Bir Harekâtın Stratejik Anatomisi - M5 Dergi
Makaleler

Bir Harekâtın Stratejik Anatomisi

Abone Ol 

Jeopolitik, stratejinin tatbiki sahaya yönelmesidir. Stratejinin tatbikî sahaya yönelmesi jeopolitik ise jeostrateji de jeopolitiğin küçük kardeşidir. Bölgesinde özellikle 1990’dan beridir anlamlı dönüşüm ve değişimler meydana gelen bir sürecin doğrudan etki alanında bulunan bir devlet ve ülkenin bitaraf kalması, kâğıt üzerinde ve çelik kasalarda saklı stratejilerinin olması, olsa olsa “ölü strateji” veya “kötü strateji”dir.

ZOR OYUNU BOZAR
Güzel ve duru Türkçemizde günlük hayatın her boyutunda, her seviyede kurum ve kuruluşların yönetiminde, devlet ve uluslararası ilişkilerde çok şey ifade eden basit ancak stratejik ölçekli bir deyimdir: “Zor oyunu bozar.” Hile ve güç kullanarak düzenlenen oyun boşa çıkarıldığında söylenen bir sözdür.1 Sözden de öte, stratejinin dile pelesenk olmuş parolasıdır. Strateji ve onunla ilgili kavramlarla uğraşanlar gayet iyi bilirler ki Clausewitz’in, “Stratejide her şey çok basit, ancak hiç kolay değil”2 formülasyonu; araçlar, amaçlar ve irade arasındaki ilişki ve çelişkilere atıfta bulunur. Güçlü ve uyumlu ilişkiler, her şeyi basitleştirirken çelişkilerin karmaşıklığı, çözümsüzlüğü ve büyüklüğü, küçük olan şeyleri bile devasa problemlere dönüştürebilmektedir.

MÖ 5. yüzyıldan günümüze kadar geçen 2500 yıllık süreç içerisinde icra edilen sefer, harp ve yürütülen büyüklü küçüklü tüm mücadeleler göz önünde bulundurulduğunda stratejinin bir güç kullanma bilim ve sanatı olarak görüldüğü çok açıktır. Burada bahsedilen güç, sadece askerî değil; birey, kurum, kuruluş, ülke ve devletin tümünü kapsayan, ekonomik, teknolojik, politik, idari ve psiko-sosyal boyutları olan bir güçtür. Türkiye Cumhuriyeti’nin, 20 Ocak 2018’de kahraman Türk ordusu vasıtasıyla başlatmış olduğu “Zeytin Dalı Harekâtı”, bu bağlamda değerlendirilmesi gereken operatif ölçekli (kullanılan kuvvetler açısından) ancak stratejik etkili bir mücadele yöntemidir. Bu nedenle memleket ve devletin varoluş ve bekasında göze çarpan özel hususiyetleri vardır, dikkatle incelenmesi mutlak bir zorunluluktur. Güney hudutlarımız boyunca uzunca bir süreden beridir mekân, kuvvet ve zaman boyutunda meydana gelen ve halen de devam eden gelişmelere kayıtsız kalınmasının millet ve devlet noktainazarından telafisi mümkün olmayan ölümcül sonuçları olacağı muhakkaktır. Stratejik planlamada ‘muhakkak’ ve/veya ona yakın olarak sıfatlandırılan varsayımlarda ne yazık ki sürpriz ve şansa yer yoktur, akıllıca ve cesaretle tedbir getirilmesini gerektirir. Eldeki gücü mekân ve zaman bağlamında nasıl kullanılabileceğini hesaplayamamak da varlığın bekası açısından temel bir tehdittir.3 Unutulmamalıdır ki bir mücadelede stratejinin sağlam payandalara dayanması tutarlılık, gerçekçilik ve uygulanabilirlik açısından yaşamsaldır. Bu payandalar ise stratejinin temel unsurları olarak adlandırabileceğimiz mekân, kuvvet ve zamandır.

JEOPOLİTİK BİR ZARURET, ZEYTİN DALI HAREKÂTI
Jeopolitik, stratejinin tatbiki sahaya yönelmesidir. Devlet ve milletlerin üzerinde yaşadıkları coğrafya/mekân ile münasebetleridir. Jeopolitik, üzerinde yaşadığımız coğrafyayı bölge ve dünya politikasında kullanma sanatıdır. Daha açık bir tanımlamayla, dinamik stratejinin ta kendisidir. “Her ülkenin politikası, jeopolitiğinde yatar” ifadesi, coğrafi faktörlerin politikaya etkisini dikkate alarak hedefimize ulaşma yöntemlerinin belirlenmesi hakkında bir fikir vermektedir. Jeopolitiğin değişen ve değişmeyen unsurları, bir devletin gücünün ifadesidir. Sosyal, ekonomik, politik, askerî ve kültürel unsurlar ise jeopolitiğin değişen fakat dinamik bileşenleridir. Bu çabanın asıl ve en son gayesi, sadece askerî bir görüşle hasım ve rakiplerin imhası değildir. Bu gaye, askerî gücün yanında ekonomik, politik ve kültürel güç unsurlarını koruyarak ve rakibin jeopolitik hedeflerine ulaşarak onun dengesini bozmaktır. Sonucun en belirgin tezahürü, denge ve/veya eksen değişimlerine neden olmasıdır. Bahse konu muhtemel değişimler, siyasi tarihin bu arenadaki baş siyasi aktör ve düşünürlerin odaklandığı bir konu olmuştur.4

