Türkiye'nin S-400 Macerasının 4 Yüzü - M5 Dergi
Makaleler

Türkiye’nin S-400 Macerasının 4 Yüzü

Abone Ol 

Gündemi uzun süre meşgul eden tartışmanın özünde, Türkiye’nin milyarlarca dolar maliyet yaratacak olan HSS tedarikine gerek olup olmadığı sorusu bulunmaktaydı. Bu sorunun cevabı kısa ve nettir. Evet! Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada algıladığı tehditler sebebiyle topraklarının önemli bir bölümünde HSS konuşlandırma ihtiyacı vardır.

“BİTTİ O İŞ”
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri (HSS) satın alması birçok bakımdan tartışmalara neden oldu. Sınırlı sayıda tedarik edilmesi düşünülen HSS’nin, Türkiye’nin savunmasına ne derece katkısı olacağı; S-400’lerin Rus yapımı olmasının NATO üyesi Türkiye açısından ne gibi sorunlar yaratacağı; yüksek miktarlarda doğalgaz alımı ve nükleer santral kurulmasından sonra şimdi de ülke savunmasında Rusya’ya bağımlı olmanın hangi sakıncaları doğuracağı gibi konular, son iki yılda Türkiye’nin gündemini oldukça meşgul etti.

Bu süreçte konu hakkında yorum yapan uzmanlar arasında ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir grup uzman S-400 alımının her yönüyle Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda atılmış bir adım olduğunu savunurken, bir başka grup uzman ise ülkenin HSS ihtiyacı olduğunu kabul etmekle beraber, S-400’lerin Rusya’dan alınacak olmasının Türkiye’nin geleneksel dış politikası ve güvenlik stratejileri bakımından yaratacağı sorunları ön plana çıkarttı.

Bütün bu tartışmalar, 3 Nisan 2018’de sona erdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Ankara’da düzenlediği ortak basın toplantısında, S-400 füze savunma sisteminin Rusya’dan satın alınması konusunda bir değişiklik olmadığını açıkladı. Erdoğan, “S-400 anlaşmasını yaptık, o defteri kapattık. Bitti o iş” dedi.

Bu noktadan geriye dönüş olması artık beklenmediği için konu hakkında fikir beyan eden herkesin, ortaya konulan menfi ya da müspet bütün görüşleri gözden geçirerek, Türkiye’nin S-400 almasının gerçekte ne gibi sonuçları olacağını daha dingin bir yaklaşımla değerlendirmesi için önemli bir fırsat teşkil ediyor. Biz de bu yaklaşımı benimseyerek, S-400 konusunu dört ayrı boyutuyla ele alarak gelecek yıllara yönelik olarak ne gibi sonuçlar doğuracağını öngörmeye çalışacağız. Birinci boyut olarak, Türkiye’nin HSS ihtiyacını karşılamak bakımından S-400 alımının ne gibi katkısı olacağını ele alacağız. İkinci boyut olarak, S-400 tedarikçisi ülkenin Rusya olmasının Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki konumunu nasıl etkileyeceğini irdeleyeceğiz. Üçüncü olarak, Rusya ile yapılan S-400 anlaşmasının, Türkiye’nin HSS üretmek için teknoloji transferi yapmasında ne gibi katkıları olduğunu değerlendireceğiz. Dördüncü olarak da S-400 konusunda yaşanan tartışmanın yoğunluğunun savunma sanayimize en değerli kaynak olan insan kaynağı bakımından neler kazandırmış olabileceği konusunu yorumlayacağız.

TÜRKİYE’NİN HSS İHTİYACI VE S-400
Gündemi uzun süre meşgul eden tartışmanın özünde, Türkiye’nin milyarlarca dolar maliyet yaratacak olan HSS tedarikine gerek olup olmadığı sorusu bulunmaktaydı. Bu sorunun cevabı kısa ve nettir. Evet! Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada algıladığı tehditler sebebiyle topraklarının önemli bir bölümünde HSS konuşlandırma ihtiyacı vardır.

Tehditlerin kaynağında, Ortadoğu bölgesindeki komşularımızın sahip oldukları hava gücü ve balistik füze kapasitelerinin yanı sıra NATO içinde müttefik olmamıza rağmen Ege Denizi’nde yaşanan krizler sebebiyle birkaç kez savaşın eşiğine geldiğimiz Yunanistan’ın kapsamlı hava gücü bulunmaktadır.

