Deniz Stratejisinin Temel Prensiplerine Genel Bakış - M5 Dergi
Öne ÇıkanStrateji Analiz

Deniz Stratejisinin Temel Prensiplerine Genel Bakış

Abone Ol 

Deniz Hâkimiyeti, denizlerde mutlak egemen olmayı gerektirir ki; bu da ancak, büyük muharebe gemilerinin yer aldığı büyük donanmalarla gerçekleştirebilecek bir stratejidir. Özellikle zaman, mekân ve kuvvet unsurlarını dikkate aldığımızda, uzun süreler boyunca denizlerde hâkimiyet kurmak güçtür.

Emekli Deniz Kıdemli Albay Saner Sarı tarafından M5 için kaleme alınmıştır.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın ‘‘Denizlere hakim olan cihana hakim olur.’’ sözüyle başlattığı ve en önemli deniz stratejisi olan ‘Deniz Hakimiyet Teorisi’nin üzerinden yaklaşık 500 yıl geçmesine rağmen, her geçen yüzyılda değerini kat be kat artırarak geçerliliğini korumuş ve korumaya da devam edecektir.  Zira söz konusu stratejiye sahip olmak isteyen nice denizciler, farklı üsluplar kullanarak, kendi milletlerinin yöneticilerini uyandırıp, onları bu yönde ikna etmeye çalışmışlardır. Bunlara en çarpıcı örnekler, ‘‘Deniz ticareti ve deniz üstünlüğü yoluyla denizin kontrol edilmesi, dünyada önemli bir etkiye sahip olmak demektir” ifadesiyle ABD’li denizci ve tarihçi Alfred Thayer MAHAN (1840 – 1914)’a ve farklı bakış açısıyla İngiltere’nin Deniz Kuvvetleri’nin şekillendirilmesinde önemli rol oynayan Jullian Corbett (1854 – 1922)’e aittir. Mahan, Amerikan Deniz Harp Akademisi ders notlarından derleyerek oluşturduğu ‘Deniz Stratejisi-1911’ ve ‘Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi-1892’ adıyla yayımlanan kitaplarında Corbett’nin ‘Yedi Yıl Savaşlarında İngiltere’ kitabına atıfta bulunarak bu konuya verilmesi gereken önemin üzerinde ısrarla durmuştur. Peki neden?

Bunun nedeni, Dünya üzerinde doğal ve yapay yollardan açılmış önemli denizyolu geçitleri olarak nitelendirilebilecek boğaz ve kanallar başta olmak üzere, bu boğaz ve kanalların birbirine bağladığı ticari ulaşım hatları ile bu hatlar üzerindeki ara konumların stratejik, askeri, politik ve ekonomik açıdan önemli bir role sahip olmalarıdır.

Stratejik öneme sahip olduğu değerlendirilen dar boğazların sayısı yaklaşık 200 kadardır. Bunlardan genişliği 24 deniz mili ve altında olanların sayısı ise 109’dur. Söz konusu coğrafyalar incelendiğinde karşımıza, Türk Boğazları başta olmak üzere, Dover, Malakka, Cebelitarık, Bab-ül Mendep, Macellan, Bering, Hürmüz, Messina, Formosa ve Florida çıkarken, adından sıkça bahsedilen ve dünyanın en stratejik kanallarının başında ise Süveyş̧ ve Panama kanalları gelmektedir.

Boğazlar ilk olarak stratejik ve askeri ikinci olarak da ekonomik ve politik olmak üzere iki bakımdan uluslararası öneme sahiptir. Mahan kitabında örneklerini sıralarken, denizlerin kontrolü için yapılan savaşları, Napolyon’un ‘Savaş bir mevzi meselesidir’ şeklindeki ünlü sözüne dayandırır.  Bu konuda tarihin sahip olduğu örnekler o kadar çoktur ki, M.Ö.415’deki Atina’nın Sirakuza Seferi’nden, 1538 Preveze Deniz Savaşı’na, Karayip Denizi’ndeki İngiliz-İspanyol Savaşı (1654-1660)’ndan, Japon Denizi’ndeki Rus-Japon Savaşı’na (1904-1905) kadar uzanır. 20. yüzyılın başında, Mahan’ın kesin sonuçlu deniz savaşı sonucunda düşman deniz gücünün imhası ile elde edilecek deniz hakimiyet teorisi, Corbett’nin zaman ve mekan sınırlamalarını esas aldığı, ulaşım hatları kontrolü yaklaşımı günümüze kadar donanmaların stratejilerindeki kilit noktası olmuştur. 

Deniz Hâkimiyeti, denizlerde mutlak egemen olmayı gerektirir ki; bu da ancak, büyük muharebe gemilerinin yer aldığı büyük donanmalarla gerçekleştirebilecek bir stratejidir. Özellikle zaman, mekân ve kuvvet unsurlarını dikkate aldığımızda, uzun süreler boyunca denizlerde hâkimiyet kurmak güçtür.

