Araştırma: 6 soruda evrende yaşam arayışı
Tarih boyunca insanlık gökyüzüne bakıp pek çok soru sordu, yanıtları buldukça daha fazla bilmeceyle karşılaştı, giderilen merakı daha fazlasını doğurdu. Hâlâ yanıt bekleyen en temel sorulardan biriyse benzer şeyleri merak eden başkalarının olup olmadığı.
Her ne kadar bilimkurgu filmleri ve kitapları, “uzaylılarla” karşılaşılması durumunda ne yapılacağına dair kapsamlı bir rehber sunarak insanlığı bu fikre alıştırsa da herhangi bir formda yaşam bulunması yalnız bilim değil, bütün dünya gündemini sarsacak bir olay olur.
Evrendeki yaşam arayışına yönelik çalışmaları, konu etrafında dönen tartışmaları derlediğimiz Logos’un bu haftaki bölümüne, meselenin bilimin sınırlarının çok ötesine uzanan doğasını vurgulamak adına Çocukluğun Sonu ve 2001: Bir Uzay Destanı gibi romanların yazarı Arthur C. Clarke’ın meşhur bir sözüyle başladık.
Clarke’ın sözünü ettiği iki ihtimal de henüz elenmedi ve hiçbir zaman elenmeyebilir. İnsanlık bu soruya bir yanıt getirmeden yeryüzünden silinip gidebilir veya bulduğu yanıt sonu olabilir.
Fakat dehşetten ziyade merak ve heyecanın baskın olduğu yaşam arayışı çalışmalarında NASA’nın geçen hafta Jüpiter’in uydusu Europa’ya araç göndermesi önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Aynı hafta Mars’taki buzun altında mikroorganizmalar olabileceğini öne süren bir makale yayımlanmasıyla birlikte, Dünya dışı yaşam arayışları bir kez daha gündeme geldi.
Peki bu çalışmaların meyve verme ihtimali ne kadar yüksek? Bugüne kadar neler yapıldı? Farklı gezegenlerde yaşamı aramaktan vazgeçmek mi lazım? Logos’ta bu hafta bu soruların cevaplarını birlikte arayacağız.
1) Güneş Sistemi’nde Dünya dışında yaşam var mı?
Dünya dışı veya uzaylı yaşam arayışından söz ederken akla genellikle insanlardan çok daha gelişmiş uygarlıklar geliyor.
Evrenin uçsuz bucaksız genişliğinde uzak gezegenlerle iletişim kurmak için epey ileri seviye bir teknoloji gerektiğinden bu mantıksız bir beklenti olmasa da çalışmalar sadece bu alana odaklanmıyor.
Dünya’daki yaşamın kökeninden yola çıkan bilim insanları, başka gökcisimlerinde mikrobiyal yaşamın izlerini arıyor.
Özellikle Güneş Sistemi’nde süren bu çalışmalarda ilk durağımız Mars.
Mevcut atmosferinin son derece ince ve düşük oksijen oranına sahip olması, yüzey sıcaklığının -150 dereceye kadar düşebilmesi ve bütün gezegeni koruyan bir manyetik alandan mahrum olması gibi özelliklerine bakınca Mars’ın bilinen anlamda yaşama ev sahipliği yapması pek mümkün görünmüyor.
Ancak pek çok bilim insanı Kızıl Gezegen’in bir zamanlar daha kalın bir atmosferin yanı sıra Güneş’in zararlı ışınlarına karşı kalkan görevi gören bir manyetik alanı olduğunu düşünüyor.
Veriler 3-4 milyar yıl kadar önce gökcisminde sıvı halde su olduğuna işaret ediyor. Su yaşamın ortaya çıkması açısından kilit bir rol oynasa da varlığı tek başına bunu kanıtlamaya yetmiyor.
Diğer yandan NASA’nın 2012’de Mars’a inen Curiosity aracının son verileri, gezegendeki suyun sanılandan çok daha kısa süre varlığını sürdürdüğüne işaret ediyor.
