Bosna’nın geleceği ne Brüksel’de ne de Lahey’de belirlenecek; bu gelecek ancak Saraybosna’da, güvenin yeniden inşa edilmesi, uzlaşma kültürünün güçlendirilmesi ve komşularla doğrudan diyalog kurulmasıyla mümkün olabilir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da yaşanan en büyük katliamın üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen, Srebrenitsa hala jeopolitik çıkarların ve taraflı adalet anlayışının Balkanlar’ın kaderini nasıl şekillendirdiğini gösteren çarpıcı bir simge olarak varlığını sürdürüyor.
Gazze’de sivillerin acısı sürerken ve Lahey, İsrailli liderleri yargılamaya hazırlanırken, Batı’nın Srebrenitsa konusundaki ısrarlı sessizliği ile Yugoslavya’yı kaosa sürükleyen politikaları Avrupa’nın üzerinde hala karanlık bir gölge olarak duruyor. Srebrenitsa’da 8 binden fazla Boşnak Müslüman erkek ve çocuğun katledilmesinin üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen, Batı’nın Yugoslavya’nın dağılmasındaki rolüne ve ardından sergilenen çifte standartlı adalet uygulamalarına dair pek çok soru hala cevapsız.
Bu yıl Bosna, 11 Temmuz’da Potoçari Anıt Mezarlığı’nda biri kadın olmak üzere, yaşları 19 ile 67 arasında değişen yedi kurbanı daha sonsuzluğa uğurlayacak. Her yıl, kimliği yeni belirlenen kurbanlar, soykırımın yıl dönümünde toprağa veriliyor. Tuzla’daki Kimlik Tespit Projesi kapsamında, defnedilmek üzere aile onayı bekleyen dokuz kişinin kalıntıları hala muhafaza ediliyor. Ayrıca DNA testleriyle kimliği belirlenen 45 kurbanın cenazeleri, kalıntılarının eksik olması ve ailelerin onay sürecinin tamamlanmaması nedeniyle henüz defnedilemedi.
Batı çatışmayı nasıl şekillendirdi?
1990’ların başında Batı’nın izlediği politikalar, Yugoslavya’nın dağılma sürecini hızlandırdı. Vatikan’ın ve Batılı başkentlerin desteğiyle Slovenya ve Hırvatistan, adeta bir önceliklendirme ile Avrupa Birliği ve NATO yoluna sokuldu. Her ne kadar bu hamleler demokratikleşmeye destek olarak sunulsa da, gerçekte bu tercihler dini ve kültürel yakınlıklarla şekillenmişti. Katolik kimlikleriyle Slovenya ve Hırvatistan, Soğuk Savaş sonrası Avrupa düzeni için “doğal” ortaklar olarak görülüyordu. Buna karşılık, önemli bir Müslüman nüfusa sahip, çok kimlikli Bosna Hersek; rekabet halindeki çıkarların ortasında yalnız bırakıldı. Bu durum, ülkedeki etnik ve dini fay hatlarını daha da derinleştirerek çatışmayı körükledi.
Batı’nın müdahaleleri, etnik ve dini ayrışmaları daha da derinleştirdi; özellikle yerel halk nezdinde Müslümanlar ile Ortodoks Hristiyanların doğal düşmanlar olduğu algısını güçlendirdi. Bu söylem ve yaklaşımlar, Boşnaklar ile Sırplar arasındaki gerilimi tırmandırırken, bölgenin istikrarlı ve Avrupa ile bütünleşmiş bir geleceğe dair umutlarını da giderek zayıflattı.
Lahey’in taraflı adalet anlayışı
Lahey, uzun yıllardır Ruanda’dan Gazze’ye uzanan davalarla uluslararası adaletin merkezi olarak sunuluyor. Ancak Temmuz 1995’te, Birleşmiş Milletler bayrağı altındaki Hollandalı askerlerin Srebrenitsa’daki güvenli bölgeyi terk etmesi, binlerce Boşnak sivilin Bosnalı Sırp güçler tarafından katledilmesine yol açtı. Bu olay, Batı’nın insan hakları söylemi ile jeopolitik çıkarları arasında nasıl ikircikli davrandığını açıkça ortaya koydu. Koruyacaklarına söz verdikleri insanları yüzüstü bırakırken, evrensel değerler bir kez daha stratejik hesaplara kurban edildi. Srebrenitsa’nın bıraktığı miras sadece bir soykırımın anısı değil, aynı zamanda uluslararası adaletin kimin korunup kimin ölüme terk edileceğine, çoğu zaman güç dengeleri ve siyasi çıkarlar doğrultusunda karar verdiğinin acı bir hatırlatıcısıdır.
