi)

Abone Ol 

Asıl meselenin çözüme kavuşturulmamasına rağmen çatışmaların bir ateşkes ile olduğu gibi bırakılması veya çözüme kavuşmayan uzun süreli kriz dönemlerine girmesi dünya literatüründe “Dondurulmuş İhtilaflar ve Donmuş Çatışma Bölgeleri” kavramını yaratmaktadır.

Etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel ya da bölgesel özellikler bakımından bağlı bulunduğu ülkeden farklılaşan ve bu farklılığı kullanarak siyasi özerklik ya da bağımsızlık talep eden alanlar çatışmanın temelini oluşturuyor.

Bu bölgelerin siyasi taleplerinin bağlı bulundukları ülke ve ya bölgedeki etkin güçler tarafından kabul edilmemesi ise gerginliği tırmandırıyor hatta çatışmaları tetikliyor. Ateşkesle silahlar dursa da, taraflar arasında anlaşmazlığın bitişini vurgulayacak bir anlaşma ya da başka bir yasal çözüm seçeneğinin kabul görmemesi, bu bölgelerde güvenlik ve istikrarın pamuk ipliğine bağlı olmasına yol açıyor.

Bu terim dünya literatüründe genel olarak Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasının ardından kurulan bazı devletler içindeki çatışma bölgelerini tanımlamak için kullanılıyor olsa da dünyadaki pek çok alan için terim anlam kazanmış durumdadır.

Bu alanlar dünyada, hem “bölgesel güçler” hem de “küresel güçler” arasında bir üstünlük mücadelesinin tezahürü olarak üstünlük yarışını da tetikliyor ve potansiyel savaş ve çatışmalar için zemin oluşturmaya devam ediyor.

İşte dünyadaki Donmuş İhtilaflar ve Potansiyel Çatışma Bölgeleri

Dağlık Karabağ Örneği;

Dağlık Karabağ, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bölgede bağımsızlığını ilan eden ülkeler arasındaki neredeyse en bilinen donmuş sorunlardan birisi olarak göze çarpmaktaydı.

Dağlık Karabağ uluslararası hukuka göre Azerbaycan toprakları içinde yer alıyor. Gerek Birleşmiş Milletler gerekse Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından kabul edilen bu gerçeğe rağmen bölge, 1992-1994 Karabağ Savaşı’ndan bu yana Ermenistan’ın kontrolü altında bulunuyordu.

Bu ihtilafın çözülmesi için 1992 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından MİNSK grubu kuruldu. ABD, Fransa ve Rusya’dan oluşan eş başkanlara ek olarak, AGİT Minsk Grubu’nda Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Türkiye ve sorunun tarafları olan Azerbaycan ve Ermenistan yer aldılar.

1992 yılında bu ihtilafın çözülmesi için bu adımın atılmasına rağmen, tanımda da bahsettiğimiz üzere bölgesel ve küresel güçlerin üstünlük için mücadele ettiği bir alana dönüşen Dağlık Karabağ bölgesi 2020’ye kadar “dondurulmuş ihtilaflar ve donmuş çatışma bölgeleri” kavramının en önemli örneklerinden birisi olarak yerini korumuştur.

Dağlık Karabağ 2020 yılına gelindiğinde ise özellikle Türkiye’nin desteği ile 44 gün süren çatışmalar sonucunda, uluslararası hukuka göre hak sahibi olan Azerbaycan tarafından çok büyük ölçüde kontrol altına alınmıştır.

Kırım

Kırım meselesi yine Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber ortaya çıkan sorunlardan birisidir. Ve dünyadaki “dondurulmuş ihtilaflar ve donmuş çatışma bölgeleri” kavramının karşılığı olarak gösterilecek önemli sorunlardan birisi olarak gündemi meşgul etmeye devam etmektedir.

Fakat Kırım meselesi; Karabağ’dan farklı olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan ve bu sorunda şu anda taraf olan Ukrayna’dan çok daha öncelere dayanmaktadır.

Kırım, Karadeniz’in kuzeyinde, Azak Denizi’nin güneyinde yer alan bir yarımadadır. Ve stratejik konumu, deniz üslerine ev sahipliği yapması ve potansiyel bir harekat merkezi olma özelliği taşıması nedenyle tarih boyunca benzer sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.