NASA’nın bir diğer keşif aracı Perseverance tarihin derinlerinde mikrobiyal yaşamın izlerini aramaya devam ederken, bazı bilim insanları da Mars’ın zorlu koşullarında bugün hayatta kalan canlılar olabileceğini düşünüyor.
17 Ekim Perşembe günü yayımlanan bir çalışmada, gezegenin yüzeyindeki buzun altında mikroorganizmalar yaşayabileceği öne sürüldü.
Dünya’da benzer olayların görülmesinden dolayı, Mars yüzeyindeki buzun altında erimiş su olabileceği ve ışığın buzdan geçmesiyle fotosentezin yaşamı mümkün kılabileceği düşünülüyor.
Fakat bilim insanları, daha önce de ortaya atılan bu fikrin henüz bir teoriden ibaret olduğunu vurguluyor.
Kısacası Mars’ta ne eskiden ne bugün herhangi bir formda yaşam olduğu kanıtladı. Öte yandan bilim dünyası, en çok keşif aracı gönderilen gezegene yönelik çalışmalardan kesin bir cevap alana kadar vazgeçmeye niyetli görünmüyor.
Kızıl Gezegen’i insanların yaşayabileceği bir hale getirerek burada koloni kurma çalışmalarının da hız kazandığı düşünülürse Mars’la ilgili tartışmaların gündemden pek düşmeyeceği söylenebilir.
2) Europa ve Enceladus’un okyanusları yaşamı barındırıyor mu?
Jüpiter’in en büyük 4. uydusu Europa, Güneş Sistemi’nde yaşamı barındırabilecek cisimler arasında yıllardır ilk sıralarda yer alıyor.
Gaz devi gezegenin veya diğer uydularının pek misafirperver koşulları olduğu söylenemez. Özellikle cisimlerin Güneş’ten uzaklığı suyun sıvı halde bulunmasını epey zorlaştırıyor.
Europa’nın yüzeyi de bu nedenle kalın bir buz tabakasıyla örtülü ancak kuvvetli veriler, buzun altında devasa bir su okyanusu olabileceğine işaret ediyor.
Hatta bilim insanları bu sıvı kütlesinin, Dünya’daki bütün okyanusların toplamının iki katı kadar su barındırdığını düşünüyor.
Uydu hakkında bilinenlerin büyük bir kısmı NASA’nın Galileo görevi, Voyager 2 aracı ve Hubble Uzay Teleskobu’ndan geliyor.
Ancak bunların hiçbiri özellikle Europa’ya yönelik görev veya araçlar değildi. Uydunun yaşamı barındıracak koşullara sahip olup olmadığını araştıracak ilk araç nihayet 14 Ekim Pazartesi günü fırlatıldı.
NASA yıllardır planladığı görev için bugüne kadar herhangi bir gezegen keşfinde inşa ettiği en büyük uzay aracını yaptı.
30,5 metre genişliğindeki Europa Clipper’ın, yaklaşık 3 milyar kilometre yol kat ederek Nisan 2030’da uyduya varması bekleniyor.
Clipper’ın Europa’da doğrudan yaşayan organizmalar aramayacağını belirtmekte fayda var. Daha ziyade buzun altındaki okyanusun yaşam için uygun koşullara sahip olup olmadığını inceleyecek.
Gökbilimciler, suyun yanı sıra uydunun kimyasal bileşenler bakımından da önemli bir aday olabileceğini düşünüyor. Bazı veriler, buzun altındaki suyun tuzlu olduğuna işaret ettiği için kayalık bir deniz tabanı ihtimali artıyor. Bu da yaşamı mümkün kılacak kimyasal elementleri sağlayabilir.
NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’ndan Jenny Kampmeier, ABD’nin Florida eyaletinden yapılan fırlatmanın ardından “Bu, keşif yolculuğumuzun başlangıcı” diyerek ekledi:
Europa’dan öğreneceğimiz her şey inanılmaz. Tüm bilimsel disiplinler bundan gerçekten bir şeyler kazanabilir ve eğer bu yaşamı destekleyebilecek bir dünyaysa evrendeki yerimize ilişkin anlayışımızı değiştirecek.
Satürn’ün Europa’ya benzer özellikler gösteren uydusu Enceladus da yaşam arayışında öne çıkıyor.