Bulunduğumuz coğrafyada hiçbir hak ve hukuku olmayan ve de uluslararası hukuku açıkça ve pervasızca ihlal etmekten de öte ayaklar altına alan bir gücün, devletlerin sınırlarını değiştirme, yeni yeni devletçik ve sözde uluslar inşa etmek suretiyle “terör koridoru” oluşturma girişimine kesinlikle ve kesinlikle sessiz kalınamaz. Hele de hudutlarımıza ve her şeyden önemlisi de hayatiyetimize meşum etkileri kaçınılmaz bu emperyalist projeye güçlü bir şekilde karşı konulmasından imtina etmek veya bu yollu girişimleri karalamak, ne devletin politikası ne stratejisi ne de jeopolitiğini hiç ama hiç anlamamak demektir. Devlete yön veren kurumlar, jeopolitiği dikkate almadan ve anlamadan stratejilerini oluşturamaz. Jeopolitik görüş ve bakış açısı, stratejinin temel taşlarından birisidir. Stratejinin tatbikî sahaya yönelmesi jeopolitik ise jeostrateji de jeopolitiğin küçük kardeşidir. Bölgesinde özellikle 1990’dan beridir anlamlı dönüşüm ve değişimler meydana gelen bir sürecin doğrudan etki alanında bulunan bir devlet ve ülkenin bitaraf kalması, kâğıt üzerinde ve çelik kasalarda saklı stratejilerinin olması, olsa olsa “ölü strateji” veya “kötü strateji”dir. Devletler üzerinde kaybettirici, yok edici etkileri kaçınılmazdır. Bu durumlarda kullanılmayan gücün de ordunun da kötü bir rüyada olduğu gibi ebediyen boşu boşuna yayı germeye çalışmaktan kurtulamayan savaşçının durumu ile özleştirmek mümkündür.5

Zeytin Dalı harekâtının siyasi ve askerî hedeflerini incelemeden önce bölgemizde 1991’den itibaren cereyan eden gelişmeleri doğru okumak ve anlamak gerekir. Sovyetler Birliği’nin tarihe karışmaya başladığı bir dönemde, ABD’nin tesadüfen(!) Körfez’de bulunmasını, sözde demokrasi ve insan hakları yalanlarıyla Irak’ı özgürleştirme(!?) harbiyle başlayan ve halen devam eden kontrollü kaos stratejisine dayalı eylemlerin nasıl karşılanacağı hususunda tutarlı stratejilere ihtiyaç duyulmaktadır. Ne yazık ki bu ne bir önerme ne de bir varsayımdır. Hayali gerçeklikten de öte nesnel bir gerçeklik olduğu çok açıktır. Türkiye Cumhuriyeti ve ordusunun, bölgede devam eden bundan sonra da uzunca bir süre devam etmesi kuvvetle muhtemel savaşları ve de sözde barış dönemlerini içine alan hibrid ve asimetrik karakterli mücadelenin anatomisini anlamakta özel bir gayret sarf etmesi gerekmektedir. Miladı tarih olarak, 1 Ekim 1992’de Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında TCG Muavenet muhribinin USS Saratoga uçak gemisinden atılan iki adet kısa menzilli füzeyle vurulması kabul edilebilir bir varsayım olarak görülebilir. Bunu zayıf bir faraziye olarak değerlendiren kesimler, 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de karargâh kurmuş bulunan Türk Özel Kuvvetlerinden on bir personelin, büyük müttefik(!) ABD’nin 173’ncü Hava İndirme Tugayı’na mensup askerlerce peşmergelerinde hazır bulundurulduğu bir ortamda, sürpriz bir baskın sonucu derdest edilmeleri ve başlarına çuval geçirilmek suretiyle 60 saat süreyle sorguya çekilmelerini kabul edebilir. Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra 7 Ağustos 2003’te ABD Başkanı George W. Bush’un güvenlik danışmanı (2005-2009 arasında Dışişleri Bakanı) Condoleezza Rice’ın, Washington Post’ta kaleme aldığı, “Orta Doğu’nun Dönüşümü-Transforming the Middle East” konulu makalede, bölgedeki 22 ülkenin rejimleri, sınırları ve haritalarının değişmesi gerektiğini açıkça belirtirken, bu durumu stratejik karar alıcılar nasıl değerlendirmişlerdir? Tabii ki büyük ve isabetli öngörüye dayalı etkili bir kararla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Büyük Stratejisinin yeniden güncellenmesi yaşamsal bir zorunluluk olarak önümüze konulmuştur. Burada önemle vurgulanması gereken temel husus, bölgenin şekillendirilmesi, mevcut rejimlerin değiştirilmesi ile oyuncuların yeni rolleri dağıtılırken, bu transformasyonun, sözde barış söylemleriyle, Türkiye’yi ‘teğet geçer’ beklentisinin bir strateji olarak görülmemesidir. Üstelik başta Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerde hem haksız ve hukuksuz hem de kanlı bir dönüşüm gerçekleştirilirken, bu oyundan rol çalma fırsatçılığının maliyeti bölge ülkelerine çok ağıra mal olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Zaman geçtikçe bunun Orta Doğu’ya yansımaları muhtemelen daha da yakıcı hale gelecektir ki gelmeye başlamıştır bile. Tabii ki Orta Doğu’da problemler hiç bitmediği gibi çözüm bulma arayışları da ya mukim kalmış ya da daha büyük sorunlara sebep teşkil etmiştir. Bu genel kabul, Türkiye için de geçerlidir ve de getirmiş olduğu meseleler maalesef zaman içerisinde kangrenleşmiştir. Bunun nedenleri çok çeşitlidir, ancak başat sebep politikaya dayalı strateji ve doktrin sorunudur. 1991’de Soğuk Savaş’ın bitmesi ile başlayan yeni savaş sürecini ve savaşın karakterindeki dönüşümü doğru varsayımlara dayalı olarak okumak gerekir. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Bugün Irak, Suriye, Mısır, İsrail ve Libya özelinde yapılan tenkit ve değerlendirmelerin benzerlerinin, yarın başka meselelerde de ortaya konulması oldukça muhtemeldir. Bu nedenle, Orta Doğu stratejik satranç tahtasında piyon olarak sürülen emperyalist kuklalara ve onların gerisindeki güçlere karşı kahramanca ayağa kalkmak, Türk töresinin ve devlet geleneğinin bir emrivakisi olduğu kadar, jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluktur da.