Çok uzun bir dönem Osmanlı kontrolünde kalan Kırım, 1774 yılında Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rus hâkimiyetine girmiştir. 1783 yılında ise Ruslar tarafından bütünüyle ilhak edilmiştir.

1917 yılında Rus Çarlık rejiminin yıkılmasıyla birlikte “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” ilan edilmiştir. Fakat bu statüsü özellikle 2. Dünya savaşı sürecinde büyük ölçüde güç kaybetmiş ve 1945 yılında Kırım doğrudan Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline gelmiştir.

Şu anda Ukrayna ile Rusya arasındaki ihtilafın asıl nedeni olarak görülen süreç ise yine Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ayyuka çıkmıştır. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Ukrayna bağımsızlığını ilan etmiş fakat Kırım’la ilgili süreç çıkmaza girmiştir.

Bu dönemde Kırım, Ukrayna’ya bağlı “Ukrayna Kırım Özerk Cumhuriyeti” olarak ilan edilmiştir.

1994 yılında Ukrayna’nın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tanıyan Rusya, eski Sovyet Karadeniz filosunun ana üssünün Kırım’daki Sivastopol’de bulunması nedeni ile Kırım konusunda net bir yargı ortaya koymaktan kaçınmıştır.

Fakat özellikle Ukrayna’nın 2004 yılındaki Turuncu Devrim ile birlikte Rusya’dan uzaklaşarak açıkça Batı’ya yönelmesi ve NATO ile AB üyeliğinin gündeme gelmesi sonrasında sorun tekrar ayyuka çıkmıştır.

Bugün gelinen noktada Kırım meselesi şu anda dünya gündemini meşgul eden en büyük konulardan birisi haline gelmiş ve her geçen gün sıcak çatışmaya hatta savaşa evrilebilecek gelişmelere gebedir.

İhtilaf 30 yıldan fazla süredir tam anlamı ile çözülememiş ve çeşitli siyasi ve askeri hamlelere sahne olarak ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” en önemli örneği olarak günümüze kadar gelmiştir.

Güney Osetya ve Abhazya

Sovyetler Birliği döneminde özerk yönetimler olarak Tiflis’in idaresine bırakılan Abhayza ve Güney Osetya’nın konumları Gürcistan’ın 9 Eylül 1991’de Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan etmesi üzerine soruna dönüşmüştür.

Gürcistan genelinde yükselen Gürcü ulusçuluğunun Abhazya ile Güney Osetya’daki ulusçu eğilimleri tetiklemesi üzerine büyüyen anlaşmazlık kısa sürede silahlı çatışmalara ve iç savaşa dönüşmüştür. Gürcistan’ın “fiili” olarak bu bölgeler üzerindeki egemenliğini kaybettiği bu iç savaş Rusya’nın girişimiyle yapılan ateşkes anlaşmasıyla sona ermiş fakat barışçıl bir çözümle sona ermediği için bu bölge de dünyadaki “”dondurulmuş ihtilaflar ve donmuş çatışma bölgeleri” içerisindeki yerini almıştır.

Abhazya ve Güney Osetya’ya yakın duran Rusya’nın bu bölgelerde yarattığı “donmuş çatışma” sorunu Gürcistan’daki Gül Devrimi sonrası oluşan yakın zamandaki Batı yanlısı politikaların artmasıyla yeniden alevlenmiştir.

Gürcistan’ın NATO ve AB üyeliği için mücadelesine karşı bölgedeki gücünü kaybetmek istemeyen Rusya buradaki ayrılıkçı güçleri kullanarak dengeyi kendi lehine değiştirmeyi amaçlamıştır. Abhaz ve Oset ayrılıkçıların Rusya’nın desteğiyle 2008 yılı Ağustos ayında başlayan çatışmalar sonucunda her iki bölge de ayrı ayrı bağımsızlığını ilan etmiştir. Fakat bu bağımsızlık kararları Rusya’ya yakın ülkelerde dahil olmak üzere Türkiye gibi bir çok ülkede karşılık bulmamıştır. Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana tavır alınmıştır.

