Körfez’in güvenlik arayışı: Tehdidin kaynağı İsrail olduğunda güvenliği kim sağlayacak?

ABD’nin güvenlik garantilerinin İsrail’e karşı yetersiz kalması ve hatta ABD’nin İsrail’in Orta Doğu’daki saldırgan politikalarını desteklemesi, Körfez ülkeleri açısından mevcut güvenlik ittifakının işlevselliğini tartışmalı hale getiriyor.
Kendi imkan ve kabiliyetleriyle güvenliklerini sağlamakta zorlanan Körfez ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ABD ile güçlü bir güvenlik ittifakı kurarak hem rejimlerini içeriden gelen tehditlere karşı korumayı hem de Eski Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır, Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin ve Eski İran Dini Lideri Ayetullah Humeyni gibi bölgedeki revizyonist aktörlere karşı etkili bir denge unsuru oluşturmayı başardı.
Ancak İsrail’in 9 Eylül’de Katar’ın başkenti Doha’ya gerçekleştirdiği saldırı, bu güvenlik mimarisinde ciddi bir zafiyet olduğunu ortaya koydu. Bu gelişme, tehdidin kaynağı İsrail olduğunda güvenliği kim sağlayacağı sorusunu gündemin merkezine taşıdı.
Cemal Kaşıkçı cinayetinden sonra ilk kez ABD’ye gidecek olan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın 18 Kasım’daki ziyareti, Orta Doğu güvenlik mimarisinde köklü değişimlerin yaşandığı bir döneme rastladığı için hem bölgesel hem de küresel dengeler açısından büyük önem taşıyor. Bu bağlamda, Prens Selman’ın ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştireceği temasların, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana süregelen Suudi Arabistan-ABD güvenlik işbirliğinde yeni bir dönemin başlangıcı olacağına yönelik güçlü beklenti oluştu.
İsrail’in bölgede giderek daha önemli bir tehdit haline gelmesi, Körfez ülkelerinin güvenlik arayışının yönünde ve içeriğinde önemli bir değişimi beraberinde getirmesi gerekiyorken, Prens Selman’ın ABD’ye yapacağı ziyarette ABD ile kapsamlı bir güvenlik anlaşmasını müzakere edeceğine yönelik beklentiler oldukça şaşırtıcı. İsrail saldırısını takip eden haftalarda Katar da benzer şekilde ABD ile kapsamlı bir güvenlik anlaşması imzalamıştı. ABD’nin güvenlik garantilerinin İsrail’e karşı yetersiz kalması ve hatta ABD’nin İsrail’in Orta Doğu’daki saldırgan politikalarını desteklemesi, Körfez ülkeleri açısından mevcut güvenlik ittifakının ve gelecekte ABD ile yapılacak kapsamlı güvenlik anlaşmalarının işlevselliğini tartışmalı hale getiriyor.
Körfez’in kronik güvenlik açığı: Yapısal nedenler ve dışa bağımlılık
Körfez ülkeleri, tarihsel olarak güvenlik konusunda sürekli olarak dış güçlere bağımlı kaldılar. İkinci Dünya Savaşı’na kadar bölgenin güvenliğini İngiltere sağlarken, savaş sonrasında bu rolü ABD üstlendi. Her ne kadar Körfez ülkeleri yıllar içinde kendi yerli kapasitelerini geliştirerek güvenliklerini sağlama ve aralarındaki işbirliğini Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) güçlendirme yönünde adımlar atmış olsalar da bu ülkelerin kronik güvenlik açıkları bugün dahi varlığını sürdürmektedir. Körfez ülkelerinin kronik güvenlik ihtiyacı ve harici güvenlik sağlayıcılara olan bağımlılığı dört önemli gerekçeye dayanıyor.