Buz tabakasının altında okyanus barındırdığı düşünülen Enceladus’un geçen yıl 20 katı büyüklüğünde bir su bulutu fışkırttığını gören bilim insanları şoke olmuştu.
Hem bu bulutta hem de daha önceden organik moleküller içerdiği tespit edilen uydu, yaşam için temel bileşenlere ev sahipliği yapıyor gibi görünüyor.
Jüpiter ve Satürn’ün uydularında yaşamı aramayı planlayan Avrupa Uzay Ajansı bu yıl aldığı bir kararla, Enceladus’u “birinci hedef” haline getirerek 2040’ların başında uyduya araç göndermeyi amaçladığını duyurdu.
Satürn’ün bir diğer uydusu Titan ve Güneş Sistemi’nin cehenneme benzetilen gezegeni Venüs de mikrobiyal yaşama ev sahipliği yapma potansiyeline sahip. Ancak bu gökcisimlerinin güçlü adaylar olmadığını ve bu ihtimal etrafında hararetli tartışmalar döndüğünü belirtmekte fayda var.
Son yıllarda Venüs’le ilgili ters yöne işaret eden veriler gelirken, göğünden metan yağmurları yağan Titan’la ilgili soruların cevabını NASA’nın 2028’de fırlatmayı planladığı Dragonfly aracı verebilir.
3) Herkes nerede?
Aşağı yukarı 4,5 milyar yaşındaki Güneş Sistemi, evrenin tamamına ve Samanyolu Galaksisi’ne kıyasla epey genç sayılır.
Yaklaşık 13,8 milyar yıllık bir geçmişi olan evrende en azından bazı uygarlıkların uzak cisimlere, örneğin Dünya’ya seyahat edecek bir teknolojik gelişim göstermesini bekleyen Enrico Fermi, uzaylıların izinin bulunabilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Nobel ödüllü fizikçinin iddiaya göre 1950’deki bir öğle yemeğinde ortaya attığı “Herkes nerede” sorusu 70 yılın ardından hâlâ yanıtlanmayı bekliyor.
Pek çok bilim insanı, Fermi paradoksu diye bilinen bu duruma cevaben çeşitli ihtimalleri değerlendiriyor.
Kısaca bahsetmek gerekirse, evrende pek çok gelişmiş uygarlık olsa da Dünya’ya gelmeyi tercih etmemiş olabilirler veya galaksiler arası ortam buna izin vermemiş olabilir. Bir diğer ihtimal de insanların uzaylıların ziyaretini gözlemleme şansını kaçırmış olması.
Bu senaryolar arasında belki de en ürkütücü olanıysa, gelişiminin son aşamasına ulaşan bir uygarlığın kendi kendini yok etmeye mahkum olduğu düşüncesi.
Evrenin genişliği üzerinden bu konuyu tartışırken sözkonusu uygarlıkların ne zaman var olduğu sorusu da önem kazanıyor. Örneğin bir gün 1 milyar ışık yılı ötede gelişmiş bir uygarlığın izine rastlanması durumunda, bu gözlem 1 milyar yıl önceye ait olacak ve varlıklarını hâlâ sürdürüp sürdürmediklerini öğrenmek için başka çalışmalar gerekecek.
Fermi’nin sorusuna dönecek olursak; çoğu bilim insanı en az 200 milyar galaksiyi barındıran evrende yaşamın sadece Dünya’da ortaya çıktığı ihtimalini pek gerçekçi bulmuyor.
Dünya’da yaşamın yaklaşık 500 milyon yıl gibi kısa bir süre içinde başlaması ve bu sürecin detayları, başka gezegenlerde de benzer koşulların ortaya çıkmasının epey muhtemel olduğuna işaret ediyor.
NASA’nın 2009-2018’de faaliyet gösteren Kepler Uzay Teleskobu, Samanyolu’ndaki yıldızların yaklaşık yüzde 20’sinin yaşanabilir bölgede karasal bir gezegene sahip olduğunu gösteriyor.