Türk ordusunun, Ağustos 2016-Mart 2017 tarihleri arasında icra etmiş olduğu Fırat Kalkanı ve 20 Ocak 2018’de başlayan 18 Mart 2018’de Afrin kent merkezinde kontrolü sağlamayı temin eden Zeytin Dalı Harekâtı, bu stratejik gerekliliğin bir vecibesidir. Her iki harekâtın da mekân bağlamında değerlendirmesi yapılırken, fiziki kıstaslar, sayısal veriler ve zayiatlarına bakılarak bir sonuç çıkarmanın uygun bir yaklaşım tarzı olmadığı düşünülmektedir. Bahse konu düşünce ve davranışlar konvansiyonel mücadele mantığının bir ürünüdür. Hibrid, asimetrik, dördüncü nesil savaş ve/veya etki odaklı harekât vb. icra edilen mücadele yöntemlerinde yeri ve zamanı geldiğinde bir çakıl taşı, bir er, bazen de beslenen suiniyet için çok şey feda edilebilir. Vatan müdafaası söz konusu olduğunda maliyetin esamisi okunmaz.

ZEYTİN DALI HAREKÂTINDA ZAMAN UNSURU VE LİDERLİK
Klasik ve konvansiyonel mücadelede bir gün değil, yarım gün zamanın bile çok büyük önemi olduğu sıkça dile getirilirdi. Hâlbuki teknolojinin artık oyun değiştirici, rol bitirici ve başat unsur olduğu günümüz harpleri ile farklı mücadele yöntemlerinde saatlerin, hatta dakikaların kritik ehemmiyeti bulunmaktadır. Mekânın buyur ettiği yerde hazır olmayan ve şartların kaçınılmaz kıldığı durumlarda kullanılmayan veya kullandırılmayan kuvvet, stratejik günahtır. Güç kullanma tekelini elinde bulunduran ve de bu amaçla teşkil ve teçhiz edilmiş bir kuvveti, zamanı geldiğinde kullanmayacaksanız da ne zaman kullanacaksınız? Tabii ki savaş, büyük komutan ve devlet adamı Atatürk’ün işaret buyurduğu gibi, zaruri ve hayati olmalıdır. 15 Temmuz 2016’daki ihanet odaklı kalkışma bir darbe girişimi değil, stratejik bir savaştır: Türkiye Cumhuriyeti ve ordusuna karşı alçakça bir suikasttır, öyle bir suikasttır ki alçaklar kendi kılıçlarını bile kullanmadan bizi öz kılıcımızın üzerine düşürmeye yeltendi. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti o gün bugündür açık ve çok cepheli bir savaşın tarafı haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Bu girişim ne bir darbe ne bir kalkışma ne de bir ihtilaldir. Küresel mahfillerde kurulan kirli oyunun bir perdesidir. Oyunun daha yeni başladığı düşünülemez. Menderes dönemi ve sonrasındaki ecnebi destekli darbe, 12 Mart cunta girişimi, 1980’de başlayan milliyetçi görünümlü ancak Amerikan güdümlü ihtilal, 28 Şubat’la başlayan ordu-millet bağını çözme girişimi, FETÖ terör örgütünün din kisvesi altında devletin kılcal damarlarına kadar sızması ve orduya karşı darbe, 17-25 Aralık süreci ile hükümeti düşürmeye matuf eylemler manzumesi daha önce sahneye konulan kirli savaş oyununun farklı perdeleriydi. 15 Temmuz girişimi ise açılan yeni bir perdedir ve henüz kapanmamıştır. Bu, bir Haçlı seferidir, meşum emelleri gerçekleşinceye kadar da muhtemelen yeni perdeler açılacak, farklı oyunlar sahnelenmeye devam edilecektir. Amaç, Türk milletinden intikam almaya, onu, Anadolu’da önce ufalamaya, sonra da yok etmeye yöneliktir. Zalimlere piyonluk görevini bu kez üstlenen bir tarikat, cemaat veya adına ne denilirse denilsin din kisveli ihanet çetesi, Türk milletine ve onun ordusuna karşı bir suikast girişiminde bulunmuştur. Bu nedenledir ki 15 Temmuz 2016’dan 40 gün sonra 24 Ağustos’ta başlatılan ve yaklaşık 7 ay süren “Fırat Kalkanı Harekâtı” ve şimdi de yürütülen “Zeytin Dalı Harekâtı”, küresel ve emperyalist oyunu bozmaya, boşa çıkarmaya ve de artık yeter, dur demeye yönelik, stratejik hamlelerdir. Gerisi de mutlaka gelmelidir. Bu konuda, Sayın Cumhurbaşkanı’nın öteden beri mütemadiyen ve yüksek perdeden dile getirdiği Mümbiç ve Fırat’ın doğusunun da teröristlerden temizleneceği ve bu bölgede asla ve asla bir terör koridoruna müsaade edilmeyeceği hususundaki veçhesi stratejik mahiyettedir ve de yaşamsaldır. Bu millî duruşun arkasında bir nefer olarak saf tutmak ülkemize, devletimize ve de gelecek nesillere karşı sorumluluğumuzun bir gereğidir.