Bernard-Henri Levy: Bosna’dan Ukrayna’ya uzanan müdahalecilik
Fransız filozof Bernard-Henri Levy, Bosna Savaşı sırasında en yüksek sesle konuşan entelektüellerden biriydi. Sırp güçlerine karşı askeri müdahale çağrısı yaptı ve Batılı başkentlerde Bosna’nın bağımsızlığını desteklemek için yoğun lobi faaliyetleri yürüttü. Ancak Levy’nin müdahaleci söylemi Bosna ile sınırlı kalmadı; Suriye’de PKK/YPG lehine askeri müdahaleyi, Ukrayna’da ise Rusya’ya karşı sert tutum alınmasını savundu. İnsan hakları savunucusu olarak sıkça övülse de, Levy’nin bu tür çıkışları Batılı entelektüellerin çatışmaları “ahlaki gerekçeler” üzerinden nasıl çerçevelediğini ve geride çoğu zaman çözülmemiş, karmaşık miraslar bıraktığını da gözler önüne seriyor.
Bu durumdan ne öğreniyoruz?
Batı, Slovenya ve Hırvatistan’a Avrupa ile bütünleşmeleri için açık ve doğrudan bir yol sundu. Bosna ve Sırbistan’a ise benzer bir vizyon ya da fırsat tanınmadı. Sırbistan bu eşitsizliği erken fark etti ve 1990’lardaki ağır hataların ardından daha temkinli ve hesaplı bir siyaset izlemeye başladı. Bosna ise komşularıyla diyalog kurmak yerine sırtını bölgeye döndü ve tüm umudunu Avrupa entegrasyonuna bağladı, ki bu hedef, aradan geçen otuz yıla rağmen hala gerçekleşebilmiş değil. Bugün Bosna’nın dış politikası, geçmişin acı deneyimlerinden yeterince ders çıkarılmadığını gösteriyor. Hala Batılı bir toplum olma hayali kuran Bosna, komşu Sırbistan’la resmi diyaloğu bilinçli biçimde reddediyor ve bölgesel iş birliğinin kaçınılmaz gerekliliğini göz ardı ediyor.
Bosna’nın yeniden başlamaya ihtiyacı var. İstikrarlı bir gelecek, ancak gerçeklerle yüzleşerek; komşularla doğrudan ve açık bir diyalog, karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla sağlanabilir. Bu tür bir irade gösterilmediği sürece, Bosna siyasi ve toplumsal anlamda bir çıkmazda kalmaya devam edecek. Ülke, çözülmemiş etnik fay hatlarının ve dış güçlerin stratejik hesaplarının gölgesinde, Boşnaklar ve Sırplar arasındaki bitmeyen gerilimlerle yaşamaya mahkum olacak.
Sonuç: Srebrenitsa’nın verdiği ders
Bosna, Srebrenitsa soykırımının 30. yılını anarken, bölge hala bir yol ayrımında duruyor. Batı’nın çifte standartları ve dini ayrımları araçsallaştıran politikaları Balkanlar’ı şekillendirmeye devam ederken, Avrupa entegrasyonu hala uzak bir vaat olmaktan öteye geçemiyor. Bosna’nın geleceği ne Brüksel’de ne de Lahey’de belirlenecek; bu gelecek ancak Saraybosna’da, güvenin yeniden inşa edilmesi, uzlaşma kültürünün güçlendirilmesi ve komşularla doğrudan diyalog kurulmasıyla mümkün olabilir. Türkiye’nin sergilediği pragmatik yaklaşım, Bosna’nın onu bağımlı ve bölünmüş hale getiren hayallerin ötesine geçmeye çalışırken dikkate alması gereken bir model sunuyor. Bu gerçeklerle yüzleşilmedikçe, Bosna geçmişteki acıları anmaya devam edecek ama benzer trajedilerin bir daha yaşanmaması için gerekli adımları atamayacaktır.
Aynı şekilde, dünya da Gazze’nin yıkımını anacak; ancak adaletin sağlanmadığı, hesap verilebilirliğin işlemediği ve kalıcı çözümlerin sunulmadığı bir ortamda. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu yönetimindeki İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı sürerken, küresel kurumlar bir kez daha sivil felaketleri engelleme ya da durdurma konusunda yetersiz kaldıklarını gösterdi. Bu da bize, söz konusu kurumların iddia ettikleri evrensel değerlerden çok, seçici adalet ve jeopolitik çıkarlar doğrultusunda hareket ettiğini açıkça gösteriyor.
Kaynak: AA / Mustafa Talha Öztürk