Rusya bu gelişmelerden sonra bir yandan Gürcistan’ın AB ve NATO üyeliklerini engellerken bir yandan da Kafkasya’da iki tampon bölge oluşturmuştur. Bu iki bölgenin sınır hattında halen Rus askerleri bulunmakta ve bölge ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasında yerini almaya devam etmektedir.

Transdinyester

1918-1940 yılları arasında Romanya’nın bir parçası olan Moldova, Avrupa’nın doğusunda Ukrayna ile Romanya arasında yer almaktadır. Ülke nüfusunun çoğunluğu Rumen asıllı, ancak Slav ve Gagavuz Türkleri gibi farklı etnik grupları da içinde barındırmaktadır.

Transdinyester bölgesi, Rusya’nın Moldova’ya karşı ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” kozu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Transdinyester bölgesi, Dinyester nehri ile Ukrayna arasında ince, uzun bir toprak parçasıdır. Bölgeyi Moldova açısından önemli kılan özelliği sanayileşmiş ve ekonomik olarak daha gelişmiş olmasıdır.

Ancak bölge nüfusunun çoğunluğunun Slav asıllı Rus ve Ukraynalılardan oluşması, Rusya’nın Transdinyester bölgesindeki etkinliğini kullanmasına zemin açmaktadır.

Moldova, 2 Eylül 1990’de Sovyetler Birliği’nden ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş ve Rus kimliğinden uzaklaşarak Rumen kimliği altında Batılı bir çizgiye yönelme eğilimine girmiştir. Moldova’nın Romanya ile birleşme olasılığını bir tehdit olarak gören Rusya ise, bunun önüne geçebilmek için o dönemden itibaren Transdinyester’deki ayrılıkçı hareketlere destek vermeye başlamıştır.

“Transdinyester Moldova Cumhuriyeti’nin” ilan edilmesi, 1992’de dört ay süren çatışmalara neden olmuş ve varılan ateşkes sonrası bölgede Rusya, Transdinyester yönetimi ve Moldova’nın gözetiminde Ortak Kontrol Komisyonu kurmuştur. Bu komisyonla birlikte bu bölge de dünyadaki ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” içerisindeki yerini almıştır.

Rusya, 2003 yılında Moldova’yı Transdinyester ve Gagavuzya olmak üzere federal devletlere ayıran Kozak Planı ile bir barış anlaşması önermiş ancak bu öneri Moldova’nın içişlerine doğrudan müdahale yolunu açacağı düşüncesiyle reddedilmiştir.

Transdinyester, 17 Eylül 2006 yılında yapılan referandumla bağımsızlığını ilan etmesine karşın Rusya dahil hiç bir ülke tarafından tanınmamıştır. Bölge ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yerini halen korumaktadır.

Keşmir

1947’deİngiltere’nin bölgeden ayrılması ile Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana, bu iki Güney Asya ülkesi birbirlerine karşı tam dört kez savaşmış ve sayısız kez sınır çatışması yaşamışlardır.

İngilizler bölgeden ayrılırken, bölgenin demografik ve coğrafi yapısını gözetmeksizin iki ülkenin sınırlarını çizmiştir. Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler Pakistan’a, Hinduların yoğun yaşadığı yerler ise Hindistan’a bırakılmıştır.

Nüfusunun yüzde 90’a yakını Müslüman olan Keşmir’in Hindistan’a mı yoksa Pakistan’a mı katılacağına Keşmir halkı tarafından karar verilmesi istendi. Bu karar, Pakistan ile Hindistan arasında yaşanan dört savaştan üçüne yol açan Keşmir sorunun başlamasına neden oldu.

Keşmir halkı 1947’de Pakistan’a katılmaktan yana tavır alsa da o dönem Keşmir Prensi Maharaja Hari Singh Keşmir’in Hindistan’a bağlanmasına karar verdi. Bu olaydan sonra bölge tamamen kronikleşmiş bir sorun haline gelerek günümüze kadar uzanmıştır.

Direkt ya da dolaylı yoldan Hindistan ve Pakistan arasında gerçekleşen bütün savaş ve çatışmaların ana kaynağı Keşmir Sorunu olmuştur.

