banner39

Fransa'nın Afrika'daki emperyal faaliyetleri

Kamerun’da güya sömürgecilik sona ermişti ama Fransa’ya dönmeden önce “Fransız dostu” başkana rahatça hizmet sunmaya devam edebilsin diye "temiz bir memleket" bırakılmalıydı.

Alıntı 04.02.2015, 23:31 04.02.2015, 23:31
Fransa'nın Afrika'daki emperyal faaliyetleri

Adam göle doğru döndü, eldivenlerini birbirine vurdu. Su kapkaranlıktı. Uzaklarda, güleç bir yüz gibi hafifçe yeşile çalıyordu. Yosunlar, nilüferler ve diğer başka şeyler kaygan ve parlak bir örtü oluşturmak üzere bir araya toplanmıştı sanki.
- Bu uzun bir hikâye.
- Bu hikâyeyi dinlemek için geldik.
Py oralara doğru döndü:
- Siyah bölge nedir, biliyor musunuz?
- Hayır, bir gün diye cevapladı iki ortak, neredeyse aynı anda.
General eldivenlerini cebine tıktı, sonra birkaç adım attı Volokine, herifin gözlerine baktı, gri ışıkta parlayan iki yıldız gibiydi.
- Siyah bölge, dedi. Bir tür özel bölgedir. Demokrasilerin bazen pis işlerini yapmak için ihtiyaç duyduğu bir no man's land.
- İşkenceden söz ediyorsunuz, dedi Kasdan.
- Büyük bir tehlikeden söz ediyoruz. Terörist eylemler, intihar saldırıları günümüzde büyük bir yayılma içinde. Bu tür düşmanlar karşısında acıma hissine kapılmak çok yanlış. Fanatizm şiddetin en kötüsüdür. Onlara ancak aynı şekilde şiddetle cevap verebiliriz. Hatta mümkünse daha fazlasıyla... Charles Pasqua’nın dediği gibi “teröristleri terörize etmek gerekir.”
- Bu bir bakış açısı.
General muhataplarına doğru yaklaştı, parkasının düğmeleri öğle güneşinin altında parlıyordu, sükûnetle gülümsedi.
- Daha çok, uzun bir tecrübenin sonucu. Teröristlerin en önemli silahı gizliliktir. Birkaç adam iki devasa kuleyi yıkabilir, binlerce insanı öldürebilir, dünyanın en güçlü milletinin onurunu ayaklar altına alabilir, sahip oldukları tek silahla. Gizlilik silahıyla. Bu saldırganlara verilebilecek tek cevap, onların suskunluklarını kırmaktır. Oysa tüm araştırmalarımıza rağmen hâlâ tutukluların iradesini kimyevî yöntemlerle nasıl kıracağımızı bilmiyoruz. Bu durumda geriye sadece fizikî yöntemler kalıyor. Kimsenin hoşuna gitmeyen ama geçerliliği herkes tarafından bilinen yöntemler.
- Tüm bunlar lâf-ı güzaf, dedi Kasdan. Sadece yaptıklarınızın o kadar da kötü olmadığını ispatlamaya çalışıyorsunuz.
- Yaptıklarımızın iyi olduğunu söyleyen kim? Bizler mücadele insanlarıyız şu veya bu şekilde...
Volokine Cezayir'i düşündü. Özellikle de Cezayir savaşını... 1957'de General Massu ve özel yetkilere sahip birlikleri, birkaç ay içinde Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin siyasî-askerî kanadını dağıtmayı başarmıştı: Etkili silahları: Adam kaçırma, alıkoyma ve idamdı. Ve özellikle de sistemli bir biçimde uygulanan işkenceydi. Hiç şüphesiz, korkutma politikası etkili olmuştu.
Py yeniden yürümeye başladı. Ağzından çıkan buhar, rüzgârda uçuşan birkaç tel beyaz saçına karışıyordu.
- Bu konuda ABD, bizim kadar riyakâr değil. Yasama sistemleri işkencenin gerekliliğini kabul etmeye başladı ama her zaman vicdanı rahat olmayanlar olacaktır. Hiçbir şey yapmayan, sürekli eleştiren, yargılayan büyük bir kesim... En ufak bir çözüm sunmazlar. İşte neden, bugün her zamankinden çok daha fazla bu tür siyah bölgelere ihtiyacımız var, görüyorsunuz.
- Guantanamo gibi yerlerden mi söz ediyorsunuz?