Zamanında yeni çözümler ve tedbirleri, uygulama yönünde irade ve cesaretini ortaya koyamayanların, yeni kötülüklere ve belalara talip olduklarını unutmamak gerekir. Bireysel anlamda pişmanlıklar, sonraki kazançların nedeni olabilir. Ancak devlet ve millet düzeyinde ekilen pişmanlık tohumlarının hasadı, stratejik düzeyli kayıpları beraberinde getirmiş ve bunların tekrar sahiplenilip yeniden ruh elde etmesini âdeta imkânsızlaştırmıştır. Türk tarihinin her döneminde kazançların yanında kayıplarda vardır. Özellikle Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun yağmalanması ve Sevr Antlaşması’nın şartlarını hazırlamak için 18-26 Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo kentinde toplanan konferansta, ‘Doğu Türkleri ile Anadolu Türkleri arasına bir Hristiyan topluluk sokma düşüncesi’ oldukça manidardır. 1920’ye kadar Türk’ün ezeli toprağı olan “Zengezur Bölgesi”, Sovyetler Birliği tarafından Ermenistan’a verilerek, hem Azerbaycan hem de Türk dünyası arasına sokulan kanlı bir hançer olarak zamanla tamamen “Gregoryan Ermeni Koridoru”na dönüşmüştür. Geçen yıllar içerisinde tekrar geri kazanılması mümkün olmadığı gibi, 1988-1992 yılları arasında Ermenilerin başlatmış oldukları katliam ve işgaller neticesinde “Dağlık Karabağ”ın da büyük bir kısmı ne yazık ki elden gitmiştir.6 Neredeyse 100 yıllık bu dönem içerisinde Türk ve İslam dünyasının son derece kritik bir coğrafyasına saplanan “Haçlı hançeri” çıkarılamadığı gibi, yara sinsice derinleştirilerek kangrene dönüştürülmüştür. Bir yüzyıl önce doğuda sahnelenen sinsi oyun, bu kez güneyde sergilenmek istenmektedir. “Türk-İslam coğrafyasının kilit taşı, Anadolu’daki Türk Devleti; daha sonra nereye evrileceği öngörülemeyen emperyalizmin eli kanlı katil sürülerince, güneyden kuşatılmak istenmektedir.” Eğer ki Haçlı zihniyetinden neşet eden bu durum gerçekleşirse, Türk-İslam dünyasının kalbinde ölümcül bir koridor açılarak hayatiyetimize kastedeceklerdir. Düşünce dünyamızın pergelini biraz daha açıp büyük resme baktığımızda, görünen manzara maalesef bundan ibarettir. Zaman unsurunun her periyodunda, bilhassa da zor dönemlerde ve kaos ortamlarında, uygulamaya konulacak stratejilerin etkili ve verimli olmasında, güçlü liderlerin önemi kaçınılmazdır. Strateji ve liderlik birbirlerinde içkin olan gerçekliklerdir. Söz konusu özdeşlik, liderliğin strateji ve karakterin güçlü bir bileşimi olarak tanımlanmasında görülür. Liderden yoksun bir şekilde oluşturulmuş strateji ne anlam ifade eder? Stratejiye ruh veren, onu anlamlı kılan, gerçekçi payandalara oturtan, ondaki hayal yönünü zenginleştirerek onu hesaplı risklerle, sağlam tahayyüllerle hiç kimsenin beklemediği ve ummadığı anlarda bile gece karanlığında yön gösteren Kutup Yıldızı gibi parlak, gecenin şafağındaki gündüz gibi doğal hale getiren liderdir. Hamurdaki maya neyse stratejide ve onun tatbiki sahaya yönelmesinde lider odur. Lider vizyonu, güçlü istihbarata dayalı bilgi kaynakları ve tahayyül kudretiyle gücü geliştirir, korur, yönlendirir ve de kullanır.

HİBRİD SAVAŞ’IN KARAKTERİSTİĞİ BAĞLAMINDA ZEYTİN DALI HAREKÂTI
Türk milleti ve onun ordusunun bu konu da farklı bir yeri vardır. Orta Doğu’da ve daha büyük ölçekte dünyada dikkate değer vasıflara sahiptir. Her şeyden önce orduları oluşturan ve şekillendiren ulusal kültürdür. Elbette ki Türk kültürü; özellikleri, değerleri ve öğeleri ile ordu içinde güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Cumhuriyet ordusunun İstiklal Harbi içinde karılan harcında bu sağlam kültür vardır. Türk devlet geleneğinde en etkili güç ordudur ve de devletin esasını teşkil eder.7 Tarihin bilinen her döneminde ve çok geniş bir coğrafyada kurduğu yüzün üzerindeki büyüklü küçüklü devletle kesintisiz bir şekilde var olan ve bağımsız yaşama yeteneği genlerine özel olarak nüfuz etmiş Türk milletinin, damarlarında dolaşan iksirin özünde, bu güç vardır: Sağlam bir askerî yapıya sahip olmak. Türklerin vatan olarak tutundukları her yerde, varlık mücadelesinin sayısız tekrarına ve bunların başarıyla neticelendirilmesine şahit olunması bir tesadüf değildir. Devlet ve orduyu sevk ve idare etme sorumluluğunda bulunanların, harbin doğası ve karakterini genellikle isabetle değerlendirerek, yeterli ve etkili güç geliştirmeleri yaşamsal bir zorunluluktur. Yoksa Türk Devleti’nin bu coğrafyada bölgesel, küresel ve emperyalist tehditler karşısında sürdürülebilirliğini sağlaması çok pahalıya mal olabilecektir. Hatta kalıcı veya tekrar kazanılma olasılığı oldukça düşük olmasına rağmen stratejik ölçekli kayıplar bile söz konusu olabilir. 15 Temmuz bu anlamda çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu konunun mütemadiyen ele alınmasının ve dillendirilmesinin maksadı, bölgedeki diğer ordulara karşı yürütülen gayrinizami ve/veya hibrid harbin farklı bir yönteminin, bu sefer Türk ordusuna karşı uygulamaya konulması gerçeğine dikkat çekmektir.