Pakistan, Keşmir sorununun çözümünün BMGK’nin 1948’de aldığı referandum kararından geçtiğini düşünüyor. Yeni Delhi yönetimi ise nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bölgede olası bir referandumda halkın Hindistan’dan ayrılma yönünde oy kullanacağından endişe duyduğu için bu fikre sıcak bakmıyor.

İki ülkenin de nükleer silahlara sahip olması ise tehlikeyi başka bir boyuta taşımaktadır. Keşmir sorunu ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki en kritik bölgelerden birisi olarak göze çarpmaktadır.

Tayvan

Tayvan Sorunu, günümüzde hala çözülememiş olan ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” içerisinde bir müstesna olarak yerini korumaya devam etmektedir.

1949 devrimiyle Çin anakarasında ve Tayvan adasında ortaya çıkan iki siyasal otoritenin varlığı ve izlediği politikalar günümüz Tayvan Sorununun kökenini oluşturmaktadır. Resmi adı ‘’Çin Cumhuriyeti’’ olan Tayvan, 1971 yılına kadar BM Güvenlik Konseyi’nde Çin adına ayrılan daimi üyelik koltuğunu işgal ediyordu. Bugün dünyada ancak 23 küçük ülke tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınan Tayvan , bununla birlikte bağımsız bir devletin yapabileceği  pek çok faaliyeti yürütmektedir. Bu açıdan Tayvan, uluslararası ilişkiler ve özellikle uluslararası hukuk açısından müstesna bir örnek olmayı sürdürmektedir.

1971’den sonra ise Çin’in temsilciliği Tayvan’dan alınarak anakaraya, Çin Halk Cumhuriyeti’ne verilmiştir ve Tayvan ise uluslarası platformlarda Çin’in bir eyaleti olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu sorunun yıllardır çözülememesinin sebebi ise herhangi bir uzlaşının olmamasıdır.

Çin tarafından Tayvan’a farklı statüler verilerek anakaraya bağlama uğraşları sonuçsuz kalmış ve Tayvan şuan ki mevcut durumu halen bir çözüme ulaştırılamamıştır. Bölgede sıcak çatışmalara hatta savaşa evrilecek gelişmeler son dönemde artmış ve dünya gündemine oturmuş durumdadır.

Bu sorunda da yine bölgesel ve ABD gibi küresel güçlerin müdahil olması ile durum daha da karmaşık bir hal almıştır. Zaman zaman savaşın eşiğine gelen taraflar arasındaki gerilim dünyadaki ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yerini almaya devam etmektedir.

Kuzey Kore – Güney Kore

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi, ABD ise güney Kore’yi işgal etmiştir. Kuzey Kore Komünist Partisi kurulmuş ve ordunun başına, eğitimini Kızıl Ordu’da tamamlayan Kim Il-Sung getirilmiştir.

Hemen ardından Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kurulmuş ve bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylece Komünist rejim altındaki Kuzey Kore ile serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu Güney Kore arasında üç yıl sürecek savaş patlak vermiştir. Savaş üç milyondan fazla insanın hayatına mal olmuştur.

İki tarafında herhangi bir kazanç elde etmediği savaşın ardından 38’inci paralelde askeri güçlerden temizlenmiş bölge oluşturulmuştur. 1953 yılında Savaş bir ateşkesle sona ermiş ancak hiçbir zaman bir barış antlaşması imzalanmamıştır. Bu da bölgenin dünyadaki ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yerini almasına neden olmuştur.

1996 yılına gelindiğinde Kuzey Kore, Kore Savaşı’nı sona erdiren ateşkese artık uymayacağını açıklamış ve savaş sonrasında belirlenen askeri güçten arındırılmış bölgeye askeri birliklerini kaydırmıştır.

Bu süreçten sonra iki taraf arasında onlarca çatışma yaşanmıştır. Çatışmaların son bulmaması ve küresel güçlerin yine sürece müdahil olma adımlarından sonra 2003 yılında Kuzey Kore Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çekildiğini ve elinde nükleer bomba üretmeye yetecek kadar plütonyum olduğunu açıklamıştır. Bu açıklamadan sonra Kuzey Kore günümüze kadar dünya gündeminde ki yerini almaya başlamıştır.