-  Anlattığınız hikâyeler son derece çarpıcı, diye araya girdi. Ama tutarlı değil. Dünya yasalarla, kurallarla, anlaşmalarla yönetilir.
-  Elbette. Ama bu sistemin arkasında kimler var? Korkan insanlar. NATO’nun bu bölgelerin organizasyonuyla görevli olduğu konusunda sizi temin edebilirim. Polonya NATO üyesi,  Romanya’nın da eli kulağında. Gizli anlaşmalar sözkonusu. Hava sahalarını kullanma, topraklarına inme ve hava üsleri konusunda iş çevirme konularında gerekli izinler alınmış durumda. Ülkeler herhangi bir müdahalede bulunmayacaklarını dair güvence verdiler. Bu bölgeler ne Polonya’ya ne de Romanya’ya ait. Belki biraz ABD’ye ait. Buraları, devletler hukuku ile uzaktan yakından ilgisi olmayan hukuksuz bölgeler...


Volokine merakla sordu:
-  Soruma cevap verin: Siz kimsiniz?
Kasdan sanki onu duymuyordu:
-  Yaounde’ye geldiğimde hiç yabancılık çekmemiştim. Fransa idi ama daha farklısı. Tüm markalar vardı Peugeot, Monoprix, Moulinex. PTT, devlet okulları ve okulların öğretmenleri ama her şeyi kızıl, bozuk ve çok yıpranmıştı. Fransa idi ama tersyüz edilmiş bir eldiven gibi bağırsaklarını güneşe sermişti. İnsan gerçeğinin bütün çıplaklığıyla göründüğü trajik bir fars. Birkaç hafta konakladıktan sonra kuzeybatıya hareket ettik, orada ortam ısınmıştı. Sana saatlerce ülkenin güzelliklerinden söz edebilir ve tabii bizim birliklerin güzelliğinden de... Elbiselerimizin yeşili kırmızıyla kontrast içindeydi. 17’inci deniz piyade taburu. Yürekliydik, kahramandık, bu güneşli ülkeyle kaynaşmıştık... Sana siyasi durumdan da söz etmeliyim. Genel olarak Kamerun’u kendi halkına geri vermiştik, güya sömürgecilik sona ermişti ama tehdit, tehlike bitmemişti. Fransa’ya dönmeden önce “Fransız dostu” başkan Ahidjo’ya temiz bir memleket bırakabilmek için ülkenin isyancılardan temizlenmesi gerekiyordu, bize rahatça hizmet sunmaya devam edebilsin diye... Ama orada resmî olarak bulunmaya hakkımız yoktu, problem de buradaydı zaten. Arşivlere bakabilirsin. Eylemlerimizle ilgili tek bir not, tek bir resmî rapor bulamazsın. Yazılı bir emir bile yoktu. Fransa bayrağı çekmek yasaktı. Basınla konuşmak yasaktı. “Güvenlik alanı”, “bölge” ve benzeri kelimeleri kullanmak da yasaktı. Bununla birlikte görev yerine getirilmeliydi. İki misyonumuz vardı: İsyancı grupları ortadan kaldırmak. Halka doğru yolu göstermek. Direnişçilere sempati duyan bütün köylülere... Başlangıçta, yürüttüğümüz operasyonlar son derece tehlikesizdi. Demiryolunu gözetim altında tutmak, yük konvoylarına eşlik etmek. Tek bir bölüktük. Olağanüstü 200 adam. Sonra Baleng Gölü boyunca Bafoussam, Dsehang ve Bafang şehirlerinden oluşan cehennem üçgenine kadar aşağı indik. Yakın bir kısmını zırhlılarla kat ettik. Ardından, sırtımızda malzemelerle yürüyerek çalıların, korulukların içinden geçmek mecburiyetinde kaldık. Sürekli yağmur yağıyordu. Toprak ayaklarımızın altından kayıyor, eriyor, sele dönüşüyor ve beraberinde bizi de sürüklüyordu.