Hem Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı Harekâtı, Orta Doğu’da küresel ölçekli ve emperyalist niyetli yürütülen gayrinizami ve/veya hibrid harbin farklı yöntemlerine karşı bir meydan okuma, bir başkaldırıdır. Her iki harekâtta, 2003’te Irak’ta, 2011’den beridir de Suriye’de icra edilen beşinci nesil hibrid savaşa karşı güçlü, haklı ve meşru bir tepkidir. Suriye’de hibrid savaş olarak tanımlayabileceğimiz, mücadelenin yeni bir türü karşımızdadır. Bir önceki neslin siyam ikizi olarak da tanımlanabilir. Farklılık karakterlerindeki nüanslardadır. Dördüncü neslin son savaşını II. Irak Savaşı, beşinci neslin ilk savaşını da Suriye’deki hibrid savaş olarak değerlendirmek isabetli bir yaklaşım tarzı olacaktır.8 Bu hibrid savaş, dördüncü neslin karakter özelliklerini büyük ölçüde korurken, yeni nesil savaşın hususiyetlerini de rüşeyminde şekillendirerek, yeni bir savaş türü olarak arenada yerini almıştır. Hibrid savaşlar özellikle teknoloji, yöntem ve güç bağlamında yeni bir anlayışın kabulüdür. Muharebe ve harekât ortamının kaybolduğu, her yerin eylem alanına dönüştüğü, hedef seçiminde hiçbir ahlaki ve hukuki ilkenin gözetilmediği bir kaos alanında, umulmadık her türlü gelişmenin vuku bulması hiç de şaşırtıcı değildir. Küreselleşmenin doğasından kaynaklanan karmaşık tehditler ve bilginin hızla ve geniş kitlelere yayılması nedeniyle krizler, hiç olmadığı kadar çabuk ve öngörülmez bir biçimde gelişmekte ve kolayca kontrolden çıkabilmektedir. Artan tehdit çeşitliliği, öldürücü ve yıkıcı teknolojilere daha kolay erişim ve geliştirme imkânları, meskûn mahallerdeki mücadeleyi oldukça yaygınlaştırmıştır.9 Mücadelenin bu değişimi, bilinmezlikleri ve görünmezlikleri olabildiğince arttırmıştır ki Suriye özelinde bunlar yaşanmaktadır.

Suriye’deki savaş, geleneksel mücadeledeki rakip/hasım ve taraftarları büyük ölçüde değiştirmiş ve çeşitlendirmiştir. Harekât alanı ve ortamın da bugünkü gelişmelerin ışığında Suriye ve Irak’ı kapsamakla birlikte, bölgesel olarak genişleme tohumlarına da bünyesinde taşımaktadır. Kullanılan kuvvetler düzenli orduların birliklerinden gerillalara, özel kuvvetlerden terör örgütlerine, özel askerî şirketlerden organize suç teşekküllerine kadar çok geniş bir yelpazeye yayılmış durumdadır. Mücadele eden taraflar, bu savaşta klasik ve modern harp silah ve vasıtalarından kimyasal silahlara, el yapımı patlayıcılardan sosyal medya araçlarına, siber savaştan bilgi ve psikolojik harbin usul ve esaslarına kadar çok çeşitli vasıtaları kullanmaktadır. Suriye’deki çok boyutlu, çok aktörlü ve farklı yöntemleri bir arada kullanan kirli, kuralsız, cephesiz ve de hukuksuz savaş; mücadele ortamını da tam manasıyla anarşistleştirmiştir.

Bu mücadelede, bilgi teknolojisi temelli nanoteknoloji ve biyoteknoloji yoğun sistemlerin daha yaygın kullanılmasıyla, harbin karakterindeki değişim ve dönüşüm ilginç bir hal alabilecektir. Uzay ve siber uzaya hâkimiyet, mücadelenin odak noktası haline gelmiştir.10 Bu hâkimiyet mücadelesi bundan sonra daha da kızışacaktır. Diğer dört nesil savaşta olduğu gibi bu nesilde de teknolojinin merkezi ve hayati önemi devam edecektir. Üstelik teknolojinin güç etkinliği üzerindeki belirleyici rolü daha da artacaktır. Ancak bu rolün arzu edildiği gibi veya planlandığı gibi oynanması, insan sermayesinin de aynı önemde desteklenmesi ve geliştirilmesi ile mümkün olabilecektir. Hangi neslin hangi savaşı olursa olsun, savaşta hesaplanamayan başlıca unsur insan iradesidir.11 Tarih buna ilişkin sayısız örnekler sunar, bunlar incelendiğinde, insan azminin ve maharetinin teknolojik açıdan daha üstün bir düşmana göre daha üstün geldiği görülür. Diğer yandan teknolojinin oyun değiştiren gücü de yadsınamaz. Maharet, bu iki güç arasındaki dengenin kurulmasında ve bir sonraki harbin karakterine uygun güç bileşeninin bir strateji doğrultusunda hazır edilmesindedir. Kısaca karakter özelliklerini açıklamaya çalıştığımız hibrid mücadelenin, çok kesif olarak devam ettiği Suriye coğrafyasındaki durum budur. 20 Ocak 2018 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve onun yönetimindeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurlarınca başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı, başladıktan 52 gün sonra Afrin kent merkezinin kuşatılmasıyla (12 Mart itibarıyla) yeni bir safhaya geçmiştir. Birinci safhada; Hava Kuvvetlerinin, FETÖ melaneti nedeniyle pilot kaybı ve açığı tartışmaları yaşanırken, 72 uçakla belirlenen hedeflere isabetle taarruz edilmesi ve bunun müteakip günlerde de Kuzey Irak’ı da kapsayacak şekilde devam etmesi dikkate değer bir başarıdır. Kara unsurlarının ilerlemesi biraz yavaş gibi görünse de yukarıda genel bir perspektifi sunulan harekât ortamının özellikleri, sivil kayıplara sebep olmamak ve zayiatı asgari seviyede tutmak gibi nedenler göz önüne alındığında dikkate değer bir ilerlemedir. Bu safhada özellikle kullanılan silah sistemleri, teçhizat, araç ve gereçler bakımından Türk savunma sanayiisinin gücü dikkat çekicidir. İnsansız Hava Araçları (İHA), Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA), ATAK helikopterleri, Fırtına topları, Çok Namlulu Roketatarlar (ÇNRA), bahse konu sistemlerde kullanılan her türlü roket, füze, bomba ve diğer pek çok mühimmat ile keşif, gözetleme ve haberleşme sistemleri, Türk milleti ve ordusu açısından büyük bir övünç kaynağıdır. Son 10-15 yıllık dönemde, bilhassa da Sayın Cumhurbaşkanı’nın himayelerinde alınan tedbirler, meyvelerini vermeye başlamıştır. Elde edilen kazanımların korunması, geliştirilmesi ve dünyadaki bu yarışta rekabet yeteneklerinin güçlendirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti açısından hem hayati hem de ciddi bir prestij meseledir.