Peki, Türkiye’nin yakın komşularından algıladığı bu tehdit karşısında S-400 ne ölçüde ülke savunmasına hizmet edebilir? Bu sorunun cevabını, S-400 HSS’nin Sovyetler Birliği döneminde ilk olarak geliştirildiği 1970’li yıllarda üstlendiği son derece stratejik önem arz eden rolü hatırlayarak vermek mümkündür.

Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği (SSCB) arasında yaşanan nükleer silahlanma yarışında 1960’lı yılların sonları itibarıyla güç dengesi oluşmuştu. Her iki Süper Gücün de elinde bulunan on binlerce nükleer başlık ve onları uzak mesafelere göndermekte kullanılabilecek, karada, havada ve denizde konuşlandırılmış balistik füze platformları vardı. Taraflardan birinin ilk saldırıyı yapması durumunda dahi saldırıya uğrayan diğer tarafın buna karşılık verebilecek “ikinci vuruş yeteneğini” (second-strike capability) korunaklı ortamlarda bulundurma imkânı mevcuttu. Bu sebeple iki Süper Güç arasında yaşanabilecek bir savaşın kazananı olmayacağı net olarak anlaşılmıştı.

Literatürde “nükleer dehşet dengesi” olarak bilinen bu durum sebebiyle ABD ve SSCB, istenmeyen bir nükleer savaşı engellemek ve karşılıklı güven tesis etmek amacıyla, 1972 yılında Anti Balistik Füzeler (ABM) Antlaşması imzaladı. ABM Antlaşması’nın en dikkat çeken yaptırımlarından biri, her iki tarafın da toprakları üzerinde HSS konuşlandırmayacak olmalarıydı.

Bu durumun istisnası olarak, başkentler Washington ve Moskova ile her iki ülkenin kendileri tarafından belirleyecekleri birer kıtalararası balistik füze (ICBM) fırlatma silosunun olduğu bölge çevresine HSS konuşlandırılabilecekti. Bu istisnai durum dışında kalan toprakların tümünde HSS konuşlandırılması ABM Antlaşması ile yasaklanmıştı. SSCB’nin başkenti Moskova’nın hava savunması için geliştirilen HSS, bugün S-300 olarak bilinen ve S-400’lerin de öncülü olan sistemlerdir. Bir başka deyişle Soğuk Savaş döneminde, nükleer tehdidin en üst seviyede algılandığı yıllarda, Sovyetler Birliği’ni yönetenler, olası bir hava saldırısına karşı S-300’lerin korumasına güvenmişlerdi.

1970’li yıllarda geliştirilmiş ilk modellerine nazaran, günümüzde çok daha ileri teknolojik özelliklere sahip olan S-400 HSS’nin, stratejik öneme haiz belli bir coğrafyayı ki bu Ankara ve İstanbul, İzmir gibi büyük şehirler ile askeri stratejik bölgeler olabilir, havadan kaynaklanan tehditlere karşı etkili bir şekilde savunabilecek olması konusunda, akıllarda çok fazla soru işareti kalmamış olması gerekir.

İki bataryadan oluşan S-400 HSS alımından söz ediliyor ve bu yönüyle de eleştiriliyor. Ancak bataryaların mobil olmaları sebebiyle Türkiye’nin zaman içinde algılayacağı tehditler ve komşularıyla yaşayabileceği krizler sürecinde, hem ülkenin karar-verici sivil ve asker yönetici kadrolarının bulunduğu ortamları savunmak hem de karşı taraf üzerinde caydırıcı etki yaratmak açısından, bu bataryaları, tek başlarına (stand alone) belli bölgelere konuşlandırmak mümkün olabilecektir. Sağlayacağı savunma kapasitesi ve caydırıcılık özelliği sebebiyle S-400 HSS için ödenen maliyet makul olarak görülebilir.

TÜRKİYE’NİN NATO ÜYESİ OLMASI VE S-400
Rus yapımı S-400 alımı sürecinde yaşanan ve Türkiye’nin NATO ittifakı içindeki yükümlülüklerine vurgu yapan tartışmaların hemen hemen aynısı, daha önce Çin yapımı HSS alımı söz konusu olduğu günlerde da yaşanmıştı.

Tartışmaların odağında, Türkiye’ye konuşlandırılacak Çin ya da Rus yapımı HSS’nin, NATO tarafından kurulmakta olan ve tüm müttefiklerin topraklarının balistik füze tehdidine karşı savunulmasında etkili olması düşünülen “Füze Kalkanı” (Missile Shield) ile entegre edilemeyecek olması sebebiyle gereksiz olduğu düşüncesi yatmaktaydı.