Bugüne kadar çeşitli çatışmalar ve görüşmeler eşliğinde Kuzey ve Güney Kore arasındaki gerginlik 70 yıldan fazla bir süreyi geride bırakmıştır. 1953 yılında başlayan savaş bir ateşkesle sona ermesine rağmen günümüze kadar resmi bir barışçıl anlaşma ile sonuçlanamamıştır. Bu da bölgenin dünyadaki ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yer almasına neden olmaya devam etmektedir.

Filistin-İsrail

1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan Birinci Siyonizm Kongresi’nden günümüze kadar Filistin-İsrail sorunu ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasında en çok dikkat çeken sorunlardan birisi olarak görülebilir.

Filistin ve İsrail arasındaki mücadele dünyada en uzun süren ve patlamaya en yatkın anlaşmazlıklardan birinden kaynaklanıyor. Anlaşmazlığın kökeni, Akdeniz sahiliyle Şeria Nehri arasındaki bölgede hak iddiasına dayanmaktadır.

Son 100 yıldaki bu süreç Filistinlilere sömürgecilik, sürgün, askeri işgal ve onu izleyen kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirdi. Kayıpları ve acılarına sebep olarak gördükleri bir ulusla bir arada yaşama yolundaki zorlu arayış süreci ise hala devam etmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında da Filistin ve çevresi Osmanlı idaresindeydi. İngiltere savaşın sonunda yani 1918 yılında bölgeyi işgal etmiş ve 1920’de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla İngiltere’ye, bölgenin manda idaresi için yetki verilmiştir.

İngiltere mandası altındaki Filistin’e Siyonist proje kapsamında yüzbinlerce Yahudi göç etmiş ve bu da Arap topluluklarda isyana yol açmıştır. Yahudiler ve Araplar arasındaki düşmanlık 1929 yılından itibaren kanlı çatışmalara dönüşmüştür.

Uzun süren çatışmalar sonucunda Filistin’i 1920’den beri idare eden İngiltere, Yahudi-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947’de Birleşmiş Milletler’e devretmiştir. Fakat bu da Yahudilerin bölgedeki yayılmacı politikasını ve işgal sürecini dizginleyememiş ve 1948 yılında ABD’nin de desteği ile bölgede bir İsrail Devleti kurulduğu ilan edilmiştir. Bu devlet 2 bin yıldır kurulan ilk Yahudi devleti olmuştur.

Bu kararın ardından onlarca yıl süren çatışmalar 1967 yılında İsrail ve Arap komşuları arasında 6 Gün Savaşları’na yol açmıştır. Savaşın ardından İsrail’in kontrolündeki toprak iki katına çıkmıştır.

BM Güvenlik Konseyi aldığı 242 sayılı karar ile İsrail’i bu topraklarda işgalci olarak tanımlamış ve geri çekilmesini istemiştir.

BM kararlarına ve uluslararası tepkilere rağmen İsrail geri adım atamamış ve günümüze kadar özellikle ABD’nin de desteğini arkasına alarak bölgedeki toprağını genişletmiş hatta hukuksuz bir şekilde ABD Başkanı Trump döneminde ABD’nin de desteğini alarak Kudüs’ü başkent olarak ilan etmiştir.

Geçen bu uzun süre içerisinde Oslo, Madrid süreçleri, BM kararları, intifada hareketleri ve Hamas gibi gruplarla çatışmalara rağmen süreç barışçıl bir çözüme kavuşmamış ve halen dünyadaki en dikkat çeken sorunlardan birisi olarak ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yerini almaya devam etmektedir.

Kıbrıs

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914’te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. Türkiye Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923’te tanımıştır.

1931’den itibaren Türk varlığına rağmen Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ile birleşme taleplerini yoğunlaştırmışlardır. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek “ENOSİS” kampanyasına hız vermişlerdir.

Yunanistan, 1954’te Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletlere götürme kararı almıştır. Yunanistan, 1954-1958 yılları arasında “self-determinasyon” amacıyla BM’ye yaptığı çeşitli başvurularda bir başarı sağlayamamıştır.