İlk olarak Körfez ülkeleri, tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de güçlü bir askeri-endüstriyel kapasite inşa etmekte ciddi zorluklar yaşıyor. Bu durumun temelinde, bölgenin iklimsel, coğrafi ve demografik yapısal özellikleri yatıyor. Sert çöl iklimi, su ve doğal kaynakların sınırlılığı, geniş ve dağınık coğrafyayla birlikte, nüfusun azlığı ve iş gücü yetersizliği, bu ülkelerin kendi savunma sanayilerini geliştirmesini güçleştiren faktörler arasında sayılabilir. Ayrıca, eğitimli insan kaynağının sınırlı olması, güvenlik sektörünün nitelikli insan kaynağına ulaşamaması ve teknolojik altyapının yeterince gelişmemiş olması da askeri-endüstriyel kapasite oluşturma çabalarını sekteye uğratıyor.
İkinci olarak, bölgenin jeopolitik ve jeoekonomik açıdan küresel dengeleri belirleyici bir konumda yer alması, güvenlik ihtiyacını artıran bir faktör işlevi görüyor. Uzak Doğu ile Batı arasındaki enerji ve ticaret yollarının kesişim noktasını kontrol eden bu ülkeler, zengin petrol ve doğal gaz rezervleriyle küresel enerji piyasalarının merkezinde bulunuyor. Bu stratejik önem, hem büyük güçlerin hem de bölgesel aktörlerin bölgeye dönük müdahale ve rekabetini artırarak güvenlik ihtiyaçlarını da artırıyor.
Üçüncü olarak, Körfez bölgesinin seyrek nüfusu ve bölgedeki devlet sistemlerinin toplumsal meşruiyet tabanlarının zayıf olması, güvenlik ihtiyacını tayin eden önemli bir faktör işlevi görüyor. Zengin doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen yeterli ve nitelikli yerli iş gücüne sahip olmamaları, bu ülkelerin yabancı işçilere olan bağımlılığını artırıyor. Nüfusun önemli kısmının yabancılardan oluşuyor olması, bu ülkelerde toplumsal bütünleşmeyi zorlaştırıyor. Ayrıca rejimlerin rıza üretme mekanizmalarının yetersizliği, rejimleri içeriden gelecek tehditlere karşı daha kırılgan ve savunmasız hale getiren bir faktör işlevi görüyor.
Son olarak, Körfez bölgesinin çevresinde yer alan, tarihsel iddialara ve güçlü askeri-endüstriyel kapasiteye sahip, zaman zaman da revizyonist politikalar izleyen devletlerin varlığı, bölgedeki güvenlik ihtiyacını daha da artırıyor. Komşu ülkelerden gelen doğrudan veya dolaylı tehditler ile komşu ülkelerin ideolojik ve politik nüfuzunu Körfez vatandaşları arasında yayma girişimleri, Körfez ülkelerinin kırılganlığını artırıyor ve bu ülkeleri güvenliklerini sağlamak için dış güçlere daha fazla bağımlı hale getiriyor.
Sürdürülebilir bir Körfez güvenliği mümkün mü?
Eylül ayında İsrail’in Katar’ın başkenti Doha’ya düzenlediği saldırı, Körfez ülkelerinde güvenlik arayışlarını derin bir paniğe sürükledi. Geleneksel olarak ABD’nin fiili güvenlik garantilerine dayanan ve bu sayede rejim güvenlikleri ile toprak bütünlüklerini koruyan Körfez rejimleri, bu beklenmedik saldırı karşısında mevcut güvenlik mimarisinin yetersizliğini fark etti. Bu nedenle yeni tehditlere karşı daha etkili ve kapsamlı güvenlik stratejileri geliştirme arayışına girdiler.