Korkudan ölsek de silahlarımızla kendimizi güçlü hissediyorduk. Orman da bizi ürkütüyordu. Büyü sayesinde kendilerinin yenilmez olduğuna inanan isyancılarla dolu bu nemli karanlık yer bizi korkutuyordu. Öte yandan olağanüstü güzellikteydi. Gece olup kamp kurunca, yapraklardan oluşan o zeminde, ortaya çıkan ateş böceklerinde, topraktan fışkıran o kokularda sanki insanı büyüleyen bir şeyler vardı.
Ama çok geçmeden onlarla işimiz olduğunu anladık yani bizim komutanlarla... İsyancıları hiç görmüyordum. Buna karşılık Lefevre, bizim yüzbaşı ile Forgeras, onun teğmeni tam bir uyum içinde idi. Cezayir’den yeni dönmüş bu iki pislik, köylerde bir “hassaslaştırma harekâtı” yapılmasının gerekli olduğunu düşünüyordu. Bu, halkı terörize etmek ve bu UPC ile işbirliği yapma isteğini ortadan kaldırmak gerekiyor demenin edebî kelamıydı. Yöntem basitti: Köyler tek tek basılıyor, taş taş üstünde bırakılmıyor,  yakılıyordu. Karşımızdakiler silahsız sivillerdi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar... Berbat bir durumdu.
Bizim iki subay işkence delisiydi. Bir köyde, ismini şu an hatırlamıyorum, bir Operasyon Koruma Merkezi kurdular. Aslında bu bir tür sorgu merkeziydi. Telsiz radyonun, dizel ile çalışan jeneratörü elektrik vermede kullanılıyordu. Mazot kokusunu asla unutmadım. Ve onunla birlikte çığlıkları da...
Ama daha da kötüsü vardı. Askerler bu pisliklere hayranlık duyuyordu. Herif pisliğin tekiydi. Ve pislik olmadığı zamanlarda da alçaktı. Oyuna katılmak istemeyenler, aynı muameleye maruz kalmaktan korktukları için söyleneni yapıyorlardı. Birer hayvana dönüşmüştük. Bir tür esriklik içindeydik yani sarhoşluk ve bizi hasta eden, bir çeşit “ne yaptığının farkında olma durumu” içinde ve bu çok daha kötüydü. Bir anlamda, kurbanlarımızı suçluyordum. Düşmanla işbirliği yapan köylüleri... Afrika’dan nefret ediyorduk. Sürekli yağan yağmurdan da…
Hemen firar etmeyi düşündüm. Bu o kadar zor değildi. Bir kılavuz bulmak, sivil giysiler çalmak ve ormana kaçmak. Birkaç gün içinde, Nijerya’ya ulaşabilirdim ama bu sonuçta bu bir firardı, imkânsızdı. Plan yapmayı bıraktım. İnsanları bu iki kaçığın elinden kurtarmak, evet, siyahları kurtarmalıydım. Bunun için de tek bir çare vardı: Bize komutanlık yapan o iki hergeleyi gebertmek. Günlerce plan yaptım, etrafımda olan bitenin farkında bile değildim. Bastım, yağmaladım, yakıp yıktım ama hep başımı dik tutuyordum. Çünkü bir planım vardı. Bütün bunlara bir son verecektim. Afrika’yı kurtaracaktım!

Koloni (Miserere), Jean-Christophe Grange, Doğan Kitap, İstanbul 2009, Sayfa: 343 - 351

Yorumlar (0)
19
parçalı bulutlu
Günün Anketi Tümü
Türkiye Esed rejimiyle diyalog kurmalı mı?