Yunanistan’ın BM’den tek taraflı “self-determinasyon”, Enosis lehinde bir karar elde edememesi, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı direnişleri ve Türkiye’nin kendilerini desteklemekteki kararlılığı, Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlatılmasına imkan sağlamıştır. Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih’te anlaşmaya varmışlar, Londra’da İngiltere’nin ve Kıbrıs’taki iki toplumun liderlerinin onayını almışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Anlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından etkin garantörlüğü ilkelerine dayandırılmıştır.

“Kıbrıs Cumhuriyeti,” Kıbrıslı Rumların 1963 yılında tek taraflı olarak güç kullanımıyla anayasayı feshetmelerinden sonra ortadan kalkmıştır.

1963 “Kanlı Noel” olaylarından sonra, 27 Aralık 1963’e üç garantör ülkenin askerlerinden oluşan bir “Barışı Koruma Kuvveti” oluşturulmuştur. Bu çerçevede İngiliz generalin yeşil bir kalemle harita üzerinde çizdiği bir çizgi ile Lefkoşa 30 Aralık 1963’te ikiye ayrılmıştır. Bu tarihten itibaren bu sınır “Yeşil Hat” olarak adlandırılmıştır.

Adada yaşayan Türkler ve Türkiye, Kıbrıslı Türklerin 1960 yılında kurulan devletin eşit ortakları olarak haklarını kullanamamasına neden olan bu yasadışı ve gayrimeşru durumu hiçbir zaman kabul etmemiştir.

15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan adayı tamamen Yunanistan’a bağlamak amacıyla bir darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirmiştir. Kıbrıs’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere’nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Ada’daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Barış Harekatı’nı başlatmıştır.

Böylece Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı da güvence altına alınmıştır.

Bu gelişmelerinden ardından gerek BM çatısı altında gerekse garantör ülkeler arasındaki birebir görüşmeler ile çözüm yolları denenmiş fakat Yunanistan’ın uzlaşmaz tutumu nedeni ile 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk halkının “self-determinasyon” (kendi kaderini tayin etme) hakkına dayanılarak ve siyasi eşitliği vurgulanarak ilan edilmiştir. Bu yola gidilirken federasyon tezi muhafaza edilmiş ve Rum tarafına barış ve çözüm çağrısında bulunulmuştur.

KKTC’nin resmen ilan edilmesinin ardından farklı zamanlarda uluslararası kamuoyuna yansıyan 14 farklı çözüme yönelik süreç işletilmiştir. Bunlardan en çok dikkat çeken ise şühesiz ki Annan Planı olarak da anılan “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı süreç olarak kabul edilmektedir.

Annan Planı için yapılan referandum Kıbrıs Türklerinin kabulüne rağmen Kıbrıs Rumlarının hayır oyları üzerine hayata geçememiştir. Yani birkez daha adadaki sorun Yunan ve Rum tarafının çözümsüzlük tavrı ile sonuca ulaşmamıştır.

GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliği üyeliği için ‘ihtilaflı bölgeler olmaması” kararı hiçe sayılarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam üyesi olarak kabul edilmiştir.

Bu gelişme sonrası Türkiye; Kıbrıs Türklerinin kendi ülke sınırları ve anayasal düzenleri içerisinde örgütlenmiş bir halk olarak, hükümet etme yetkisini ve egemenliklerini kullanmakta oldukları, bu çerçevede Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımaya devam edeceğini ve Güney Kıbrıs’ın AB’ne girişinin Türkiye’nin 1960 Anlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerine hiçbir şekilde değiştirmeyeceğini ilan etmiştir.

Bugün gelinen noktada Türkiye, üç garantör devletten biri olarak kapsamlı müzakere süreci yoluyla çözüme katkıda bulunmaya kararlı olduğunu her fırsatta dile getirmeye devam etmekte ve adada iki devletli bir çözümün olması gerektiği ile ilgili tezini savunmaya devam etmektedir.

Ada, özellikle son dönemdeki Doğu Akdeniz’deki MEB alanları ile ilgili sorunlar nedeni ile daha fazla gündeme gelmeye başlamış ve dünyadaki en kritik ‘donmuş ihtilaflar ve çatışma bölgelerinin” arasındaki yerlerden birisi olarak yer almaya devam etmektedir.

Kaynak: M5

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close