12 Mart’tan itibaren başlayan İkinci Safhanın; hibrid savaş açısından giderek daha çok risk taşıyan meskûn mahalde muharebelere dönüşmesi kuvvetle muhtemelken, PKK/PYD terör örgütü mensuplarının büyük bir çoğunluğun imhası ve kaçması neticesinde, 18 Mart’ta kent merkezinde kontrol sağlanmıştır. Bu konuda Türk güvenlik güçlerinin oldukça tecrübeli Özel Kuvvetler, Jandarma ve Polis Özel Harekât birliklerini operasyon bölgesine sevk etmiş olması da son derece önemlidir. Bundan sonra önemli olan Afrin kent merkezi ve diğer yerlerde ne zaman ve nasıl tam kontrolün sağlanacağı husus değil, başta Mümbiç olmak üzere Fırat’ın doğusunda kukla devletçik görünümlü terör üssüne müsaade ve müsamaha göstermemektir. Türk Devleti, ordusu ve emniyet güçleri ile birlikte, millî güç unsurlarının tamamı veya bir kısmını kullanarak bu oyunu durdurma ve bozma kudretindedir. Yeter ki halkın sihirli desteğini arkasında bulan ve bunun sürdürülebilirliğini sağlayan Türk politik gücü, “büyük strateji”yi güncelleyerek, müteakip safhalara hazırlık maksadıyla, öngörülen tedbirler için millî gücü tahkim etmeyi başarsın.

MESAFE ALMA STRATEJİSİ OLARAK, GELECEĞİ ÖNGÖRMEK
ABD’nin, terör örgütü PKK/PYD’ye 2017 yılında 417 milyon dolarlık binlerce TIR dolusu silah, mühimmat, araç, gereç ile teçhizat yardımı yapması ve eğitim desteği sağlaması, bu kabul edilemez tutumunu 2018 yılında 500 milyon dolar, 2019 yılında da 300 milyon dolar gibi yüksek meblağlarla sürdürme konusundaki ısrarı12, ne uluslararası ne de müttefiklik hukuku ile bağdaşmayan stratejik bir ihanettir. Silahlandırılması, teçhiz edilmesi ve eğitilmesi hedeflenen terörist sayısının 60-70 binli gibi rakamlar olduğu düşünüldüğünde işin vahameti daha iyi anlaşılabilir. Olupbittiye getirilmeye çalışılan bu durum, Türk Devleti ve milleti açısında hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında kabul edilemez. Bu yardımlar DEAŞ terör örgütü ile mücadele yalanına sarmalanarak gerçek suiniyet gizlenmeye çalışılmaktadır. ABD’nin derdi ne terörle mücadele ne de başka bir şeydir. Büyük stratejisine uygun olarak devletlerin ufalanarak küçültülmesi, vasallık mesabesinde bağlılığın sağlanması, enerji kaynakları ile stratejik maden/minarelerin kontrolü ve İsrail’in uzaktan emniyetinin teminidir. PKK/PYD terör örgütü ile ilişkisinin gayesi oldukça basittir: Güya radikal İslam’la mücadelede PKK’yı öne çıkararak, algı operasyonu ile onun bir terör örgütü olmadığı hususunda dünya kamuoyunu hazırlamak, müteakiben de yaptığı yardım ve destekle ordulaşmasını sağlayarak devletleştirmektir.

Savaş ve mücadele sanatının levhi mahfuzundaki en üstün meziyet, hasım ve rakiplerin stratejisine saldırarak, çökertmektir ki stratejide “zekânın zaferi” olarak tanımlanır.13 Türkiye’nin bilhassa 15 Temmuz 2016 sonrası izlediği stratejiyi bu bağlamda okuyarak, her iki harekât ve bu vetiredeki diplomatik manevraları eylem planın bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Bölgemizde ve Orta Doğu’daki kontrollü kaos stratejisine dayalı eylemlerin ne kısa ne orta ne de uzun vadede bitmesini beklemek büyük bir iyimserliğin tezahürü olarak görülebilir. Orta Doğu dün olduğu gibi bugün de her türlü mücadelede her nevi yöntemin, insafsızca ve hiçbir değer gözetilmeden çeşitli amaçlarla kullanıldığı “Petri Kabı” gibidir. Bu nedenle bugünü ve geleceği oldukça problemli, her türlü provokasyon ve çatışma için oldukça elverişli şartları bünyesinde bulunduran Orta Doğu’da14, gelecek aramanın külfeti oldukça yüksektir.