Türk yetkililerin kullanılacak bir “ara yüz” (interface) ile Türkiye’nin alacağı HSS’nin İttifak’ın Füze Kalkanı ile uyumlu çalışmasının mümkün olduğu görüşünü ortaya koymalarına rağmen, NATO yetkilileri, teknolojik açıdan mümkün olsa da Türkiye’nin önerisinin siyasi açıdan kabul edilemez olduğunu ifade etmişlerdir.

ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerin ağız birliği yapmışçasına sert ifadelerle eleştirdikleri Türkiye’nin, önce Çin’den sonra Rusya’dan HSS alma girişimlerine karşı çıkmalarının ardında Soğuk Savaş dönemindeki “Doğu-Batı” ideolojik kamplaşmasının etkilerinin de bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu ve Füze Kalkanı’nın en stratejik unsurlarından biri olan radar sistemin kendi topraklarında, Malatya Kürecik’te konuşlandırdığını hatırlatarak, S-400 HSS alarak adeta İttifak’a ihanet ettiğini öne sürenlere hatırlatılması gereken önemli bir konu bulunmaktadır.

Müttefik ülkelerin tüm topraklarını havadan kaynaklanan tehditlere karşı etkili bir şekilde savunacak şekilde yapılandırıldığı söylenen Füze Kalkanı tüm unsurlarıyla operasyonel hale gelmesi durumunda dahi, Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinin tamamı İttifak’ın hava savunmasının dışında kalacağı net olarak bilinmektedir.

Dolayısıyla Füze Kalkanı’nın, Avrupalı müttefikleri, ABD’yi ve Kanada’yı tümüyle hava savunma şemsiyenin kapsamasına almasına karşın, Türkiye’nin geniş bir coğrafyasını, milyonlarca insanını ve stratejik tesislerini koruyamayacak olması karşısında Türk yetkililerin önlem almak istemesinin anlaşılmayacak bir yanı bulunmamaktadır.

TÜRKİYE’NİN TEKNOLOJİ PAYLAŞIMI TALEBİ VE S-400
NATO üyesi olan Türkiye’nin, Füze Kalkanı’nın açıkta bıraktığı bölgelerin hava savunması için konuşlandıracağı sistemin İttifak’ın kullanacağı sistemle uyumlu olması tabii ki en ideal durumdur. Ancak Türkiye’nin bu yöndeki uzun yıllar süren girişimlerine duyarsız kalmış olan müttefik ülkelerin olumsuz tutumları sebebiyle son çare olarak Türk yetkililerin önce Çin, sonra Rus HSS üreticileriyle görüşmelerde bulunması anlaşılması gereken bir tutumdur. Nitekim Türkiye ile Rusya’nın iki yıl süren müzakereler sonucunda 27 Aralık 2017’de nihai anlaşmaya varmalarıyla birlikte, NATO müttefikimiz İtalya ve Fransa ortaklığı EUROSAM tarafından üretilen HSS’nin Türkiye’nin istediği şartlarda sağlanmasına olanak veren anlaşma kısa sürede imzalanma aşamasına gelmiş ve 5 Ocak 2018’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Fransa ziyareti sırasında imzalanmıştır. Yıllarca Türkiye’nin ortak teknoloji geliştirme ve üretimde işbirliği talebine olumsuz cevap veren NATO müttefiklerimizin, belki de bir “blöf” olarak gördükleri, önce Çin firması CPMIEC tarafından önerilen HQ-9 için yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalması, sonrasında Rusya’dan S-400 alımının gerçekleşmesinin hemen ardından Ankara’nın kapısını çalmaları ve anlaşma yoluna gitmeleri, Türkiye’nin alternatif tedarikçiler arayışının ne kadar isabetli bir strateji olduğunu da ortaya koymuştur.