Günümüzde, Amerikan Deniz Kuvvetleri’ni, kısmen bu stratejiyi uygulayan bir örnek olarak gösterebiliriz. Deniz hakimiyetinden farklı olarak, deniz kontrolünün temel felsefesi ise kendi deniz gücümüze hareket serbestîsi tanırken muhasımın bizi engellenme gücünü elinden almak üzerine kuruludur. Denizin kontrolü, denizlerin hakimiyetinde bir araçtır. Başka bir deyişle kontrol edilen fiili olarak deniz değil muhasımın kendisi ve ortaya koyduğu tehdit potansiyelidir. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı deneyimi modern deniz gücü olma kriterinin yalnızca geniş sahada deniz kontrolü sağlamaktan geçmediğini ayrıca dünyada istenilen kriz bölgesine güç intikali gerçekleştirme yeteneğini de elinde bulundurmak olduğunu açıkça göstermiştir.

21’inci yüzyılda kara, deniz ve hava unsurlarının müştereken açıktaki muhasım deniz kuvvetlerine saldırı düzenleyebilmesi ilkesiyle hayat bulan ve tarihte ‘‘Fortress Fleet-Kale Donanması’’ olarak adlandırılan A2/AD kavramının açılımı, ‘‘Anti Access-Area Denial’’dır. Türkçe’de ise “erişimi engelleme” ve “bölgeden men etme” kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Erişimi engelleme (Anti Access) kavramı rakibin harekât bölgesine girişini önlemeyi amaçlarken, bölgeden men etme (Area Denial) de rakibin sahadaki muhtemel hareket alanını etkileme/baskılama üzerine kuruludur. Bu iki konseptin tek bir çerçevede birleştirilmesi (A2/AD), aynı çatı altında hem konvansiyonel hem de gayri nizami harp yöntemlerini birbirine kenetleyen yeni bir harp türünün ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 

Deniz harbi özelinde değerlendirildiğinde erişimi engelleme ve men etmek, rakip güçlerin harekât sahasına intikalini ve konuşlanmasını kısıtlamak ve muhasım bölgeye erişse dahi harekât icra etmesine engel olmak için kullanılan askerî yeteneklere dayanır. Bu durum çatışma sahası dışında herhangi bir bölgeyi kontrol etme, kullanma iddiasında olan tarafın rakibine karşı mevzu bahis bölgenin coğrafi, askerî, siyasi, ekonomik kaynaklarına ulaşmasını ve kullanmasını engellemek olarak da tanımlanabilir. Bir tarafıyla rakibe “geçit vermeme” ve “alan hâkimiyeti” olarak da tanımlanan A2/AD Doktrinini günümüzde Rusya için NATO’ya ve ABD’ye karşı Karadeniz ve Kuzey Denizi’nde, Çin’in ABD’ye karşı Güney Çin Denizi’nde uyguladığını görmekteyiz. Tarih ise, Rusların Japonlara karşı Port Arthur savunmasında ve yine Rusların Osmanlı-Rus Harbinde Osmanlı Donanmasına karşı uyguladığı torpido botları ve mayın kullanımındaki uygulamalarına tanıklık etmiştir.

Her ne kadar konunun, günümüzde jeostratejik ve askeri açıdan daha önemli olduğu ön plana çıkarılıyor olsa da küresel ölçekteki güç dengelerinin aynı zamanda jeoekonomik ve jeopolitik olarak ağırlık kazandığı da karşı konulmaz bir gerçektir. Zira Dünya ticaretinin %83’ünün deniz taşımacılığı ile yapıldığı, deniz taşımacılığının küresel düzeyde fiyatları düşürdüğü ve demir yoluna göre üç, kara yoluna göre yedi, hava yoluna göre ise 21 kat daha ekonomik olduğu göz önüne alındığında, ifade etmek istediğim şey daha iyi anlaşılacaktır.

Söz konusu konunun ekonomik ve politik bakış açısından ticari ulaşım hatları incelendiğinde; Batı Avrupa ve Doğu Kuzey Amerika’yı birbirine bağlayan Kuzey Atlantik yolu, Batı Avrupa’dan başlayıp Akdeniz, Süveyş̧ Kanalı, Kızıldeniz’i izleyerek Hint Okyanusu’na oradan Doğu Afrika, Güney Asya, Doğu Asya ve Yeni Zelanda’ya kadar uzanan Batı Avrupa, Akdeniz ve Hint Okyanusu yolu, Avustralya, Yeni Zelanda, Endonezya ve Basra Körfezi’ni Batı Avrupa’ya bağlayan Ümit Burnu yolu, Güney Amerika’nın Pasifik kıyıları ile Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını Panama Kanalı’yla bağlayan Güney Amerika’nın Pasifik Kıyıları, Kuzey Amerika ve Avrupa yolu, Panama Kanalı’nın açılmasıyla önemi daha çok artan Pasifik Okyanusu’ndaki yolların odak noktasını Yeni Zelanda-Panama Yayı oluşturan Pasifîk-Aşırı yollar, ABD’nin Meksika Körfezi’ndeki limanları (Key West’ten Meksika sınırına kadar) ve körfezdeki diğer limanlar ile Karayipler arasında önemli taşıma faaliyetlerinin yer aldığı Karayipler-Meksika Körfezi yolu dikkat çekmektedir.