Başta ABD olmak üzere Rusya, Çin ve diğer bölgesel güçlerin hem Orta Doğu’da hem de güçleri oranında diğer bölgelerde çıkar mücadelesi mütemadiyen devam edecektir. Ancak Orta Doğu’da, ABD ve Rusya iki başat küresel güçtür. ABD ise dünyada şekillendirmeyi yöneten tek küresel güçtür. Bu emsalsiz üstünlüğünü de en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyeceği çok açıktır. Bu gerçeklik ışığı altında bölge ülkelerinin, güç geliştirme zorunluluğunu son derece iyi anlamaları ve derhal tedbir getirmeleri stratejik bir zorunluluktur. Çünkü halen devam eden jeopolitik değişim, bölge ülkelerinin güvenliğini, refahını ve bekasını doğrudan ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Türkiye Cumhuriyeti, bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi de Orta Doğu’da varlığını güvenle devam ettirme yolunda “Türk ordusuna ve emniyet güçlerine” istisnai ilgi göstermek mecburiyetindedir. Türk ordusunun otuz yıldan fazladır PKK’ya karşı yürüttüğü mücadelede bilhassa Özel Kuvvetlerin, komanda birliklerinin, Jandarma ve Polis Özel Harekât unsurlarının müstesna bir yeri vardır. Tabii ki başta kahraman Türk ordusunun her ferdi ve birliğinin, emniyet güçlerinin ve köy korucularının büyük fedakârlığı ve destansı mücadelesi asla ve asla unutulamaz. Bu mücadelenin yürütülmesinde ve askerî açıdan başarıya ulaşmasında Yüce Türk milletinin kararlılığı, ordusuna karşı beslediği engin sevgi ve heyecan duyguları ile ödünsüz desteğine değer biçilemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin başta PKK/PYD olmak üzere bölgesindeki muhtemel tehditlerle mücadelede, diğer güç unsurlarıyla uyum içinde çalışan güçlü, çevik ve etkili bir TSK’ne olan ihtiyacı her geçen gün daha da artacaktır. TSK’nin kurumsallaşmış askerî mükemmelliğe ulaşmasında, Özel Kuvvetler ve diğer özel operasyon güçlerinin; değişen bölge şartları, küresel ve büyük güçlerin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, mutasavver mücadelenin değişen karakteri ve PKK ile şimdiye kadar yürütülen mücadeledeki kazanımlar da dikkate alınarak yeniden yapılandırılması ve güçlendirilmesi vazgeçilmez bir gerekliliktir. Yüz yüze kalınan ve bundan sonra daha da ağırlaşacak bölgesel sorunların üstesinden gelinmesinde millî güç unsurlarının hibrid savaşa karşı tahkim edilmiş varlığına daha fazla ihtiyaç duyulacaktır.

Hibrid savaşın karakterinden kaynaklanan özellikler, mücadelenin hem nizami/konvansiyonel hem gayrinizami hem de yarı askerî ve sivil unsurların uygun kombinasyonu ile oluşacak yeni kuvvetlerle ve teşkillerle yürütülmesini bir zorunluluk haline getirmiştir. İki veya daha fazla güç unsurları arasındaki bileşim açısından, matematiksel bir formül yoktur. Her ülke veya bir ideal çerçevesinde örgütlenmiş müttefikler; savaşın karakteri, politika, teori, strateji, konsept ve doktrinleri ışığında kendi güç bileşenlerini bu doğrultuda oluşturmaları beklenmelidir. Güç geliştirme açısından bu adım stratejik bir zorunluluktur. Kuvvetlerin dengelenmesinde: a) Tehdit değerlendirmesi, b) Millî güç unsurlarının etkinliği ile zayıf yönleri, c) Dış desteğin varlık, süreklilik ve güvenilirliği, d) Küresel ve bölgesel güçlerle, komşu ülkeler arasındaki güç mücadelesi belirleyecektir. Kuvvetlerin dengelenmesi ve geliştirilmesi hem politikanın hem de stratejinin ana konusudur. Hibrid savaşı yürütmek için başta konvansiyonel güçler olmak üzere gayrinizami savaş unsurlarının dengelenmesi, adaptasyonunun sağlanması ve kapasitelerinin geliştirilmesi ertelenemez bir ihtiyaçtır. Özellikle özel kuvvetlerin kapasitesini her yönüyle güçlendirmek, hassas güdümlü/akıllı mühimmatlarda ve bunların taşıma platformlarında teknolojik değişim hızını sürdürerek çağı yakalamak esastır. Bilhassa, hibrid savaşta gittikçe öne çıkan ve güçlenen terörist aşırılığı yenmede, bu iki güç bileşenin kullanılması temeldir. İçinde bulunulan ve gelecekte de en azından birkaç kuşağı daha kapsaması kuvvetle muhtemel, zorlu bir mücadelenin henüz başlangıcı olduğu bilinerek güç geliştirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu mücadelede mutlaka işe yarayacak olan günümüzün taş ve sapanı; hassas güdümlü-akıllı mühimmat ve özel kuvvetlerdir. Bu yeteneğin geliştirilmesi, korunması ve kullanılması durumunda mutlak surette kontrol edilmesi gereken iki saha vardır: Uzay ve siber uzay. Her iki alanda üstünlük sağlamadan kara, deniz ve havada güç geliştirmenin ve bulundurmanın fazlaca bir ehemmiyeti bulunmayacaktır.