Türkiye’nin gerek coğrafi konumu gerek sahip olduğu askeri, ekonomik ve diğer milli güç unsurları ile orta büyüklükte bir güç olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu kapasiteye sahip bir ülkenin savunma ihtiyaçlarını sürekli olarak dış alımlara dayalı olarak sağlaması kabul edilebilecek bir durum değildir. Kaldı ki Türkiye, yakın geçmişte, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdiği 1970’li yıllarda ve PKK terör örgütü ile en yoğun mücadeleyi yürüttüğü ve en zorlu güvenlik sınamalarından geçtiği 1990’lı yıllarda müttefiklerinin kendisine karşı uyguladığı silah ambargolarına tabi olmuş bir ülkedir. Bu acı tecrübeleri Türk yetkililerin unutmuş olduklarını beklemek hata olur. Bu sebeple Türkiye’nin kendi imkân ve kabiliyetleriyle savunma teknolojilerini geliştirmek istemesi ve uluslararası ihalelerde bu şartı ortaya koyması son derece doğaldır. Gelişmeler de bu tutumun, Türkiye’nin bundan sonraki savunma sistemleri tedariki süreçlerinde Türk yetkililer tarafından dikkatle gözetileceğine dair güçlü işaretler bulunmaktadır.

SAVUNMA SANAYİİ VE S-400
Savunma sanayi son derece stratejik öneme sahiptir. Bu alanda ortaya konulan ürünler, ülkelerin yalnızca savunma kapasitelerini arttırmalarına katkı yapmakla kalmayıp, zaman içinde sivil yaşamdaki kullanılmaları yoluyla, kendilerine yapılmış olan yatırımları katbekat geri ödeyen ciddi ekonomik büyüklük de yaratmaktadır.

Bu durumun birçok örneği mevcuttur. Günümüzde yaşamımızın vazgeçilmez parçaları haline gelen internet, mobil akıllı telefonlar gibi, telekomünikasyon alanındaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkan ürün ve hizmetlerin hemen hepsinin, sivil ortamlarda kullanıma girmelerinden çok yıllar öncesinden itibaren yüksek bütçeli gizli askeri projeler kapsamında geliştirildiği, önemli bir kısmının, özellikle istihbarat ve özel kuvvetler birimlerince, ülkelerinin güvenliğini ilgilendiren operasyonlarda kendilerine avantaj sağlayacak şekilde kullanılmış oldukları bilinmektedir.

Bu sebeple gelişmiş birçok ülke, ileri düzeyde bilim ve teknoloji geliştiren kurum ve kuruluşlara sahip olmak için çok büyük meblağlar harcamaktadır.

Aynı zamanda dünyanın hemen her köşesinden, tespit ettikleri en zeki insanları kendi ülkelerine çekecek son derece cazip şartlar yaratmaktadır.

Savunma harcamaları konusunda ABD, açık ara lider ülke konumunu uzun yıllardır bırakmamaktadır. 2018 yılı askeri harcama bütçesi 825 milyar dolar olan ABD, bu miktarla, kendisini takip eden 9 ülkenin harcamalarının toplamı kadar bir savunma bütçesine sahip olmaktadır.

Yüzlerce milyar dolar harcama kapasitesi olan ABD, savunma sanayi alanında çalışacak bilim insanlarını ve üstün zekâlı bireyleri öncelikle dünyanın en tanınmış üniversitelerine çekmekte, oradan mezun olmalarını müteakiben araştırma enstitülerinde ve savunma sanayi içinde yer alan şirketlerde istihdam etmek suretiyle bu sektörde kalıcı olmalarını sağlamaktadır.

Bu nedenle kendi ülkelerinde benzer imkânlar bulamayan zeki ve yetenekli gençler rotalarını, ABD yönüne kırmakta ve o ülkenin daha da güçlenmesine hizmet etmektedir.
Türkiye gibi, bölgesinde ağırlığı olan orta büyüklükte güç konumundaki bir ülkenin bulunduğu coğrafyadan algıladığı tehditlerle baş edebilmesi ve ekonomik açıdan da kalkınması için ABD ve diğer ülkelere beyin göçünü önleyecek şartları süratle oluşturması gerekmektedir.

Türk savunma sanayii alanına yapılacak kapsamlı yatırımlar, bu konuda önemli yol kat edilmesine imkân verebilir.

Bu bakımdan, önce Çin ile sonra Rusya ile HSS alımı için yapılan görüşmelerin, kimin neyi savunduğundan daha çok, toplumumuzda çok yoğun bir şekilde tartışılmış olması büyük önem arz etmektedir.

S-400 tartışmaları, bir kısmı daha lise çağlarında olan, bir kısmı üniversitelerde mühendislik, temel bilimler gibi alanlarda eğitim gören çok sayıda Türk gencinin savunma sanayi alanına ciddi ilgi duymasına ve bu sektörde yer almak için şimdiden girişimlerde bulunmasına yol açmış olmasıyla da Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmiştir demek yanlış olmayacaktır.

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close