Bu alanda en dikkat çekici adım Suudi Arabistan’dan geldi. Katar’a yönelik saldırının hemen ardından Riyad, Pakistan ile karşılıklı savunma ve güvenlik anlaşması imzalayarak güvenlik arayışında önemli bir rahatlama sağlamayı hedefledi. Ancak bölgeyi yakından takip edenler, Pakistan’ın Körfez’e harici bir güvenlik sağlayıcı olarak kalıcı ve etkili bir çözüm sunmasının pek mümkün olmayacağını bilirler. Pakistan’ın ulusal tehdit algısı, askeri kapasitesinin sınırlılıkları, iç politikadaki istikrarsızlıklar ve Körfez’in güvenlik ihtiyacının boyutları gibi faktörler, bu anlaşmanın Riyad’a sağlam bir güvenlik garantisi sunamayacağını gösteriyor. Nitekim Suudi yönetimi de bu gerçekliğin farkında olacak ki Prens Selman’ın ABD ziyaretine büyük umutlar bağlanmış durumda.
Riyad, ABD’den temin edeceği modern silah ve savunma sistemlerinin, Suudi Arabistan’ın güvenlik mimarisinde kritik rol oynamasını umuyor. Ancak burada asıl sorgulanması gereken, ABD’nin sağlayacağı savunma sistemlerinin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında ne ölçüde etkili olabileceğidir. İsrail’in Katar saldırısı, ABD’nin fiili güvenlik garantilerinin İsrail karşısında hiçbir fayda sağlamadığını ortaya koymuşken, Prens Selman’ın ABD ile kapsamlı güvenlik anlaşması girişimi ne anlama geliyor?
Bu sorunun iki temel cevabı bulunmaktadır. Birincisi, Suudi Arabistan’ın ABD’ye daha fazla finansal ödünler vererek, özellikle “Amerika’yı Daha Büyük Yapma” siyasetine büyük önem veren Trump yönetimini memnun etmeye çalışması ve bu yolla olası İsrail saldırganlığına karşı zaman kazanmasıdır. Bu yaklaşım, kısa vadede güvenlik endişelerini hafifletebilir ancak kalıcı bir çözüm sunup sunamayacağı tartışmalıdır. İkincisi ise Riyad’ın son dönemde Rusya ve özellikle Çin ile geliştirdiği yakın işbirliğinden vazgeçmesi karşılığında, ABD’nin Körfez’deki güvenlik sağlayıcı rolünü yeniden ve açık biçimde teyit etmesini sağlamaktır. Bu strateji, Suudi Arabistan’ın dış politika dengesini yeniden şekillendirebilir ancak Veliaht Prens, Trump yönetiminden böyle büyük bir ödünü elde edebilecek herhangi bir karta sahip gözükmüyor. Veliaht Prens’in elindeki tek kart olan İsrail’le normalleşmenin Suudi dış politikasında köklü bir dönüşüm gerektirecek olması, ABD-Suudi ilişkilerindeki belirsizliği artıran bir faktör.
Sonuç olarak Körfez ülkelerinin güvenlik arayışları, bölgenin yapısal zafiyetleri ve değişen tehdit algıları nedeniyle giderek daha karmaşık bir hal alıyor. İsrail’in Körfezi de hedef alan saldırganlığı ve ABD’nin İsrail’i sınırlamak yerine cesaretlendiren politikası mevcut ittifakların sorgulanmasına yol açarken, Körfez ülkeleri yeni güvenlik stratejileri ve alternatif işbirlikleri arayışına yöneliyor. Suudi Arabistan’ın ABD ile kapsamlı bir güvenlik anlaşması yapma çabası, kısa vadede bir rahatlama sağlayabilse de kalıcı ve sürdürülebilir bir güvenlik mimarisi için yetersiz kalacaktır.
Bölgede İsrail tehdidinin sınırlandırılabilmesi için güvenlik mimarisinde köklü bir dönüşüm artık kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Bu dönüşümün ilk adımı, bölge ülkelerinin algısal tehditler yerine İsrail’in tüm bölge için gerçek ve somut bir tehdit olduğunu kabul etmeleridir. Ardından harici güvenlik sağlayıcılara bağımlılık yerine bölge ülkeleri arasında güvenlik işbirliğinin artırılması, yerli kapasitelerin geliştirilmesi ve çok boyutlu diplomatik ilişkilerin kurulması gerekmektedir.
Kaynak: AA / Doç. Dr. Necmettin Acar