 

Ayrıca; Son dönemde uluslararası sular üzerindeki stratejik ticari ulaşım yolları ve boğazlarda meydana gelen deniz haydutluğu ve korsanlık faaliyetleri dikkat çekmektedir. Söz konusu faaliyetlerde son on yılda artış olduğu ve bahse konu faaliyetlerin özellikle Güney Doğu Asya, Aden Körfezi ve Somali Açıklarında meydana geldiği gözlemlenmektedir.

Geçtiğimiz günlerde, Gine açıklarında korsan saldırısına uğrayarak mürettebatından 1 kişinin hayatını kaybettiği ve 15 kişinin kaçırıldığı M/V Mozart isimli Türk gemisinin yaşaığı tecrübe, alınması gereken tedbirlerin uluslararası iş birliği ile önlenebileceğinin kanıtıdır. Saldırının ardından yazılı ve görsel basından söz konusu saldırılara karşı gemide silahlı güvenlik hizmeti kullanımına yönelik sözüm ona ‘güvenlik uzmanı olduğunu iddia eden’ kişilerin deniz ticareti ve açık denizlerin kullanım serbestliği ilkesinden bihaber cahilce önerilerine de rastlanmaktadır. Denizde güvenlik devletin işidir. 

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS)’un “deniz haydutluğu olaylarının önlenmesi konusunda iş birliğinde bulunma yükümlülüğü” başlıklı 100. maddesinde “Bütün devletler, açık denizde veya hiçbir devletin yetkisine tabi bulunmayan diğer herhangi bir yerde deniz haydutluğunu cezalandırmak üzere mümkün olan en büyük ölçüde iş birliğinde bulunacaklardır” hükmü yer almaktadır. Bu kapsamda; deniz haydutluğu olaylarının önlenmesi için uluslararası iş birliği yapılmasının gerekliliği söz konusudur.

Ticaret gemilerinde deniz haydutlarına karşı mücadele etmek için acil durumlarda tehlike işaretleri vermek için kullanılacak işaret fişeği tabancası dışında silah gibi güvenlik malzemesi barındırma ve kullanma serbestisi bulunmamaktadır.

Kullanılabilecek en uygun güvenlik aleti, yardım çağrısında bulunulacak telsiz cihazıdır. Deniz haydutları ile mücadelede lastik botla yaklaşan deniz haydutlarına yangın hortumlarıyla deniz suyu sıkılmakta veya gemi manevra yaparak bu botlar alabora edilmektedir. Yani gemi ancak pasif tedbirler alabilirken, aktif güvenlik donanmanın işidir. Hali hazırda Aden körfezi ve Somali açıklarında Türk firkateynleri, uluslararası görev gruplarında meclis tezkeresi ile görevlendirilmektedir.

Netice olarak;

Tarih boyunca önemli uluslararası ve bölgesel savaş, uzlaşma, anlaşma, sözleşme ve konferanslara sahne olmuş söz konusu boğaz, kanal, ulaşım yolu ve bu yollar üzerindeki mevkiler, günümüzde hala önemini korumaktadır. Bahse konu konumların ve bu yollar üzerinde hareket eden ticari trafiğin korunması ise güçlü donanmalara sahip ülkelerin işidir. Politik ve stratejik önemlerinin en bariz göstergeleri belki de yüzyıllardır bu alanlara hâkim olma arzusu ile hareket eden ülkelerin halen bu stratejik alanlarda hain emellerini gerçekleştirmek için savaşlara kadar uzanan girişimleri, ülke içi çatışma ve istikrarın bozulması yönündeki siyasetleri tek tek gerçekleşmektedir. Boğaz ve kanallar sadece bulundukları ülkelerin değil aynı zamanda dünya ülkelerini ilgilendiren jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik sonuçlar doğuran farklı bir öneme sahip yerlerdir. Bu yüzden yüzyıllar boyunca süre gelen önemleri bugün halen artarak devam etmektedir. Bu durum ülkelerin ekonomik ve askeri açıdan güçlü olmalarını ve stratejik planlarında boğazlar ile kanallara ayrıca bir yer vermelerini gerekli kılmaktadır.

Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir.” sözünü şiar edinerek çıkılacak yolda belirlenecek strateji için üç tarafımızı çevreleyen denizlerde uygulayacağımız caydırıcı ‘‘deniz kontrolü’’nü sağlamamızın yanı sıra, jeopolitik etkimizi artırabileceğimiz alan dışı faaliyetlerimizde güç aktarım yeteneğine kavuşmamız hayati önemi haizdir. Bunun da ilk adımı yakın zamanda TSK hizmetine girecek olan Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi (LHD) ANADOLU ile atılacaktır. 

 

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close