GERİSİNİN GETİRİLMESİ HAYAT MEMAT MESELESİ
Orta Doğu’daki devletler ve onların askerî güçleri üzerindeki operasyonlar her şeyden evvel siyasidir ve de küresel/büyük güçlerin hibrid ve gayrinizami harp yöntemleriyle bölgeyi şekillendirme eylemleridir. Bu yöntemin dışında kalanların ise askerî ittifaklar ve yardımlar yoluyla kendi yörüngelerine oturtulması emperyalist bir oyundur. Bahse konu muhtemel senaryoların bozulması ve millî varlığın devlet sınırları içerisinde devam ettirilmesinin temel taşı, Türk stratejik liderliğinin büyük stratejiyi güncelleyerek kendisini dolaylı ve/veya direkt etkileyen düşmanca niyet ve eylemlerin stratejisini boşa çıkaracak tedbirleri zamanında ve kararlılıkla almasıdır. 15 Temmuz 2016’daki ihanet odaklı kalkışma, Türk ordusunun Ağustos 2016-Mart 2017 tarihleri arasında icra etmiş olduğu Fırat Kalkanı ile 20 Ocak 2018’den beri devam eden ve 18 Mart 2018 itibarıyla Afrin kent merkezine başarıyla ulaşan Zeytin Dalı Harekâtı, bahse konu bağlamda değerlendirilmesi gereken stratejik hamlelerdir. Gerisinin mutlaka getirilmesi hayat memat meselesidir.

Orta Doğu’nun küresel anlamda şekillendirilmesi devam ederken, bundan stratejik kazanımlar elde edeceğini umanların unutmaması gereken bir konu vardır ki o da Türk milletinin kültürel ve genetik kodlarında bulunan, “vatan mevzubahis olunca var olan her şeyin gerisi teferruattır” parolasının her yaştan milyonlarca genç neferi vardır. Oyunu bozar. Bu konuda, Türkiye’nin seçeneklerinin sınırlı olmadığını, sonsuz ve güçlü stratejilerle her zorluğun aşılmasının kuvvetle muhtemel olduğunu da bilmek gerekir.

 Dipnot


1TDK Türkçe Sözlük, 2009, s. 2241.
2Carl von Clausewitz, Harp Üzerine, Cilt I, çev. H. Fahri Çeliker, Gnkur. Basımevi, Ankara, 1984, s. 146.
3Colin S. Gray, Modern Strateji, Oxford University Press, New York, 1999, s. 1.
4Toptaş Ergüder, 21. Yüzyılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 55-66.
5Clausewitz, Harp Üzerine, Cilt I, s. 146.
6Toptaş Ergüder, 20. Yüzyılda Türkiye’nin Yakaladığı Fırsatlar ve Kaybettikleri Üzerine Bir Değerlendirme, Silahlı Kuvvetler Akademisi Bitirme Tezi, İstanbul, 1997, s. 36-42.
7İlhan Suat, Türk Askerî Kültürünün Tarihî Gelişmesi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, s. 94, 203.
8Savaşlar nesillerine göre genel bir kabule göre beşe ayrılır: Birinci nesil savaş, Birinci Dünya Savaşı öncesi savaş türünü ortaya koyar. Bu nesil savaşın ana niteliği hiza ve istikamet temelli, tek namlulu yivsiz silahın teknolojide etkin olduğu, piyade ağırlıklı ve nizami bir savaş türüdür. İkinci nesil savaş, tarihsel temsil odağı itibarıyla Birinci Dünya Savaşı’dır. Ayırt edici niteliği ise ateşin ve ateş destek sistemlerinin yoğun olarak kullanılmasıdır. Üçüncü nesil savaş, tarihsel temsil odağı itibarıyla İkinci Dünya Savaşı’dır. Hızın ateş gücünün önüne geçtiği, düşmana yaklaşarak onu yok etmek yerine onu atlama ve mücadele güçlerini çökertme taktiklerinin öne çıktığı bir savaştır. Dördüncü nesil savaş, temel özelliği Soğuk Savaş döneminden beri yaklaşık yetmiş yıldır, öncelikle başvurulan bir mücadele yöntemi olması ve bugün de hâlâ revaç bulmasıdır. Bu nesil savaşın belirgin karakteristiği Soğuk Savaş sonrası klasik ve konvansiyonel mücadele anlayışının rafa kaldırılmasıdır. (ET)
9“Richard Lin, Yenilik ve Buluşlar: Orduyu Mevcut ve Gelecekteki Çatışmalar için Donatmak. AUSA: Kara Harp Enstitüsü, Ulusal Güvenlik Derneğii 2015, NSW 15-3
10Hammes, Thomas X, 21. Yüzyıl Savaşlarında Sapan ve Taş, Zenith Yayınları, 2004, s. 289-91.
11Hart, B. H. Liddell, Strateji Dolaylı Tutum, Çev. C. Enginsoy, Asam Yayınları, Ankara, 2002, s. 251.
12https://www.strategic-culture.org/news/2018/03/09/trump-seeks-congressional-funding-60000-man-army-overthrow-assad.html.
13Toptaş Ergüder, Gerilla-Kontrgerilla Savaşı, Temel Strateji ve Teknikler, Kripto Yayınları, Ankara, 2015, s. 21.
14Modern Orta Doğu konusunda en önemli yapıtlardan, “Tüm Barışa Son Veren Bir Barış” başlıklı kitabın yazarı David Fromkin 2007 yılında bir söyleşide, “Orta Doğu’nun geleceği üzerine bir öngörüde bulunur musunuz” sorusuna, “Orta Doğu’nun geleceği yok” cevabını vermiştir.” “Geleceği yok”un anlamını, gelecekte olmamak yerine, değişmeden bugünkü durumu tekrar edecek olan bir geleceğe mahkûm olmak şeklinde okuyabiliriz. (Dursun Yıldız, Ediz Ekinci, Geleceği Olmayan Bölge Orta Doğu’da Askerî ve Jeopolitik Gelişmeler, Turquie Diplomatique, Sayı: 67, s. 10.)

Abone Ol 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

Abone Ol 
Back to top button
Close
Close