Örneğin Güneş’e en yakın yıldız olan Proxima Centauri’nin yörüngesinde Dünya’ya yakın boyutlarda bir gezegen dönüyor. Suyun sıvı halde bulunabildiği, yani yaşanabilir bölgedeki Proxima b adlı gezegende yaşam olup olmadığıysa henüz bilinmiyor.
Diğer yandan bazı bilim insanları aslında Dünya’daki yaşamın epey ender rastlanan bir durum olduğunu düşünüyor.
Nadir Dünya Hipotezi’ne göre mikrobiyal yaşamın ortaya çıkması değil ancak buradan, mavi gezegendeki gibi çok daha gelişmiş canlıların evrimleşmesi son derece düşük bir ihtimal.
Fermi’nin sorusuna henüz ikna edici bir yanıt verilemedi. Ancak bilim dünyası, özellikle son 60 yıldır “herkesin nerede” olduğunu bulmak için yoğun bir çaba yürütüyor.
4) Uzaylıların varlığı nasıl fark edilebilir?
Gökbilimci Frank D. Drake’in 1960’ta ABD’nin Batı Virginia eyaletinde elindeki radyo teleskobunu gökyüzüne çevirmesiyle Dünya dışı akıllı yaşam araştırmaları (Search for extraterrestrial intelligence / SETI) tam anlamıyla başladı.
İsmini L. Frank Baum’un “çok uzak, ulaşılması zor, tuhaf ve egzotik varlıkların yaşadığı” hayali Oz Diyarı’nın kraliçesinden alan Ozma Projesi kapsamında yapılan bu deney, başka canlıların izini radyo dalgalarıyla aramayı amaçlıyordu.
O günden beri dünyanın dört bir yanındaki teleskoplar, gelişmiş uygarlıkların gönderdiği “tekno imzaları” arıyor.
İnsanlığın radyo dalgalarını yoğun bir şekilde kullanmasından dolayı genellikle bu türden işaretlere bakılıyor ancak optik sinyaller de taranmaya devam ediyor.
NASA, SETI Enstitüsü ve Planetary Society gibi kuruluşların 1970’lerden beri süregelen SETI Projesi kapsamında gökbilimciler, yabancı uygarlıkların gönderebileceği her türlü sinyali yakalamaya çalışıyor.
Bilim insanları bu doğrultuda tuhaf ve doğal bir kaynaktan gönderilmeyen sinyaller arıyor. 1977’deki Wow! sinyaliyse bu “işaretler” arasında en meşhuru.
ABD’deki Ohio Eyalet Üniversitesi’ne bağlı Big Ear Radyo Teleskobu, 15 Ağustos günü anormal derecede güçlü bir radyo sinyali tespit etmiş, kayıtları inceleyen Jerry Ehman raporun yanına “Wow!” (Vay canına!) yazmıştı.
Sinyalin uzaylılar tarafından gönderildiği iddia edilse de tekrarlanmaması bunun doğrulanmasını engellemişti. Yapılan bazı araştırmalardaysa sinyalin aslında doğal bir kaynaktan geldiği öne sürülüyor.
5) Yaşam arayışı insanlığın sonu olabilir mi?
Wow! sinyali, Liu Cixin’in aynı adlı romanından uyarlanan Netflix dizisi 3 Cisim Problemi (3 Body Problem) izleyicilerine tanıdık gelebilir.
Bilimkurgu dizisinde uzak bir gezegenden gelen sinyal tespit ediliyor ve Dünya dışı yaşamla iletişim kuruluyordu.
Hikayenin devamında, çoğu benzer örnekteki gibi, bu iletişim insanlık açısından pek iyi sonuçlar doğurmuyordu.
Aralarında meşhur fizikçi ve gökbilimci Stephen Hawking’in de yer aldığı çeşitli uzmanlar, benzer tehlikelerden dolayı SETI çalışmalarına karşı uyarıyor.
2018’de hayatını kaybeden Hawking ömrünün özellikle son dönemlerinde, insanların teknolojik açıdan daha az gelişmiş diğer grupları katletmesine işaret ederek ileri seviyedeki başka uygarlıkların da bunu yapabileceğini öne sürüyordu.
Bu düşünceleri kendisini SETI çalışmalarına destek vermekten alıkoymasa da fikirlerini dile getirmeyi de sürdürüyordu. 2015’te başlatılan böyle bir projede yaptığı açıklamada fizikçi “Mesajlarımızdan birini okuyan bir uygarlık bizden milyarlarca yıl ileride olabilir” diyerek eklemişti:
Eğer öyleyse çok daha güçlü bir konumda olacaklar ve bizi, bizim bakterileri gördüğümüzden daha değerli görmeyebilirler.
Ancak pek çok bilim insanı Hawking’le aynı fikirde değil. SETI Enstitüsü’nün ortak kurucusu ve eski direktörü Jill Tarter, 2016’da yaptığı bir açıklamada evrenin uzak köşeleriyle iletişim kurabilecek kadar gelişmiş bir uygarlığın dost canlısı davranacağını söylemişti:
Bizden çok daha uzun süre hayatta kalmayı başarmış bir uygarlık fikri… Bu teknolojinin saldırgan kalması bana mantıklı gelmiyor.
Tarter ayrıca insanlığın da zaman içinde daha nazik bir hal aldığını öne sürmüştü.
6) Bilinmeyen formda yaşam var mı?
Dünya dışı yaşam arayışının temelinde aslında cevaplanmayan daha büyük bir soru var: Yaşam nedir?
Güneş Sistemi’nde yapılan incelemelerde bilim insanları, bilinen yaşamın işaretleri sayılan ve biyolojik bir sürece işaret eden “biyoimzaları” arıyor. Gökcisimlerindeki kimyasal elemenletlere, minerallere, kayalara bakarak tanıdık bir iz bulmaya çalışıyorlar.
Ancak yaşamın veya canlılığın bilinen tek örneği Dünya’dan geldiği için bu tanımın her yerde geçerli olduğunu söylemek pek doğru olmayabilir.
NASA’nın fonladığı ve 2019’da açılan Agnostik Biyoimzalar Laboratuvarı, yaşam arayışı çalışmalarında ufkunu genişleterek biyoimzaların ötesine bakmayı amaçlıyor.
Örneğin biyolojik bir süreç olmadan karmaşık bir şekilde bir araya gelmiş moleküller veya beklenmedik derecede molekül yoğunluğuna sahip olmak gibi dengesizlikler, farklı türde bir canlılığın belirtisi olabilir.
Projenin baş araştırmacısı Sarah Stewart Johnson, “Güneş Sistemi’ni ve uzaktaki ötegezegenleri keşfettikçe, gerçekten yabancı dünyalar buluyoruz” diyerek ekliyor:
Amacımız mevcut anlayışlarımızın ötesine geçerek bilmediğimiz yaşam dünyasını keşfetmenin yollarını bulmak. Bu, bir şeyin ne kadar ‘canlı’ olabileceğine dair bir spektrum hakkında düşünmek anlamına gelebilir… Ve belirsizliği kucaklıyoruz, biyoimzalar kadar biyoişaretler de arıyoruz.
Dünya dışı biyoloji çalışmalarının önde gelen isimlerinden gökbilimci Carl Sagan da popüler film serisi Yıldız Savaşları’nı (Star Wars) benzer bir yerden eleştirmişti.
Serinin ilk filmi çıktıktan bir yıl sonra, 1978’de The Tonight Show with Johnny Carson programına konuk olan Sagan, başka gezegenlerdeki canlıların insanlara benzemeyeceğini savunmuştu.
1996 hayatını kaybeden bilim insanı, “Yıldız Savaşları başka bir galakside geçtiğini söyleyerek başlıyor ve sonra insanlar görüyoruz” diyerek eklemişti.
Yıldız Savaşları’ndaki baskın canlılar kadar bize benzer canlıların olması son derece düşük bir ihtimal. Ve bir sürü başka şey var; mesela hepsi beyaz.
İnsanlığın belki de en çok merak ettiği sorunun cevabı yakın zamanda verilecek gibi görünmüyor. Ancak onlarca milyar ışık yılı genişliğindeki evrene bakarken Sagan’ın önerdiği gibi geniş bir pence tercih etmekte fayda var.
Kaynak: Independent